Kültürlerarası etkileşim her zaman olmuştur lakin, bu denli benzerlik zannediyorum tarihimizde yoktur. Güçlü olan ülkelere göç etmiş insanlarda veya yayılmacı toplumların istila ettikleri yerleri değişime zorlamaları sonucunda insanlar, gerek korku gerekse güce olan tazim sebebiyle güçlü olanın yönünde bir değişim yaşamışlardır. Fakat hiçbir zaman küresel bir boyut kazanmamıştır. Artık, dünyanın hangi ücra köşesine giderseniz gidin aynı insan tipiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu benzerlik şeklî olmaktan da çıkmıştır. Bundan belki yirmi otuz sene önce bizi rahatsız eden olgular kılık kıyafet, saç sitili, dinlenen müzik çeşidi gibi unsurlardı. Bu tür değişimle mücadele etmesi kolay oluyordu. Çocuklarımızın zihnine ve ahlakına yerleştirdiğimiz örfi ve İslami ilkeler, olgunluk çağından sonra kendini gösteriyor ve ait olduğu kimliğe bürünüyordu. Şimdilerde ise hayata verilen anlam bütünüyle aynılaşmıştır. Geçmiş, şimdi ve gelecek tasavvuru, batı ve doğu toplumları için artık aynıdır. Varlığın başlangıcı bir sebebe dayandırılmamaktadır. Varsa bile, bu, ‘bilinemez’ düşüncesiyle ortak bir akideye oturtulmaktadır. Yeni nesiller, ‘bilinmeyen üzerinden bir gelecek tasavvuru oluşturmak anlamsızdır’ düşüncesine inandırılmaktadır. Durum böyle olunca tek değer olan ‘hazcılık putunun’ oluşumunu sağlayan şu akide, zihinlere ve kalplere hâkim oluyor. ‘Elimizde var olan mekânı ve zamanı iyi değerlendirmeliyiz çünkü hayat bir kere yaşanmaktadır. Toz toprak olmadan önce kutsal olan biricik hayatımızı, ‘hazzın zirvesine’ ulaştırmalıyız.’
Bu akideye sahip olmak Müslümanlar için kabul edilemez. Fakat acı bir gerçektir ki, yeni nesillerimiz, bırakın bu akideden etkilenmeyi bizzat ve layıkıyla hayata geçirmektedirler.
Dünya patronluğuna soyunan ‘ekâbir’ takımı, örgütlü bir çalışmanın ürünü olan globalizm’i, yerel müstekbir işbirlikçi ekâbirlerle dünyanın en ücra kesimlerine yerleştirmektedirler. Tarihin ve yüce Mevlâmızın kelamının şahitliğiyle, bu ekâbirlerin güç devşirmede kullanageldikleri değişmez kuralı olan putçuluk yine devrede. Biliyorsunuz Mekke’nin önde gelen müşrikleri de kavimlerini sömürmek için sahte kutsallar üretmiş, halkın tapınma içgüdüsünü hile ve aldatmalarla bu putlara yönlendirerek hakimiyetlerini kurmuşlardı.
Bir hayat şeklinin temelini oluşturan ‘ideoloji’ kavramı, İslam dininin en temel şubesi olan ‘akide’ kavramını karşılamaktadır. Günümüze hâkim olan bu ideoloji veya akide, küresel bir mahiyet kazanarak yeni din olan globalizm’i şekillendirmekte ve hızla yayılmaktadır.
Nedir bu globalizm ve nasıl bir ahlak üretiyor?
Türkçesi ‘küreselleşmecilik’ olan bu kavram, ilk tarif edildiği şekliyle kalmamış, modern döneme gelinceye kadar, başta hedeflenen ve gizli tutulan, Amerika’nın dünya patronluğunu (küresel sermayenin merkezi anlamında) kabul ettirecek şekilde, sinsice tüm dünya insanına, farklı yöntemlerle ve yeniden tarif edilerek tedricen kabul ettirilmiştir.
“Globalleşme terimi eski olmakla beraber ‘60’lı yıllarda uluslararası ekonomik hareketleri tanımlama tarzı olarak akademik dile girmiştir. Daha önceki dönemlerde örneğin Karl Marx’ın bu tanımı daha eskilere taşıdığı ve ilk kavramlaştıranın o olduğu da kabul ediliyor.” (İktibas dergisi, Eylül 1998, sayı 237)
Lakin, açık olan bir gerçek var ki, modern dönem Emperyalizminin baş kumandanı Amerika, (Amerikan sermaye babaları ve taşeronları) bu kavramsalı doğal olarak kendi üstünlüğünün bir nişanesi olarak kullanmasını ve kabul ettirmesini bilmiştir.
Bu kavramı, “Özellikle 1980 sonrasında yaşanan Berlin duvarının yıkılması, SSCB’nin çöküşü ve Doğu Blokunun dağılması süreçlerinin ardından teknolojinin, üretim ve yönetim yapısı değişikliklerinin ve çok uluslu şirketlerin artmasının etkisiyle sıkça duymaya başladık.” (İktibas dergisi, Eylül 1998, sayı 237) Çünkü bu bloğu yıkan ve ABD’yi temsil eden büyük sermaye sahipleri, önünde hiçbir engel kalmayacak ve leş kargası misali, Asya kıtasının zenginliğini ve insan emeğini dilediği gibi sömürme imkânı bulacaktı.
Bu düşünceyi daha iyi anlayabilmek için siyasi stratejist Ian Bremmer’ın Küreselleşmecilik tanımı önemlidir. Ian Bremmer röportajında küreselleşmeciliğin başarısız olduğunu anlatmakta lakin, yaptığı tanım manidardır.
“Küreselcilik, insanları birbirine yaklaştırmanın, sınırları açmanın, ticareti serbestleştirmenin, ABD ile diğer ülkelerin küresel güvenliği sağlamak için beraber çalışmasını sağlamanın ve ABD’nin diğer ülkeleri desteklemesinin dünyayı daha iyi bir yer yapacağını iddia eden bir ideolojidir. Küreselcilik hem ABD’de ve Batı’da hem de bir yere kadar dünyanın geri kalan kısmında geçmiş yıllarda en zengin yüzde 1’in desteklediği ideolojiydi’’ (https://www.capital.com.tr/is-dunyasi/soylesiler/kureselcilik-basarisiz-oldu)
Ian Bremmer devamında şunları ekliyor, “Küreselcilik dünyada İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra etkin hale geldi. Ortalık yatıştıktan sonra ayakta kalan tek ülke ABD’ydi. Washington’daki siyasetçiler eski dünya düzeninin küllerinden yeni bir dünya düzeni yaratmaları gerektiğine karar verdi. Bu da küresel kurumlar ve çok uluslu bir mimari demekti. Genel olarak da bunu ABD parasıyla ve daha da önemlisi ABD değerleri üzerinden yapmak istediler. Bu sistem aynı zamanda Marshall Planı’nda da belirtildiği gibi düşmanları yenmek anlamına da geliyordu. Bütün bunlar olmasaydı küreselcilik de olmazdı.” (https://www.capital.com.tr/is-dunyasi/soylesiler/kureselcilik-basarisiz-oldu)
Küreselcilik, aslında beyaz insanın baştan beri endüstrileşme sürecini kendi sınırlarının ötesine taşımayı ve tüm dünyaya yayılmayı hedefler. Beyaz insan bu süreci ilk önce kendi ülkesine ihraç ettiği kölelerle başlattı. Fakat bu tarz köleleştirme, kendi içinden yükselen seslerle (insanileşme sürecinde sözde kemale eren beyaz insanın sesiydi bu), modern dünyanın ruhuna ters düşmeye başlayınca endüstriyi, üçüncü dünya ülkelerine taşıyarak halkları, kendi topraklarında modern dünyanın ruhuna uygun olarak ‘özgürlük içinde kölelik’ mefhumunu kabul ettirdi. Tabii fakir olan bu halk, görece bir zenginleşme karşısında bu süreci kabullenmede zorlanmadı. Hatta medya, eğitim ve diğer sosyal ve kültürel araçlar sayesinde zihinleri önceden uyuşturulmuş, aldatılmış ve Kur’an’ın tabiriyle aptallaştırılmış halk, düştüğü durumun farkına bile varamadı. Bu gelişme, beyaz halkı da doğulu insanla aynı sınıfa düşürdü diyebiliriz. Böylece kendi içinden çıkabilecek başkaldırının önünü kesmiş hem de rekabet duygusu arttırılarak daha çok çalışmayı ve tüketmeyi tetiklemiştir. Korku psikolojisinin etkisinde kalan beyaz halklarda ‘lüksünden mahrum kalma korkusuyla’ bu gelişmeye tedricen alışmış, kısmen zorunlu, kısmen farkında olmadan kendini modern köleliğin içinde bulmuştur. Artık beyaz halklar bu dünya imparatoru küresel sermaye karşısında diğerleri gibi bir dünya vatandaşıdır. Bu vatandaş artık siyah, beyaz, batılı, doğulu, Müslüman, Hristiyan değildir. Yeni dünya imparatorunun oluşturduğu globalizm dininin mensubu gönüllü bir köledir.
Dolayısıyla bu kavramsalla, yeni dünya imparatorluğuna soyunan ABD endeksli sermaye sahiplerinin doyumsuz iştahlarını bilenler, bununla ne hedeflendiğini gayet iyi bilirler. Yeni bir dünya imparatorluğu anlayışı üretmek ve bunun patronluğunu yapmak.
Küreselcilik, bir başka deyişle; “yeni iletişim sistemlerinin keşfiyle yapılan ticaretin daha hızlı ve kâr getirici olması sebebiyle dünya insanını birbiriyle milli değerleri aşan bir bağ ile bağlamayı” ifade ediyor.
´Çok uluslu şirketler` kavramıyla ilk bağlamda masum bir algı oluşturdular. Böylece dünya insanı çok uluslu şirketler sayesinde dünya sermayesinden yararlanabilecek, sermaye tekelden kurtulmuş olacaktı. Tabii bu her zaman olduğu gibi iddia edilenin ötesinde bir hedefi gizlemektedir. Bunu söylemiştik. Bu hedefi anlamak için bu kavramın sıkça kullanılmaya başlandığı dönem de yayılmacılık gösteren çok uluslu şirketlerin kökenini bilmek yeterli olacaktır. Bu sermaye sahipleri o dönemlerde dünya zenginlik kaynaklarını, savaş aracını kullanarak ellerinde tutmasını bilen kesimlerdir. Bunların kimler olduğunu az çok biliyoruz.
Doğu blokunun yıkılmasıyla liderliği ele geçiren bu kesimler, yeni dünya imparatorluğunu ilan etmek üzere işe koyuldular.
Ulusal hükümetlerin politikalarını, küresel sermayeye endekslemelerini sağladılar. Böylelikle halklar ulusalcılığın verdiği bağlılıkla doğrudan bu imparatorluğun vatandaşı oldular. Bu imparatorluğun en büyük putu para ve bunun doğurduğu güç olduğu için, bu gücün oluşmasına ve devamlılığına engel teşkil edecek tüm engelleri kaldırmak zorundadırlar. Bu engeller ulusalcılığa rağmen milli değerlerdir ve bu kavram dahilinde kabul edilen tüm unsurlar ki, din de bundan nasibini almaktadır. Bu gücün oluşmasını sağlamak için insanın hazcılığa karşı olan zaafını güçlendirmek adına nefsi kışkırtan araçlar geliştirdiler veya var olanları bu yönde kullandılar. Çünkü hazcı halklar tüketecektir. Öyleyse hazcılığın ve bunun sonucu olan tüketim kültürüne engel koyacak tüm değerler iğdiş edilecek ve yok olması sağlanacaktır. Bu değerler, milli değerler sisteminde özelde de dinde bulunmaktadır. Dolayısıyla bu değerlere savaş açılmıştır. Bunların yok olması, yerine bu imparatorluğun yüceltilmesini sağlayacak olan yeni değerler sistemi kurulmaktadır. Bu süreci destekleyen yeni kavramlar üretilip zihinler eski değerlerden arındırılmakta ve yerine yeni değerler yerleştirilerek hayatı yeni oluşturdukları geçmiş ve gelecek tasavvuru ile yeniden okutmaktadırlar. Eşyaya bakış açısı istenilen hedefi gerçekleştirecek şekilde dizayn edilmektedir.
Bu süreci anlamak için ‘post-modernizm, post-truth (hakikat ötesi), post-truth nation (hakikat ötesi ulus) gibi kavramları inceleyip daha eski olan ‘liberalizm, kapitalizm, neo-liberalizm’ gibi kavramlarla bağlantısını kurmak gerekir. Burada kastımızın anlaşılması için kısaca post-truth´un anlamıyla yetinelim. Dileyen bu kavramı ve diğerlerini daha geniş araştırabilir.
“Post-truth: 2016 yılının kelimesi olarak ‘post-truth’u seçen Oxford sözlüğü kelimeyi ‘nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu’ şeklinde tanımlanıyor. Türkçeye ‘gerçek-ötesi’, ‘gerçek-sonrası’ ya da ‘post-olgusal’ şeklinde çevirmek mümkün.
Gerçeğin çarpıtılması, manipüle edilmesiyle yaratılan sahte gerçeklik, kurgu vakalar ve tasarlanmış gerçekler şeklinde karşımıza çıkan bu kavram yeni gerçek vurgusuyla, samimiyetin, içtenliğin ve dürüstlüğün heba edildiği bir insan ahlakı oluşturuyor.” (https://www.fikriyat.com/galeri/yasam/yalanlardan-gerceklik-ureten-siyasi-dalga-post-truth)
“Post-truth asıl gerçeğin önemini yitirdiği, duygulara yönelik, iyi hissettiren olguların gerçeğin yerini aldığı bir dönemin habercisidir… Bu terim objektif olguların, kamuoyunu şekillendirmede, duygu ve kişisel inançlara göre daha az etkili olması halini yani basit bir deyişle, gerçeklerden ziyade duygusal argümanlardan etkilenmeyi ifade etmektedir.” (http://www.ressjournal.com/Makaleler/1353896921_5%20Ayhan%20K%c3%9cNGER%c3%9c.pf)
Tanıma bakarsak, bugüne kadar bildiğimiz, uğrunda savaşlar verilen gerçek, hak gibi kavramlar tarihe gömülmek isteniyor. Yerine belirli güçlerin oluşturduğu ‘kitlesel ortak duygu’ hakikatin yerine konarak insanların anını ve geleceğini oluşturacak. Bu duyguları yönlendiren araçları, elinde bulunduranlar ise dünyanın patronu olacaklar.
Firavun ve hanedanı her zaman var oldular. Şekil değiştirerek insanlığa ilahlık ve rablık taslamaya devam etmektedir.
Post Truth kavramıyla alakalı birkaç alıntı daha yapıp konuma devam etmek istiyorum.
“Post-truth dönem agnotoloji ile de ilişkilendirilmekte olup kelime Neoklasik Yunanca’da bilgisizlik anlamına gelen ‘agnosis’ ve varlık felsefesi anlamına gelen ‘ontoloji’ kelimelerinden türemiştir. Kasıtlı olarak cehalet yayma konusunun incelenmesini ‘agnotoloji’ yani, ‘bilgisizlik bilimi’ olarak adlandıran Stanford Üniversitesi’nden bilim tarihçisi Robert Proctor’a göre agnotoloji ya bir ürünü satmak ya da çıkar elde etmek için kasıtlı olarak kafa karışıklığı ve yalan bilgi yaymanın incelenmesi demektir (Kenyon, 2016). Örnek olarak, bilim insanlarının %97’sinin iklim değişikliğinin doğanın insanlar tarafından tahrip edilmesine dayandığını savunmasına karşın, kiralanmış ‘uzmanlar’ tartışma programlarında bu konuda güvenilir bir veri eksikliği olduğunu ileri sürebilirler. İçinde yaşadığımız bu ortamda agnotolojinin nispeten iyi huylu olanlarından (insanları olguların seçici kullanımı yoluyla ikna etmek), kasıtlı olarak kötü niyetli (nesnel olarak hatalı bilginin kasıtlı olarak satılması) olanlarına dek çeşitli boyutları bulunmaktadır.” (http://www.ressjournal.com/Makaleler/1353896921_5%20Ayhan%20K%c3%9cNGER%c3%9c.pf)
“Post-truth kültürün bir diğer önemli unsurunun sosyal medyanın yükselişi olduğunu söyleyen Prof. Grayling, güçlü olan görüşlerin kanıtları yere vurduğu post-truth denen fenomeninin ‘Benim görüşlerim gerçeklerden daha değerlidir’. ‘Ben nasıl hissediyorsam gerçek odur’dan ibaret olduğunu eklemektedir. Grayling devamla şöyle demektedir: Bu korkunç derecede narsist bir eğilimdir, bu bağlamda görüşlerinizi yaymak için eğer bir yayıncı bulamadıysanız, size gereken tek şey akıllı bir telefondur ve benimle aynı fikirde değilsen, bu fikirlerime değil, bana bir saldırıdır!. Prof. Grayling’e göre en ön sıraya geçmek ve ünlü biriymiş gibi dikkat çekmek için çaba sarf edilen, gerçek ile kurgu arasında ayrım yapamayacak bir çevrimiçi kitle kültürü doğmaktadır.” (http://www.ressjournal.com/Makaleler/1353896921_5%20Ayhan%20K%c3%9cNGER%c3%9c.pf)
“Christian Salmon, ABD’li tanınmış köşe yazarı Ron Suskind ile Bush’un üst düzey bir iletişim danışmanı arasında geçen şu çarpıcı diyaloğu aktarmaktadır: Suskind’in bir yazısından hoşnut kalmayan Başkan Bush’un danışmanı, ‘yazısının verilere dayandığını’ söyleyen köşe yazarına şu ayarı verir: Sizler (‘reality based community’) gerçeklere tapan bir topluluksunuz. Gözlemlenebilen gerçeklere dayandırılan muhakemelerden bir sonuç çıkarmaya çalışıyorsunuz. Ama artık dünyada işler böyle yürümüyor. Biz bir imparatorluğuz. Ve bir imparatorluk olarak hareket ettiğimizde kendi gerçeğimizi yaratıyoruz. Siz o gerçeği etüt ederken, biz tekrar harekete geçiyoruz ve yeni gerçekler yaratıyoruz. Yani tarihin aktörü olan biziz. (Tarihi biz yaratıyoruz!) Dolayısıyla sizin göreviniz bundan böyle bizim yaptıklarımıza odaklanıp, etüt etmek olmalı! (Cerrahoğlu, 2016).” (http://www.ressjournal.com/Makaleler/1353896921_5%20Ayhan%20K%C3%9CNGER%C3%9C.pdf )
Küresel bir dünyadan bahsedebilmek için tek tip insan üretmek gerekiyor. Bu insan kapitalin hegemonyasına başkaldırabilecek bir ideolojiye veya dine sahip olmayacak. Farklar ortadan kalktıkça küresel sermaye, pazarını kurabilecek emniyetli bir dünya oluşturmuş oluyor. Eşyaya ve hayata aynı gözden bakan daha doğrusu küresel sermayenin isteği doğrultusunda bakan insan tipi en ideal olanıdır.
‘Küresel ahlak’, nefsi kışkırtılmış, hazcı, tüketim delisi ve aynılaşmış yeni bir dünya vatandaşı üretiyor.
Yazımın ikinci bölümünde ‘Küresel Ahlakın ne’liğini örnekler vererek değerlendireceğim.