Böyle bir konuyu kaleme almama sebep olan etken, Müslümanların ve bizzat kendimin yaşadığı tartışmalardır. Fikir ayrılıklarımızın varlığı hepimizin malumudur ve her geçen gün de çoğalmaktadır. Bu hususun sebepleri üzerinde düşünürken birçok sebep aklıma gelmekle birlikte ‘tepkisellik’ üzerinde durmak istedim.
Tartışmalar ve fikir ayrılıkları insan tabiatına uygun olan kaçamayacağımız bir gerçekliktir. Fakat İslam’ın sabiteleri üzerinde mutabık kalınması da bir zarurettir. Aksi taktirde dinin birleştirici Tevhid özelliği geçerliliğini yitirir. Ama ne yazık ki, bu sabiteler üzerine de büyük tartışmalar var. Bundan dolayı ümmet belini doğrultamıyor, kendi aramızda çıkılması zor kısır bir döngü sarmalına kapılmış ancak birbirimizi dövüyor duruyoruz. Tabii bu esnada küffar Müslümanların bu çıkmazından yararlanarak zülmüne kılıf bulmada zorlanmıyor. İslam’a olan kinini her fırsatta kusuyor. Kimi zaman arabulucu, kimi zaman barış elçisi, çoğu zamanda özgürlükler getiren kurtarıcı kılığında.
Peki, bunun karşısında biz ne yapıyoruz? Küffarı kınıyor ve kızıyoruz. Aslında kızılması gereken de kınanması gereken de kendimiziz.
İşte bu kısır döngüye kapılmamızın sebeplerinden biri tepkiselliktir diye düşünüyorum.
İlk önce kısaca tepkisellik nedir onu açıklamak istiyorum.
Konumuz bağlamında ‘tepkisellik’:
“Savunulan düşüncenin tehdit edildiği, kısıtlandığı ya da başka bir düşünceyi kabule zorlandığı hissine veya düşüncesine kapılıp savunma refleksi göstererek düşüncenin daha da cazip hale gelmesi ve bunun sonucunda da güçlü bir direnmeye, savunmaya girmek şeklinde tarif edilebilir.”(Bilimfili.com da yapılan tarifden konuya uyarlanmıştır)
Bu tarifi doğru kabul edersek tartışmalar esnasında şu durumların mevcudiyetinden bahsedebiliriz diye düşünüyorum.
1- Sahip olunan düşüncenin doğru olup olmaması bir tarafa savunma refleksi dahilinde ön yargısal bir davranış söz konusu.
2- Bu ön kabul karşı görüşün etkinliği karşısında tehdit algısına sebebiyet verirken korku ve korunma duygularını tetikliyor. Bu da saldırganlığı beraberinde getiriyor.
3- Sonuç; karşı görüşün doğruluğu veya yanlışlığına bakılmaksızın savunma pozisyonundan hareketle reddediliyor.
4- Sahip olunan düşünce daha cazip gelmeye başlıyor ve dogmatik kör bir tarafgirliğe dönüşüyor.
5- Munazara, benlik senlik veya bizlik sizlik duygu yoğunluğu içinde kazanma refleksine mahkum kalıyor.
Bu maddeleri belki çoğaltabiliriz, lakin kastın belirginleştiğini düşünerek şu soruyu sormak istiyorum.
Bu ruh hali, bir görüşün hak olduğunu ortaya koyacak sağlıklı bir yol mudur? Dava bilinciyle hareket eden Müslümanların düşeceği bir durum olabilir mi?
Kesinlikle hayır. Çünkü ‘hak’ özelliği gereği zaten galip konumundadır. Varlığını dış etkenlere borçlu olmadığı için savunma refleksi içinde kendini ortaya koymaz. Nesnel gerçekliği ortaya koyar ve zorlayıcı olmayan, tabii özgüvenli ve öznel bir hal-i ruhiyete sahiptir. Dolayısıyla hakkın ortaya çıkması, tepkisellik mefhumuna zıttır ve bu ruh hali ile ortaya çıkmaz ve konamaz. Müslüman, İslam ‘hak’ olduğu için dava edinmiştir. Yoksa bilinç dışı etkenler var da farkında mı değil?
Girilen fikir tartışmalarına dışardan dikkatli bir gözle bakıldığında ekseriyetinin tepkisellik haleti ruhiyesi içinde cereyan ettiğini göreceğiz. Tabii bu hal hakkın ortaya çıkması için uygun olmadığı gibi hak yerine hakkı öteleyen, İslam’ın şiddetle karşı olduğu ‘nefsiliği’ ortaya çıkarıyor. Tartışmalar saatlerce hatta günlerce sürse de nefsin haklılığı bağlamında -aslında tatminliği- gerçekleştiği için kaçınılmaz olarak nefsin konusu olan duygusallık hakim oluyor ve tartışmanın gidişatı kendini haklılık ruh hali içinde saldırganlığa bırakıyor. Tabii olarak, içerik anlamlı deliller dahilinde konuşulmaktan çıkınca sözler sinir uçlarına çarpacak ve öfkeyi arttıracaktır. Arttıkça öfke birikecek, birikince de öfke patlamaları yaşanacaktır. Sonrasında ise suçlama, niyet okuma gibi şahsileşen çocuksu bir dalaşmaya bürünüyor. Olgunluktan ve gerçeklikten uzak sonuçlar içinde çıkmaza giriliyor.
Mezhepler tarihi ve sonrasında ortaya çıkan gruplaşmalar dikkatli bir gözle incelendiğinde ‘tepkisellik’ mefhumunun rolü anlaşılacaktır. Örneğin kürsüsü olan bir alimin meclisinde bulunan bir talebe hocasının bir görüşüne karşı çıkıyor ve sonrasında önü alınamaz bir tartışma sarmalına giriliyor. Sonuç, talebe kendi kürsüsünü kurmuş, kendince hocasının yanılgısı üzerine kurduğu düşüncesini sistemleştirme yolunu tutmuş ve yeni kurulan mezhebin veya cemaatin öncüsü konumuna oturmuş oluyor. Bu sistemleştirme çoğu zaman planlanmış bir süreçte olmayabiliyor. Tepkiselliğin ortaya çıkardığı karşıtlık üzerinden konuşuldukça yeni fikirlerin türediği, sonucunda ise ayrılık noktalarının arttığı ve kendini yeni bir cemaate, zihniyete veya mezhebe bırakan bir netice ile karşı karşıya kalıyoruz.
Bir başka sonuç da belki daha çok özgüven eksikliği yaşayan, tereddütlerini giderememiş ama kendini o görüşün içinde bulmuş kişilerde, savunulan fikri, aslından çıkarıp farklı bir sonuca da götürebiliyor. Sebebi ise ‘görüşün’ düşünülmeden, ezbere savunulmasıdır. Burada akıldan ziyade duygular baskın olduğu için ‘fikre dayalı duyguların’ direncine bağlı oluyor. Eğer duyguyu etkileyebilirsek kişinin savunduğu fikir, aslında o fikirle meydana gelen hissiyat da değişmiş oluyor ve savunduğu düşüncenin ne olduğu konusunda bir muğlaklık yaşıyor. Hepimiz de mutlaka şahit olmuşuzdur ve şöyle demişizdir ‘aslında aynı şeyi söylüyoruz’. Halbuki başta aynı şeyi söylemiyorduk. Baskın olan taraf diğer tarafı kendi duygu atmosferine çekmesini bilmiştir de ondan böyle söylenmektedir. Bu kişiler daha sık görüş değiştirirler. Aslında hissiyat değişmiştir.
Bir başka netice ise ki, bu Müslümanların kolayca geçemeyeceği bir husustur. Tepkisellik dikkat edilmezse tapınmacılığı beraberinde getirir. Çünkü duygusal savunmalar savunulan görüşü doğru olsun yanlış olsun dogmatik bir ön kabule bağlar. Sorgulanarak kabul edilmiş bir görüş olmadığından ya atalardan kalma, ya sevdiği bir yakınının, büyüğünün veyahut sıcak bir ortamı teneffüs ettiği bir cemaatin görüşüdür. Büyülenmişlik haleti ruhiyesi içinde bir görüşe bağlanma, savunma ve koruma refleksiyle ondan daha değerli bir görüşü kabul etmeyen hatta dinlemeye bile tenezzül veya tahammül etmeyen bağnaz kişilikleri oluşturuyor. Bu kişilerin ilahı ya farklılaşıyor ya da çoğalıyor. Çoğu zaman farkında bile olmuyor. Çünkü sorgulanmadan oluşan iman iman değil inanç olur. İnancın ise ispatlanmaya ihtiyacı yoktur…
Meselenin özünün anlaşıldığını düşünerek şu soruyu sorarak yazımı sonlandırmak istiyorum.
Hiç, savunduğumuz düşüncenin tepkisel bir edinim olduğunu düşündük mü?