YÜZLEŞME

İlahi vahiy/hidayet, İnsan’ ı, insanoğlunu kendi nefsiyle, kendi dışındaki varlıklarla velhasıl hayatla yüzleşmeye çağırıyor. İlahi Hitap, en son Hatem-i Nebi’nin diliyle, Adem Kıssası üzerinden Ademoğlu’nu, Kureyş üzerinden müşrikleri, Ehl-i Kitap üzerinden Yahudi ve Hristiyanları, İman edenler ifadesiyle yeni müminleri inandıkları değerler üzerinden ontolojik, epistemolojik, inançsal, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal… alanlarda yüzleşmeye çağırdı.  İlahi hidayetin bütün amacı, insanın kendini bilmesine, yaratılış amacına uygun yaşamasına yardımcı olmaktır. İnsana; zaaflarını, üstün özelliklerini, imkanlarını hatırlatmaktır. İlahi vahiy, insana, imkanlarıyla, üstün özellikleriyle, donanımıyla nasıl “eşref-i mahlukat” olduğunu, zaaflarıyla nasıl kırılgan olduğunu; bu zaaflarının düşmanları tarafından nasıl istismar edildiğini, nasıl acınası hallere düşürüldüğünü hatırlatır.
“Gerçek şu ki, Biz Âdemoğullarını üstün ve onurlu kıldık; karada ve denizde onların ulaşımını sağladık; temiz besinlerle onları rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün tuttuk” (İsra,70).
“İnciri ve zeytini düşün ve Sina Dağını, ve bu güvenli toprakları!  Gerçek şu ki biz insanı en güzel şekilde (Ahsen-i Takvim) yaratırız ve sonra onu aşağıların en aşağısına( Esfel-i Safilin) indiririz,  iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar hariç: onlar için kesintisiz bir ödül vardır! Öyleyse, [ey insan,] nedir bu ahlakî değerler sistemini/dini yalanlamana yol açan?” (Tin Suresi).
“Gerçek şu ki, Biz, cehennem için, kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyen görünmez varlıklardan ve insanlardan çok canlar ayırmışızdır. Hayvan sürüsü gibidir bunlar; hayır hayır, doğru yolu kavramakta onlardan da aşağı (belhum adal): Körcesine dalıp gitmiş olanlar işte böyleleridir.” (A’raf, 179).
Son “Paris Saldırıları”, Batılı-Doğulu, Kuzeyli-Güneyli, Müslim-Gayr-i Müslim bütün insanoğlunun kendisiyle, yaşananlarla yüzleşmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Çünkü sorun tek taraflı değildir. Sorun insanın sorunudur. Sorun insanın, nefsiyle, şeytanla yaşadıklarının dışavurumudur. Olaya ontolojik düzeyde bakmadığımız zaman şeytanın, onun günümüzdeki dili olan medyanın, medya sahiplerinin, onların üst aklı olan güç odaklarının tuzağına düşeriz.
İlahi hidayet, insanoğluna, meselelerinin fıtri/ontolojik/varoluşsal boyutunun olduğu gibi, reel boyutlarının, sebeplerinin de olduğunu hatırlatır. Kadim, varoluşsal insan-nefis- şeytan mücadelesi “reel meseleler“ üzerinden tezahür eder. Adem-Şeytan, Habil-Kabil, Nemrut-İbrahim, Firavun-Musa, Kureyş Oligarşisi-Muhammed (a.s) örneklerinde olduğu gibi.
Yeryüzünün neresinde olursa olsun insan, İlahî Takdir’in gereğini yaşamaktadır. Bizi yaratan yaratmanın amacını da takdir etmiştir. Tevhid-Şirk, İman-Küfür, Adalet-Zulüm çelişkisi kıyamete kadar devam edecektir. Bu, insanın kendi iddiasını ispat etmek için gönderildiği dünyadaki imtihanıdır. İnsan ya imkanlarına İlahi hidayeti de katarak bu imtihandan yüzünün akıyla çıkacaktır ya da zaaflarının ve şeytanın ayartmasının kurbanı, oyuncağı olarak imtihanı kaybedecektir. Bu noktada karar insanındır. Tevhid-İman-Adalet veya Şirk-Küfür-Zulüm tarafında olmanın bir bedeli ve sonucu vardır. İnsan tercihinin bedelini ödemek ve sonuçlarına katlanmak zorundadır. Dünyada yaşadıklarımız ve ahirette karşımıza çıkacak olanlar tercihlerimizin sonucudur. İlahi sünnet ayırım yapmıyor:
“[Hesap Günü] başınıza gelecek her felaket kendi ellerinizle yapıp-ettiklerinizin bir ürünü olacaktır; bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır.” (Şura-30).
Paris Saldırıları üzerinden devam edecek olursak; Batı Dünyası da İslam Dünyası da olanları derinlemesine analiz edip, kendisiyle yüzleşmek zorundadır.
Batı Dünyası, 15.yy’da Coğrafi Keşiflerle başlattığı yeni süreci, Sömürgecilik, Reform, Rönesans, Aydınlanma Felsefesi, Sanayi Devrimi, Ulusçuluk, Ulus devlet, Kapitalizm süreçleriyle devam ettirmiştir. Teknoloji Devrimiyle beraber Seküler merkezli değer, kavram ve kurumlar küresel ölçekte yaygınlaşmaya başladı. Bu süreçler, Batı’da ve Batı dışı dünyada farklı sonuçlar oluşturdu. Batı toplumları refah toplumuna doğru giderken devletlerin güç ve sömürüden daha fazla pay kapma hırsları 1. Dünya ve 2. Dünya Savaşları’yla sonuçlandı. Batı dışı dünya, en çok da imparatorluklar bu yaşananlardan, özellikle Kapitalizm ve Ulusçuluk sonuçlarından olumsuz olarak etkilendiler. Dağılan ve parçalanan İmparatorluklar, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla İslam toplumlarının aleyhine, Batı toplumları lehine tezahür etti. Batı uygarlığının tezahürü olan “Maddi Medeniyet ve Kapitalizm” küreselleşme ile beraber farklı bir aşamaya geçti. Bu gün, dünya ve İslam toplumları bu aşamanın sonuçlarını yaşamaktadır. İslam dünyası;  Sykes Picot Antlaşması, Osmalı İmparatorluğu’nun dağılması, Siyonist Devlet’in kurulması, Yalta Konferansı/Antlaşması ve sonuçları, dağılan İmparatorluk’un toprakları üzerinde kurulan Ulus devletler, bu devletler üzerinden İslam toplumlarının, Ortadoğu’daki enerji kaynaklarının Batı lehine kontrol edilmesi, İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, 11 Eylül Saldırıları bahane edilerek Afganistan’ın işgali, Irak’ın işgali… üzerinden küreselleşen Batı uygarlığının sonuçlarına maruz kalmaya devam etmektedir.
Fransa’da eylemi gerçekleştiren “Cezayirli kardeşler” üzerinden Batı uygarlığının sonuçlarıyla nasıl yüzleşilebileceğinin dışavurumunu yaşıyor olabiliriz. Cezayir üzerinden devam edecek olursak; ülkeyi işgal et, insanları katliama tabi tut, ülkeyi maddi ve manevi olarak tahrip et, katliamdan kurtulan insanları Fransa’ya göçe mecbur bırak, göçmenleri en pis işlerinde kullan ve sonra da böcek muamelesi yaparak ötekileştir… Yapılan eylemin yapılış biçimi ve sonuçları tartışılabilir. Ötekileştirilen insanların ruh hali güç odakları tarafından manipüle edilmiş olabilir. Bu konuda daha birçok şey söylenebilir. Eylem bir sonuçtur. Eylemi yapanları ve sonuçlarını tartışmak işin en son kısmıdır. Batı uygarlığının sömürgeciliği, sömürgeleri üzerinden yaşanan travmaların er ya da geç hesabı sorulacaktır. Çünkü zulüm ile abad olunmaz. Zulmü irtikap eden de, sessiz kalan da bunun sonuçlarına katlanacaktır. İlahi sünnet hükmünü icra edecektir. Batı daha fazla geç olmadan “neden bizden nefret ediyorlar?” sorusunun cevabını bulmak için dürüstçe şapkayı önüne koyup düşünmelidir, eğer kibrini kırabilirse. Kibrini yenemeyen, kibrine mahkum olan toplumların, kültürlerin nasıl megaloman diktatörler peydahlayarak ilk önce içinden çıktığı toplumların sonra da insanlığın başına bela ettiklerine Hitler, Mussolini, Stalin, Saddam, Esad örneklerinden şahit olmadık mı?
İslam dünyası, 15. yy’da ne oldu, nasıl oldu, niçin oldu, biz bu olanları neden takip edemedik, bu olan bitenin sonuçlarına neden maruz kaldık? sorularını kendine sormalı ve sahici cevaplar vermeliydi. O gün veremediği gibi bugün de sahici cevaplar veremiyor ve kendini yenileyerek üzerine gelen bu saldırı ve kuşatmanın sonuçlarına maruz kalmaya devam ediyor.
“Siz kendinize bakın, eğer doğru yolda iseniz ‘sapkınlar topluluğu’ size zarar veremez” emr-i ilahisine muhatap bir ümmetin hiçbir konuda mazereti olamaz. Yeryüzünün halifesi olmaya namzet ve mecbur bir Ümmet, olan bitene karşı duyarsız kalamaz. Yeryüzünde bir yaprak kımıldasa haberi olması gereken bir topluluk nasıl tarihe maruz kalabiliyor? Kendi olamayan, kendi kalamayan bir topluluk ne olmasına karar veren topluluklar tarafından nesne muamelesine tabi tutulur. İslam dünyası, 18. yy’dan bu tarafa Batı uygarlığı tarafından nesne muamelesi görmektedir. Bu zillete bir son vermek durumundayız. Bu da ilk önce biz neyiz, ne olmalıyız, imkanlarımız, zaaflarımız nelerdir, nereden başlamalıyız, nasıl başlamalıyız, kimlerle başlamalıyız? sorularıyla yüzleşmek ve sahici cevaplar vermekle başlayacaktır. Suçu başkalarının üzerine atma hastalığından kurtulmak zorundayız. Durum tespiti yapmak başka bir şey, suçu kendimizin üzerinden atmak başka bir şeydir.
Batı uygarlığı, Feodalite’den  Burjuvazi’ye oradan Kapitalizme, Modernite’den Post-modernite’ye geçip teknoloji devrimini arkasına alarak küreselleşirken, hiçbir şey olmuyormuş gibi yaşayamayız. Batı uygarlığını biz eleştirmemiz gerekirken bu işi de Batı kendi içinde yapmaktadır. İslam dünyası aydınları Batı’yla aşk ve nefret üzerinden temasa geçiyor. Böyle olunca da sağlıklı bir Batı perspektifine ve eleştirisine ulaşamıyoruz. Biz, Batı’yı kendi aydınlarının ürettiği muhalif dil üzerinden eleştiriyoruz ve ona da ‘İslami eleştiri’ diyerek komik duruma düşüyoruz. Eleştirmek için önce, sahiden anlamak gerektiğini unutuyoruz. Batı uygarlığının, ürettiği kavram ve kurumların sonuçlarını, insanlığa maliyetini göstermek ve bu uygarlık üzerinden geliştirdiği kibri kırmak zorundayız. Bunun için önce aşiretçi, kavmiyetçi, mezhepçi anlayışlardan, alışkanlıklardan, kültürden kurtulmak zorundayız. Geçmişin kavram ve kurumlarıyla bu güne cevap veremediğimiz perişanlığımızdan belli olmuyor mu?
Kendisiyle yüzleşemeyenler başkalarını anlayamazlar ve onları eleştiremezler.
Batı bizi sömürüyor, eziyor, aramıza fitne sokuyor… vb ifadeleri çokça ve sıkça duyarız, Müslümanlardan. Birileri bunları yapabiliyorsa, bizim de onlara engel olma gibi bir sorumluluğumuz yok mu?  Niye biz sömürülüyoruz, eziliyoruz, nasıl bir toplumuz ki aramıza hemen fitne sokabiliyorlar, aramızdan hain ve tetikçi devşirebiliyorlar? Bu haller iç bünyenin çürümüşlüğüne delalet etmiyor mu? O zaman…
Şeytan ve dostları üzerine düşeni yapacaktır, o onların görevidir. Bize düşen de onların tuzağına düşmemek ve onların tuzağını boşa çıkarmak değil midir? Bu yetmez; kendi düzenimizi, insanlığa örnek olacak düzenimizi kurmakla mükellefiz.