“Hatıralarım” (Mukaddes Özkan Eşi Merhum Ercümend Özkan’ı Anlatıyor)

Mukaddes Özkan’ın “Hatıralarım” adlı eser, bütünlük içerisinde okunduğunda, bu eserin, aslında cumhuriyetin akabinde meydana gelen hadiseler bağlamında birçoğu bilinmeyen, çoğu kez kişilerin kendi gözlemleriyle ortaya çıkan, ama gözlerden uzak tutulan, gizlenen yepyeni ve önemli bilgiler içeren parça ve bütün şeklinde elde edilebilecek belge ve bilgileri içermesinden dolayı “yakın tarih” hatta “en” yakın tarih eseri olarak değerlendirilebilir.

Türkiye İslami hareketinin belki de kurucu ögelerinden olan Ercümend Özkan, tamı tamına elli yedi yıllık bir hayat sürdü.

Anadolu’nun bozkır ikliminde doğan, davası, derdi İslam olan, bu uğurda doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen, hak bildiği yolda ilerlemesini sürdüren ve bunlara bağlı olarak epey insanın ilgisini çeken, ama bir o kadar da “kendine” düşman kazandıran, kendisiyle birlikte yürümeye niyetlenen, ama bir gerekçe bulduktan sonra onunla yollarını ayıran dostlarının(!) kadrine uğrayan, gölgesinde yaşanılacak İslam’a uygun bir yönetimin inşasını baz alan; ömrünün önemli bir bölümünü, gözaltına alınma, tutuklanma, cezaevlerinde kalma ve bunlarla birlikte bir eş ve çocuklarına baba olmaya çalışan bir yiğit insanın dur, durak bilmeyen ve bozkırdan güneye, Adana’ya yaptığı ve oralarda yaşayan dostlarını ziyaret esnasında ruhunu Rabbine teslim eden Ercümend Özkan’ın, eşinin diliyle birlikte yaşadıkları hayatı alabildiğine açık ve sade bir şekilde bizlere aktaran bir gayr-i resmi –aslında en doğru bilgileri içeriyor- tarih çalışması sayılması gereken ve Anlam Yayınları’ndan çıkan “Hatıralarım” adlı bir çırpıda; hüzün ve sevinç, mücadele azmi ve öte dünyayı da unutmadan okunabilecek bir eser hüviyetinde…

Kitabımızın başkahramanı olan merhum Ercümend Özkan’ın değerli eşi Mukaddes Özkan, adı geçen eserle ilgili şu ifadeleri kullanmakta; “Bu kitapta, Ercümend Özkan’ın eşi Mukaddes Özkan, hatıralarını okurları ile paylaşıyor. Türkiye’de İslami mücadelenin öncü isimlerinden Ercümend Özkan ile birlikte geçirdikleri koca bir ömrü, yaşadıkları acı tatlı olayları ta en baştan başlayarak anlatıyor Mukaddes Özkan ve şöyle diyor: Ercümend Özkan’ın inandığı ve savunduğu ilkeler, onun dava adamlığı ile ilgili bilgiler, en iyi kendi ifadelerinden, kendi yazılarından edinilebilir.”

Edebi bir tür olan hatıratlar önemlidir. Bir nevi tüm yönleriyle geçmişin geleceğe aktarılması, yapılan doğruların bir nevi teyit edici kaynağı, işlenen yanlışların ise, “asla” yapılmamasını öngören öncülü olması, tarihe kocaman bir not düşmesi ve yaşanan hayatın, ya öznenin kendi dilinden, ya da ikinci ve üçüncü şahıslar aracılığıyla okuyucuya aktarılan belgeler niteliğinde olmuştur.

Yukarıda belirttiğimiz üzere, eğer anlatıcı eğer öznenin bizzat kendisi değilse, öznenin hayatını –en azından önemli kısımlarına vakıf olma durumuyla– onu az çok iyi tanıyan bir kişinin anlatımından tanımaya, anlamaya ve yaşadığı hayatı anlamlandırmaya çalışırdık.

Mukaddes Özkan’da, onun hayatının bir parçası olarak, onun hayatına projektör tutup bize yol göstericilik yaparak anlatmaya azmi gayret gösteriyor;

“Benim burada yapmak istediğim, daha doğrusu anlatmaya çalıştığım ise onun daha farklı bir yönü. Sevgisiyle, öfkesiyle, sıkıntılarıyla, sevinçleriyle, umutlarıyla, umutsuzluklarıyla içimizden birisi olarak bir aile reisi, bir eş ve bir baba olarak Ercümend Özkan’ı aile hayatımızın içinde tanıtmaya çalıştım.”

Çok eskilere gitmeden, tanrının dünya hayatından kovulduğu modern çağ(lar)da, İslam’a vakıf olduğu bilinen birçok âlimin, ulemanın, aydının, hatta entelektüelin ve öğrendiğiyle amel etme istidadında olup da “acelemiz var!” diyerek, salt davayı öne alan, ama birçok alanı olduğu üzere kendi nefsini/ailesini –istemese de– ihmal etmek zorunda kalmış bulunan birçok insanın yapıp ettiklerinin aksine o, iyi bir baba ve eş olarak “Müslüman ve aynı zamanda o espriye uygunluk içerisinde medeni bir aile nasıl olunur?” sorusunun da cevabını da eserde yakalamış oluyoruz; “Şunu teslim etmem gerekiyor: Kendisi baba olarak da eş olarak da elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı. Onu rahmetle anarken, gayretlerinin olumlu sonuçlarını görmekten memnunluk duyduğumu da belirtmeliyim. Ne mutlu Kur’an’daki İslam ile şereflenenlere…”

Bu eseri, yukarıda vurgulamaya çalıştığımız üzere yazılış sebebi açısından bir hatıra kitabı olarak değerlendirmek gerektiği gibi, içerdiği bilgilerin birçoğunun mahiyetine ve zihinlerde bırakacağı ize bakarak bir yakın tarih eseri olarak tanımlayabilirdik. Gerçi tanımladık da, hatta var olan hakikate ve yaşanılanlara vurgu yapan, onu gün yüzüne çıkaran, ama rejimin renginden dolayı resmi (yasal) olmayan planda kalan bir gayr-i resmi tarih eseri olarak bir ilgiyi hak etmektedir.
Başlıkta kitap için “Adeta Bir Yakın Gayr-i Resmi Tarih Eseri Gibi” ibaresini kullandık. Bunu yaparken, bizzat o günleri birebir yaşamış olan dedelerimiz, nenelerimiz, büyüklerimiz, en önemlisi de, belli bir konunda bulunan, ama rejimin şu ya da bu sebepten dolayı gözden çıkardığı insanların belirli zamanlarda anlattıkları ile yazıya döküp belgeledikleri materyallere ve eserlere göz atıldığında, yakın tarih apaçık ortaya çıkacaktır.

Bu eserinde yazar, kendi aile geçmişinden yola çıkarak Ahıska ellerinden Bursa/İnegöl’de yaşayan yakınları üzerinden ailesi ile birlikte kendi hayatını da yalın bir şekilde aktarıyor.

Savcı olan babasının Van ve ilçelerinde türlü zorluklarla süren ve yıllarca süren memuriyet hayatının bir müddet geçtiği Isparta Sütçüler’de de devam eden kısmını da aktarmaktadır.

En sonunca, savcı olan babasının eşi olacak Ercümend Özkan’ın memleketi olan Kırşehir’in Mucur kasabasında da memuriyet hayatına da yer veriyor.

Mucur’dan tanıştıkları, ama henüz bir aile olmadıkları Ercümend Özkan hukuk’ta okurken, o, yani yazarda İlk Okul, Orta Okul ve lise hayatından sonda Ankara’da DTCF’de Türkoloji bölümüne kayıt yaptırıyor.

O ortamda birbirlerini yakından tanıma imkânı buluyorlar, görüşüyorlar ve ‘kendisinin de’ daha sonra “yanlış davrandıkları” evlilik/nikâh olayına vurgu yapıp evlenme sürecini dile getiriyor.

Böyle bir nikâh ve evlenme şeklinin İslam’a uygun olduğu halde, cari olan toplumsal teamüllere uygun düşmediğine dair gençlere bir uyarı yapmayı da ihmal etmiyor.

Eşinin, hem ailenin rızkını temin sadedinde basın, ajans işleriyle uğraştığı gibi, bir yandan da Hizbut tahrir örgütü içerisinde uzun bir dönem kalarak İslamî faaliyetler yürüttüğünü; görebildiği, gözlemleyebildiği ve anlayabildiği kadarıyla anlatmaya çalışıyor.

Görebildiği, gözlemleyebildiği ve aktarabildiği kadarıyla diyoruz, zira örgütü oluşturan kişilerin(erkek)örgüt adına, işin içerisine kadınları dahil etmedikleri düşüncesinden hareketle kendisinin de işin bir tarafında bulunmadığın altını çiziyor. Hareket’te kadınlara yer verilmemesi garip bir durum olarak bugünde birçok yapıda sürgit devam etmektedir. Halbuki, işin modern tarafı ayrı, ama gelenekçi yapıların mücadele tarzlarından hareketle düşünsel form olarak İslamcılık denmesi ve o kalıp içre tanımlanması, değerlendirilmesi ve kategorize edilmesi işin garip bir cilvesi olsa gerek…

Yazar, kitaba giriş sadedinde, eşinin hayat hikâyesini, onun dilinden şu ifadelerle aktarıyor;

“Bir yazısında şöyle anlatmıştı yaşamını Ercümend Özkan: “Biz belki bir buzkıran gibi yavaş yol alabildik. Zira gemimizi yüzdürmeye çalıştığımız deniz buzlu idi. Buzkıranlar da gerçekten yavaş yol alırlar.”(S: 5)

Yukarıda her iki kişinin hayatları ile ilgili bilgilere yer vermiştik. Özet olarak yeniden belirtirsek, eserde, yazar kendi ailesine dair bilgiler veriyor. Aile reisi olan babanın görevi gereği Van Özalp’te başlayan, oradan Mardin Savur’a, Isparta Sütçülere’e ve nihayetinde ileride eşi olacak Ercümend Özkan’ın memleketi Mucur’a kadar süren “görev yolculuğu” ve her ikisinin de eğitim maksadıyla Ankara dönemi ile bir ara eşinin işi gereği İstanbul’da ikametleri ve sonunda Ankara’da tamamlaması birçok ayrıntının eşliğinde anlatılmaktadır.

Her ikisi de Doğu ve Güney Doğu’da bulunan, birbirinden az çok farklı insan popülasyonuna sahip bulunan Van ve Savur’un kendine has coğrafya ve iklim yapısı dönemin şartları açısından farklılık içermekle birlikte, oralara yabancı insanlar için, hayatın çetin geçeceği anlamına geldiğini eserden öğreniyoruz; Van’da kış boyu kar, Savur’da ise ya boyu aşırı sıcaklar ve akrep misali kerpiçli ortamlarda cirit atan sürüngenler… Bu ayrıntı dahi, birçok şeyi ele vermektedir.

Van’da bulunulan dönemde tek partili dönemden çok partili döneme geçiş yaşanmış ve DP seçimlerde büyük bir ivme kazanmıştır. Birçok seçim döneminde olduğu gibi, o seçim döneminde de trajikomik olaylarda olmuyor değildi. Hatta, küçük bir kız çocuğunun dilinde seçimlerin o yönüne işaret eden şu dörtlük birçok şeyi net bir şekilde ifade etmektedir;

“Sen gelme ben giderem / Meseleyi hallederem / Yaparam, çataram / Altına imza ataram” (46)

Eserin bir yerinde yazar, Ercümend Özkan’ın geçmişi ile ilgili belgesel niteliğine şu ifadelere yer veriyor;

“Karakurt aşiretinin Hadolar sülalesinden Gümüşkmbet’li Türkmen kızı Hüsniye Hanım ile, Ali Beyoğulları’ndan Memili’nin torunu Mehmet Ali Bey’in ikinci erkek çocuğu idi Ercümend.” (S. 65)

Ercümend Özkan, epey zamandır hasta olan annesini kaybettikten sonra geçim derdi dolayısıyla iş hayatına atılıyor. Ki, o dönem 27 Mayıs darbe süreci dönemine denk gelmiştir.

O süreçle ilgili olarak; “Demokrat Parti akıl almaz işlere imza atmakta sınır tanımaz olmuştu. Vatan Cephesi adı altında bir cephe icat etmiş… 28 Nisan’da Turan Emeksiz adlı öğrenci öldürülünce olaylar büyüdü ve Ankara’ya da sıçradı. Bu olay gerekçesiyle sıkıyönetim ilan edildi.” (83)İfadesi, aslında bir açıdan ondan sonra yaşadığımız birçok süreci de anlamamız açısından sağcıların ne menem bir feraset ve basiret sahibi olduklarını da göstermektedir.

Bu arada Fas’ta Ticani tarafından kurul-an ve Türkiye ile hiçbir bağlantısı nedir bulunmayan Ticanilik fenomeni üzerinden Türkiyeli Müslümanların, özellikle de dönemin Cumhuriyet aydınlarınca –o tiplere aydın demek ne kadar doğru?- gerici gözüyle bakılması ve dönemin laik gazete ve dergilerinde “gerici adam” tiplemeleri karikatürize edilme suretiyle gırla gitmektedir. (87) Ki, Amacın, üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu mes’elenin zuhurundan belli olmaktadır.partiye zevat izin verecek miydi. Ki, yazarda aynı kaygıyla eşine, yani Ercümend Özkan’a “Hani sen partiye karşıydın?” dedim. -Yahu hanım sen de bu soruyu bana sordun ya pes!” dedi. –Niye pesmiş, anlamaya çalışıyorum dedim. Ben kuracağım diyorsun da ‘acaba kurduracaklar mı? Demiyorsun?” sorusuna karşılık Ercümend Özkan şu ifadeyle karşılık veriyor; “–Benim kurmak istediğim partinin tüzüğünü ellerine aldıklarında buna müsaade ederler mi sanıyorsun?”(216) ifadesi, bir açıdan kendi bütünlüğü içerisinde parti kurmanın gerekliliği ve bir açıdan da hem böyle bir partiye izin verilmeyeceği ve hem de o işe soyunmuş birçok Müslümanların, farklı bir metod, yol, yöntem olan partiye epey mesafeli olduklarını göstermesi açısından önemli durmaktadır. Ki, günümüzde öyle bir parti kurma konusu sadece bir not olarak zihinlere yer almakta olup parti kurma fikri, AK Parti’nin giderek muhafazakarlaştığı, milliyetçiliğe evrildiği bir vasatta Müslümanların sesi ve soluğu olma hususunda giderek önem kazanmış bulunmaktadır.

Mukaddes Özkan’ın “Hatıralarım” adlı eser, bütünlük içerisinde okunduğunda, bu eserin, aslında cumhuriyetin akabinde meydana gelen hadiseler bağlamında birçoğu bilinmeyen, çoğu kez kişilerin kendi gözlemleriyle ortaya çıkan, ama gözlerden uzak tutulan, gizlenen yepyeni ve önemli bilgiler içeren parça ve bütün şeklinde elde edilebilecek belge ve bilgileri içermesinden dolayı “yakın tarih” hatta “en” yakın tarih eseri olarak değerlendirilebilir. Biz şahsen, esere, okunduktan sonra o gözle bakmaya başladık.

Eser, aynı zamanda yazar ve eşi tarafından, iyi ve yanlış taraflarıyla temayüz etmiş ve gerek tüm topluma ve özelde de Müslüman kitleyi etkilemiş bulunan birçok insana az da olsa yer vermekte… Bunu da belirtmiş olalım. Zaten eser okunduğunda her şey tüm çıplaklığıyla görülecektir.

Mukaddes Özkan, Hatıralarım, 1. Baskı, 2021 Anlam Yayınları, Ankara

Sait Alioğlu / Farklı Bakış