Venezuela ve Benzerleri

Halklar bilinçleninceye, dost ve düşmanlarını ayırt edinceye kadar ABD ve benzerlerinin borusu ötmeye devam edecek. Ne zamanki halklar uyanır Latin Amerika ve diğerleri akletmeye başlarlar o zaman kovboyun hükmü de etkisi de biter.

Venezula ve devlet başkanı Nicolas Maduro’nun başına gelenleri gördükçe Amerika, Latin Amerika, Ortadoğu ve dünyada dünden bugüne olup-bitenler, olup da bitmeyenleri hatırladım. Maduro’nun karşılaşmış olduğu muamele sanki bir ilkmiş gibi yankı buluyor. Oysa Maduro’nun başına gelenler ne ilk, ne de son olacak.

İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Yalta Konferansı’nın dünyaya ve özellikle de üçüncü dünya ülkeleri ve halkı Müslüman olan ülkelere tahmil ettiği sorunlar sanki unutulmuş gibi. Hatırlayalım. Amerika İkinci Dünya Savaşı’na Aralık 1941’de dahil oldu, hem de zinde bir güç olarak. Keza savaşın hem kaderini, hem de savaş sonrası oluşumları tayin etme hakkını elde ederek savaşı sonlandırdı. Amerika’nın o dönem başkanı olan Roosevelt, SSCB’nin başkanı Stalin, İngiltere başbakanı Churchill ve ekipleri adı geçen konferansta adeta dünyayı yeniden parsellediler. Malum ilk parselleme İngiltere-Fransa ve Rusya’nın iştiraki ile 1916’da olmuştu tarihe Sykes-Picot-Zaharof anlaşması olarak da geçer. Yalta öncesi savaşın devam ettiği zaman diliminde önce Tahran Konferansı (28 Kasım-1 Aralık 1943) gerçekleşti. Ardından Yalta Konferansı (5-11 Şubat 1945) akdolundu. Keza Potsdam Konferansı (17 Temmuz- 7 Ağustos 1945) devam ederken Amerikan B-29 bombardıman uçakları 26 Temmuz’da Nagazaki, 6 Ağustos 1945’de de Hiroşima’yı atom bombaları ile vurdular. Bu bombardımanlarda Japonya 150 bin insanını kaybetti. Oysa Japonya teslim olmuştu. Ama Amerika savaşın tek galibi kendisi olduğunu ve keza Yalta’da netleşmiş olan parselasyonu bilhassa İngiltere’nin itiraz etmemesi için o dönemin ABD Başkanı Truman bu cinayeti işlemekte beis görmedi.

Yalta sonrası güya dünya iki kutuplu hale geldi. Bu kutuplardan birisi ABD, diğeri SSCB idi. İki kutuplu addedilen dünyanın kutuplar arası ilişkilere de bir isim bulundu. Bunun da adına ‘SOĞUK SAVAŞ’ dendi. Oysa ne iki kutuplu bir dünya vardı, ne de ABD ve SSCB için ‘soğuk savaş’ maskesi altında ve ‘Barış içerisinde birlikte yaşamak’ formülüne uygun olarak ilişkilerini sürdürüyorlardı. Zira bu formül Yalta’da ortaya çıkan bir formül olmasına rağmen, Küba Domuzlar Körfezi Krizinin ardından 1961 yılında SSCB Başkanı Khrushchev ve ABD Başkanı Kennedy arasında yeniden teyit edilmişti. ABD ve SSCB 1945-1990 arası ciddi hiçbir çatışma yaşamadıkları halde üçüncü dünya ülkeleri ve halkı Müslüman olan ülkeler neredeyse hep ‘sıcak savaş’ı yaşadılar. Mesela Hindistan-Pakistan anlaşmazlık ve savaşı 1947’den beri Keşmir özelinde devam ediyor. Filistin-İsrail, Arap-İsrail anlaşmazlık ve savaşı 1948’den bu yana sürüyor. Cezayir’in bağımsızlık savaşı 1.5 milyon Cezayirlinin can kaybı ile 1954-1962 arası devam etti. Keza 1965-1973 yılları arasında Vietnam Savaşı yaşandı. Bu savaşta güney ve kuzey Vietnam’ın can kaybı 500 bini sivil olmak üzere 1.084 bindir. Elbette ABD’nin de kaybı oldu. 46 bin ABD askeri öldü 4800 helikopter ile 3700 uçak kaybetti Amerika Vietnam’da. Şunu demek istiyorum: ABD ve SSCB’nin söylemlerinin aksine üçüncü dünya ülkeleri ve halkı Müslüman olan ülkeler sıcak savaşı bütün iliklerine varıncaya kadar yaşadılar. Latin Amerika, Ortadoğu, Balkanlar, Asya bunlar hep nasiplerini aldılar.

Yalta parselasyonu ile Ortadoğu, Balkanlar Türkiye ve Yunanistan ABD’nin siyasi ve ekonomik nüfuz alanına girmişti. Keza SSCB’de Doğu Avrupa, Kafkasya, Orta Asya gibi bölgeleri siyasi ve ekonomik nüfuz alanına dahil etmişti. Dikkat ederseniz bu parselasyonda Fransa, İngiltere, İtalya gözükmüyor. Gerek ABD ve gerekse SSCB kendi nüfuz alanlarındaki ülkeleri arka bahçeleri olarak gördüler. Zaten siyasi literatürde de bu oluşuma ‘Arka bahçe doktrini’ denmektedir. ABD ve SSCB kendi deyimleri ile soğuk savaş süresince arka bahçelerini diledikleri gibi kullandılar. Arka bahçe’de ya da bahçelerde sorun olduğunda da birbirlerinin lehine sorunları çözüme çalıştılar.  İlginçtir, 1967 Dubçek olaylarının ardından o dönemlerde Amerika’nın Doğu Avrupa ülkelerinde görev yapan diplomatlarına yine Doğu Avrupa ülkeleri masası şefi Sonnenfeld’in bir konuşma esnasında: “Sizler doğu Avrupa ülkelerinde görev yapan Amerikalı hariciyeciler, bulunduğunuz yerlerdeki insanlara, yöneticilere SSCB’yi sevdirmelisiniz. Aksi halde Varşova Paktı dağılır. Bu pakt dağılırsa NATO işlevini yitirir..” diyordu. Bu yaklaşımı da Siyasi tarih “Sonnenfeld Doktrini” olarak kayıtlara geçmiştir.

Malumunuz, şimdilerde arka bahçe doktrininin devamı olarak Venezuela ve Devlet Başkanı Maduro’ya karşı ABD ve yandaşları harekat başlattılar. Askerleri ve diğer memurları seçimle işbaşına gelmiş Maduro’yu tanımamaya çağırmaktalar. Keza Maduro’nun yerine Meclis Başkanı Juan Guaido’yu devlet başkanı olarak tanımaya çağırdılar. Dünyanın birçok ülkesi de bu çağrıya olumlu yanıt verdi. Türkiye, Rusya, Çin, İran, Meksika gibi bazı ülkeler de Maduro’nun ve yönetiminin yanında olduklarını belirttiler. Maduro’ya karşı yapılan darbenin yanında ya da karşısında yer alanlar neyi değiştirecekler, ne yapabilirler? Dilerseniz bu sorunun cevabını hem kendi coğrafyamızdan hem de Latin Amerika coğrafyasından arayalım.. Türkiye 70 yıldan beri Amerika ile müttefik. 70 yıl içerisinde meydana gelen tüm darbe ve muhtıraların arkasında Amerika’nın olduğu bilinmektedir. 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül Darbesi bunun en önemli kanıtlarındandır. 12 Eylül Darbesi sırasında o dönem Türkiye Masası Sorumlusu Paul Hanze, Beyaz Saray’daki ilgili birimi arayarak her zaman olduğu gibi yeni bir gelişme olup olmadığını birimdeki görevliye sorar. Görevli:

·        “Paul, seninkiler nihayet yaptı. (Your boys have done it)

·        Kim benimkiler, neden bahsediyorsun?

·        Senin generaller Türkiye’de darbe yaptılar.

·        O, öyle mi? Çok memnun oldum.” (M. Ali Birand, 12 Eylül, Saat: 04.00, s. 286)

İran’da Musaddık’a karşı yapılanlar, Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Lübnan’da yapılanlar, bunların neredeyse hepsi Arka Bahçe Doktrini kapsamında yapılmıştır. Hem sonra Türkiye’nin ifade ettiği gibi sandık, demokrasi, seçimler Amerika için bir mana ifade etmez. Etseydi 6 Ocak 2006’daki Filistin seçimlerinde ifade ederdi. Carter’ın gözlemci olarak katıldığı seçimlerde Hamas, 132 sandalyenin 76’sını kazandığı halde bu sayılmaz dediler. Keza Cezayir’de FİS, Abbas Medeni ve arkadaşları seçimlere katılımın yüzde 87’sini aldıkları halde bu sonuca da sayılmaz dediler. Ve seçimler sonrası gelen darbenin ardından 120 bin Cezayirliyi katlettiler. Kimsenin gıkı çıkmadı. 2012’de Mursi seçimle, sandıkla, demokrasi ile cumhurbaşkanı oldu. 3 Temmuz 2013’de Amerika’nın engin katkılarıyla alaşağı edildi. Binlerce insan katledildi Mursi ve arkadaşları halen zindanlarda çürümekteler. Onun için demokrasi, seçim vs. diyenler aklınızı başınıza alın Amerika için emperyal güç odakları için sandık, seçim, demokrasi hiçbir anlam ifade etmez.

Dilerseniz Latin Amerika’nın yakın tarihinden birkaç darbe olayı paylaşalım. Mesela Şili. Başta bakır madeni olmak üzere çeşitli yeraltı zenginliklerine sahip olan Şili’de seçimle işbaşına gelmiş olan Salvador Allende’ye karşı general Pinochet 11 Eylül 1973’de darbe yaptı. Binlerce, on binlerce insan katledildi kaybedildi. Aslında Allende Marksist birisiydi. Demokratik yollarla işbaşına gelmişti. Yapılan darbe karşısında ne Rusya, ne de Çin Allende’ye sahiplenmedi. Niçin? Çünkü Şili Amerika’nın arka bahçesinde yer alıyor. Bir diğer örnek Arjantin. Yani “benim için ağlama Arjantin” dizelerinin yazarı Eva Peron’un ya da Evita’nın kocası olan Devlet Başkanı Peron’a karşı 24 Mart 1976’da askeri darbe gerçekleştirildi. Kimse Peron’a sahiplenmedi.. Panama’yı unutmadık. 1980’lerin başında kirli işlerini gördürmek için Amerika’nın işbaşına-devlet başkanlığına getirdiği NOREAGA, 1985’e gelindiğinde ABD ile ters düştü ve Amerika bir gece ansızın Noreaga’yı Panama’dan aldı ve Amerikan hapishanesine tıktı ve Noreaga orada 86 yaşında öldü. Hatırlayan var mı? Sovyet işgali sonrası Afganistan’da Taliban’a destek veren Amerika işi bittiğinde Taliban’ı düşman ilan ettiğinde kimin sesi çıktı? Bolivya, Nikaragua, Ekvator, Kolombiya, Honduras ve diğerleri. Bunların hepsinde de benzer şeyler yaşandı. Hatırlayan var mı?

Özetle ifade etmek gerekirse Maduro’yu da bekleyen akıbet Allende, Peru ve Noreaga’yı bekleyen akıbetten farklı olmayacaktır. Keza ona destek olanlar da bunu biliyorlar. Ama safımız belli olsun kabilinden tavır koymayı da ihmal etmiyorlar. Peki! Bu Üçüncü Dünya Ülkelerinin, Halkı Müslüman olan ülkelerin başlarına gelen bu felaketler onların kaderi mi? Hayır, hayır hayır! Bakınız Amerika’nın demografik yapısı, ekonomik eşitsizliği, gücünü bir dev gibi kullanma alışkanlığı aslında onların zayıf karnıdır. Humeyni, İran İslam Devrimi sonrası Amerikan tehdidi ile korkutulmak istendiğinde ne dedi: “Amerika hiçbir halt edemez, siz işinize bakınız.” Ne yaptı Amerika, Humeyni’yi bacağından mı astı. 8 yıl süren İran-Irak savaşında Amerika’nın tüm desteğine rağmen Saddam İran’ı devirebildi mi? Hayır!

Amerika’nın en zayıf karnı demografik yapısıdır. Yapılan araştırmalara göre 2044 yılında Amerika’nın Hispanik olmayan beyaz nüfusu yüzde ellinin altında kalacak. 2016 nüfus sayımına göre ülkedeki Latin Amerikalı nüfusu 57.4 milyon. Yani ülke nüfusunun yüzde on sekizine tekabül ediyor. Alman asıllı ABD’li 50 milyon, İrlanda’lı 40 milyon, İngilizler 30 milyon, İskoç’lar 25 milyon, İtalyanlar 18 milyon vs. Zenciler, Yahudiler, Yerliler.. Evet bunların hepsi pimi çekilmiş bombaya dönüşebilirler. Amerika’nın en büyük korkusu Latin Amerikalılar, Hispanikler. Trump, durup dururken mi Meksika sınırına duvar çekmeye çalışıyor?

Halklar bilinçleninceye, dost ve düşmanlarını ayırt edinceye kadar ABD ve benzerlerinin borusu ötmeye devam edecek. Ne zamanki halklar uyanır Latin Amerika ve diğerleri akletmeye başlarlar o zaman kovboyun hükmü de etkisi de biter.

Hertaraf.com / Süleyman Arslantaş