‘Türk’e Tapmak’ın Abc’si

Site yazarlarımızdan M. Ali Durmuş, bu sefer bir kitaba dikkatlerimizi çekiyor. 'Türk'e Tapmak' isimli kitap, yeniden kurulan devletle birlikte yeni bir tanrı ve dinin nasıl inşa edildiğini gözler önüne seriyor..

Onur Atalay’ın, ‘Türk’e Tapmak’ın abc’sini yazdığı, alt başlığı ‘Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm’ olan kitabından bahsetmek istiyorum. (İletişim yayınları, İst-2018, 332 sayfa).

Normal şartlarda kitapları övücü ifadeler yazmayı yanlış buluyorum. Kitabı okuyucunun insaf ve iz’anına bırakmak gerekiyor. Bu yüzdendir ki, mecbur kalmadıkça altı çizili bir kitabı okumayı istemem, benim kitaplarımı da bir başkasının okumasını aynı gerekçeyle sevimsiz bulurum. Çünkü kitabın bazı satırlarının altını çizmek, ihsas-ı reydir. Herhangi bir işaret konmaksızın, iki kişi aynı satırlar üzerinde aynı görüşü belirtiyorlar mı, işte o zaman güzel bir ‘icma’ ortaya çıkıyor.

Bu kaydı düşmekle beraber, Onur Atalay’ın kitabını daha yazının en başında takdir etmekte bir beis görmüyorum. İnsan olarak çok kitap okursunuz da, içinden çok azı için, ‘haza kitap’ dersiniz. ‘Türk’e Tapmak’ kitabı da böyle bir şey kanaatimce. Yani ‘kitap’ kelimesini çekincesizce kullanabileceğiniz bir kitap…

Galatasaray lisesi ve Boğaziçi üniversitesi mezunu olduğunu öğrendiğimiz Atalay, yüksek lisans yapmış. Galatasaray Üniversitesinde ise siyaset alanında doktora yapmış.

Atalay’ın kitabının çok ince ve derin bir araştırma mahsulü olduğu ortada. Büyük bir sabır ister böylesi bir çalışma. Onur Atalay’ın ‘İslamcı’ bir geleneğe mensup olmadan bu kitabı yazması, kitabın katma değeri olarak görülmelidir. Buna yazarın, kitabın başından sonuna objektifliğini korumuş olmasını, değerlendirmelerindeki ölçülülüğü de eklediğimiz zaman, okunası bir kitap çıkıyor ortaya. Peki, yazarın ‘İslamcı’ geleneğe mensup olmamasının önemi nedir? Önemi şudur: Yazar ‘İslamcı’ olsaydı, daha baştan bir sıfır mağlup başlamış sayılacaktı. Çünkü “e zaten başka ne beklenir ki!” yaklaşımına maruz kalacaktı. İslamcı bir yazarın da yer yer ‘objektifliğini’ yitirmesi, bazı öznel değerlendirmelere girişmiş olması büyük bir ihtimaldi. (Bunu, objektiflik mutlak iyidir, sübjektiflik mutlak kötüdür anlamında söylemiyorum).

Ama ‘Türk’e Tapma’nın temelinde yatan seküler değerlere muhtemelen pek bir itirazı olmayan bir yazar, ‘Türk’e Tapmak’ diye bir başlık atıp, başlığının içini de bilgi ve belgelerle doldurduğu zaman hemen her kesim için daha bir inandırıcı olmaktadır. Tabi ki ‘düşünce’ denilen şeyi kafasına çekiçle çaksanız geçmeyecek denli mermer kafaları bağlayıcı herhangi bir tez henüz dünyada var olmuş değildir, o ayrı bir bahistir.

Onur Atalay’ın kitabı on bir bölümden oluşmaktadır. Bunlardan mesela beşinci bölümün başlığı şu şekildedir: “Bir Seküler Din Olarak Kemalizm’in İnşası.” Altıncı bölümde Kemalizm’in ilk kutsalı saydığı Medeniyet/Batı’yı, yedinci bölümde Kemalizm’in ikinci kutsalı olan bilimi, sekizinci bölümde ise üçüncü kutsal olan milliyetçiliği incelemiş. “Kurtuluş Savaşından 10. Yıla Bir Tanrı Doğuyor” bahsini 9. bölümde; “Tanrı’yı Halka Tanıtmak” bahsini 10. bölümde, “Bir Tanrı ölürse…” bahsini de 11. bölümde işlemiş bulunmaktadır.

Onur Atalay ‘Türk’e Tapmak’ başlığındaki ‘Türk’ü etraflıca tanıtmaktadır. Özetin özeti olarak söyleyecek olursak, bir devrin ardından yeni bir devir kurulurken, önceki devre ait kutsallar, dini terminoloji ve motifler öncelikle yerlerinden sert yöntemlerle sökülüp, sonra bir kilim dokur gibi, her birinin yerine yenisi itina ile yerleştirilmiştir. (Bu ‘itina’ ve ‘özen’in içine hangi yöntemlerin dahil olduğunu kestirmek zor değildir). Önceki dönemden kalma Tanrı, ilah, Peygamber, vahiy, kitap, kutsal kitap, nur, miraç, Kabe, gök/ler, inanç, iman, din gibi terimler bütünüyle yerlerinden kazınmış ama hiçbirisi kaldırılıp atılmamıştır. Bütün bu terimler ve hatta daha fazlası, yeni dönemin inşasında kullanılmıştır. ‘Allah’ kelimesi de bunlardan biridir. Allah kelimesinin yeni dönemin ikamesi, yeni bir din inşası, yeni tanrı/lar yaratma uğrunda ne kadar kullanılmış olduğunu görmek şaşırtıcı gelebilmektedir.

Zamanın behrinde her şeyi yoktan yaratan olarak betimlenen M. Kemal için ‘Türk’ün peygamberi’ gibi nitelemeler havada uçuşmaktadır ve zaman içerisinde oldukça sıradanlaşmıştır. Dolayısıyla, şayet tanrılık makamına çıkartılırsa belki o zaman bir iş yapılmış sayılacaktı. Bu hususta da zamanın intelijansiyasını tutacak hiçbir güç yoktu. Nitekim tanrı/ilah benzetmeleri de havada uçuşmaya başladı. Ama bu da yetmezdi. Bir adım daha atıp, Allah sözcüğü ile tavsif etmek gerekirdi ve o da yapıldı. “Allah değil, o yazdı alın yazımızı” (İlhami Bekir). “Yeniden yarattığı vatanın başında hala bir Allah gibi durmaktadır.” gibi cümleler, sadece küçük iki örnektir.

Evet, ‘Türk’e Tapmak’ içi boş, ilmi dayanaktan yoksun, hamasi nutuklar değildir. Allah, tapılacak bir mefhum olmaktan çıkartılınca, Allah kelimesinin kapladığı alan boş bırakılmayıp, tamamen yeni tanrı tasavvurlarıyla doldurulmuştur. Hatta yer yer Allah bile düşük ayarda bir Tanrı olarak lanse edilip, yeni Tanrı/ların O’ndan çok daha ilerisini yaptığı, Allah’ın, yeni Tanrı/ların yaptıklarını kıskandığı bile terennüm edilebilmiştir. Yazar, ‘Gazi mistisizmi’ gibi terimlerle bu durumu ifade etmeye çalışmıştır. Yazarın ‘Gazi mistisizmi’ dediği şeyin en hararetli mistikleri olarak da Behçet Kemal Çağlar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Kemalettin Kamî (Kamu) gibi isimler öne çıkmaktadır.

İslami terimlerin yanında vahdet-i vücud gibi tasavvufi terimler de sıkça kullanılmış, adeta ‘fena fil Gazi’ mistisizmi ikame edilmiştir. Adeta bir yanardağın, içinde gizlediği lavlarını püskürmesi misali, yeni ‘Türk’e Tapmak’ dininin seküler ruhban sınıfı da, içlerinde gizledikleri Din, Allah, Peygamber karşıtı ne kadar his varsa, onları sansürsüzce kağıda, taşlara ve mermere (heykel) dökmekten çekinmemişlerdir.

Onur Atalay, siyasal bir lideri tanrılaştırma girişiminde, söz konusu olan liderin bir rolünün, daha doğrusu rızasının olmadığı, ona rağmen bu tanrılaştırmaların yapıldığı gibi itirazlara da cevap vermektedir. Liderin, ölümünden önce yer yer kendisini yüceltici söylemlerin neden yapılmadığı uyarı ve sitemlerine dikkat çekmiş; ayrıca 1933 yılında Cumhuriyetin onuncu yılı kutlamaları vesilesiyle yapılan etkinlikler, yazılan şiirler, gazete yazıları ve kitaplar üzerinden okumalar yapmış, örnekler almış. Türkiye’de ilk heykellerin dikilmesi ve yaygınlaşması sürecine değinmiş.

‘Türk’e Tapmak’ sözündeki ‘Türk’, bir ırkın adı değildir, İsmet Özel’in ‘gavurla savaşmayı göze alan’ anlamında bir tanımı da yok bu ‘Türk’ün. Bu, artık kendisine teolojik bir anlamın yüklendiği, adeta yaratıcılığı, tarihe yön vericiliği, her şeye müdahil oluşuyla külli şey’in kadîr olan Allah adının yerine ikame edilen yaratıcı/yaşatıcı/yönetici bir tanrısal güçtür, (Hak değil,) Halk’tır. Değerini de en çok, göğe isnad edilen birtakım sözde değerler sistemini tuş edip, hiçbir kutsalı olmayan ama bütün seküler değerlere kutsalın kisvesini giydiren yepyeni bir düzen kurmasından almaktadır.

Onur Atalay’ın kitabından şöyle bir fikrî neticeye ulaşıyoruz: Demek ki Cumhuriyetin kurulmasından önceki dönemin referansları, toplumun bağlı olduğu kök değerler ve kendisini bağlı hissettiği paradigma o kadar aşılması imkânsız, büyük bir ‘engel’ olarak görülüyormuş ki, yeni düzenin kurulması, bir imkansızı başarmaktan dolayı ciddi bir şok etkisi doğurmuştur. Böyle bir başarının gelmesi asla umulmamıştı zira bu başarı bir beşerin güç yetirebileceği bir iş değildi! Bunu ancak bir tanrı yapabilirdi. Bilinen Tanrı da denklemden çıkartıldığına göre, bunun izahı nasıl yapılacaktı? Demek ki, ‘eski’ Tanrı tahtından indirilip, yerine, bu işi daha iyi bilen yeni tanrı oturtulursa, o zaman izahı yapılabilirdi. (Bu yeni ‘iş’, “Tanrı aklının da zor aldığı bir iştir”).

Peki, ‘Tanrı ölürse’ ne olur? M. Kemal’den sonra, kaptan köşküne oturan İsmet İnönü artık dizginleri eline almıştır. En yakın arkadaşının döneminde hep ‘ikinci adam’ konumunda tutulmasının verdiği duyguyla mıdır bilinmez, vaziyete hâkim olmaya çalışmış, paranın üstüne kendi resmini bastırmış, okullara kendi resimlerini de astırmış, M. Kemal konulu şiirlerde ve heykellerde bir sınırlama olmuş. ‘Türk’e Tapmak’ dini belirli bir soğuma sürecine girmiştir fakat bu, gerek tek parti dönemi ve gerekse çok partili dönemden günümüze kadar imanın altı esasından taviz verildiği anlamına asla gelmemektedir.