TARİH NOTLARI

TARİH NOTLARI
-Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notları-
BERNARD LEWİS                                                                Çeviri: Çağdaş Sümer
                                                                                                        Arkadaş Yayınları
“Kafamda bir beyaz saç teli belirdi,
Tutup kopardım elimle;
“Peki,” dedi, “beni tek başıma yendin de”
“Ne yapacaksın, tüm ordum ardımdan gelince?”
—Yehuda Halevi
“Tanrım, tek lütuf şudur senden umduğum:
Bereketlendir haz dünyamı
Kov benden saflık belasını
Uzak tut pişmanlık faciasını”
— ‘Ubeyd-i Zakani
Music of a Distarıt Drunidan Seçmeler
Giriş
Uzun hayatım boyunca, esas olarak Orta Doğu çalışmala­rıyla ilgilendim. Bu ilgim bir okul çocuğuyken başlamıştı. O zamandan bugüne arttı ve önce bir hobiye, sonra bir takıntıya ve nihayetinde de bir mesleğe dönüştü. En başından itiba­ren toplumu, dillerini öğrenerek, eserlerini okuyarak, yaşadığı yerleri gezerek ve insanlarıyla konuşup onları dinleyerek, içinden anlamaya çalıştım.
Bunu yapabilmek için, doğduğum zaman, yer ve koşullar­dan ve dolayısıyla ilk eğitimimin sunduğu fırsatlardan hatırı sa­yılır ölçüde yararlandım. O günlerde İngiltere’de tarih, eğitimin önemli bir parçasıydı ve bizden yalnızca yakın geçmişteki ya da o günkü olaylar hakkında değil, aynı zamanda klasik anti­kiteden günümüze Batı uygarlığının kayıt altına alınmış ve ha­tırlanan tarihinin tümüne dair de, anahatlarıyla bile olsa, bilgi sahibi olmamız bekleniyordu. Yalnızca bu da değil; bu tarihin en azından bir kısmını orijinal dillerinde, özellikle de Latince ve Fransızca olarak çalışmamız da bekleniyordu ki, bir kısmımız buna daha sonra Almanca ve Yunanca da ekleyecekti.
İlk çalışmalarımda esas olarak İslami Orta Doğu’nun Batı’dan en farklı olduğu, en az etkilendiği ve pek çok açıdan çok ileride olduğu ortaçağ tarihi ile ilgileniyordum. Ortaçağ İs­lam tarihine yönelik ilgimi hiç kaybetmedim; ama artık esas il­gi alanım bu değil. Daha önce kapalı olan Osmanlı arşivlerine girme fırsatı kaçırılmayacak kadar değerliydi ve bana hâlihazır­da derin bir ilgi beslediğim bir konunun peşinden gitme imkâ­nını sundu. Bunun üzerine yayımlanan çalışmalarımın büyük bir kısmı Osmanlı dönemi ya da modern dönem veya bu ikisi­nin bir bileşimi üzerine oldu.
Fakat hiçbir Orta Doğu uzmanı, hatta bir Asurbilimci ya da Mısırbilimci bile, çağdaş gelişmeleri bütünüyle göz ardı ede­mez. Savaşta üstlendiğim görev, modern Orta Doğu yaşamı ve siyasetinin kimi veçhelerine dair doğrudan bilgi edinmemi mümkün kıldı. Orta Doğu ülkelerine gerçekleştirdiğim ziya­retler, Orta Doğu liderleriyle yaptığım tartışmalar, Orta Doğu­lu meslektaşlarla buluşmalarım ve belki de hepsinden çok, Or­ta Doğulu öğrencilerle ilişkilerim, nelerin olup bittiğinden ha­berdar kalmamı sağladı. Zaman zaman Orta Doğu’daki geliş­melerle ilgili, genellikle bir mülakat ya da bir dergi veya ara­da sırada da bir gazetede makale biçimini alan kamusal açık­lamalarda bulunmanın cazibesine yenik düştüm. Nadiren de, güncel ya da yakın tarihli gelişmeler hakkında daha uzun ya­zılar kaleme aldım.
Orta Doğu çalışmaları açısından ki, bugün buna dünya ta­rihi de eklenebilir, İslam’ın kökenleri ve kutsal metinleri hak­kında bilgi sahibi olmak zorunludur. Henüz öğrenciyken bile, Kur’an’ı, peygamberin yaşam öyküsünü ve bunlarla ilgili geniş yazını okuyordum. Fakat hiçbir zaman bu konularda uzmanlaş­madım. Teoloji ya da kutsal metinler konusunda bir uzman de­ğilim ve eğer bunlarla ilgilendiysem, bu sadece bir tarihçi gö­züyle oldu. Uğraşım ve mesleğim açısından, özellikle uygarlık tarihi ile ilgilenen bir tarihçiyim.
Geriye dönüp baktığımda, bu tercihi yaparak kendimi pek çok sıkıntıdan kurtarmış olduğumu görüyorum. Bu, söz konu­su tercihi yaptığım sırada amaçladığım bir şey değildi; fakat za­manla, mesleğimizin en zor ve tehlikeli konularından birinden nasıl şans eseri ve ucu ucuna uzak durabildiğimin farkına var­dım. Müslümanlar için bile ve tabii ki gayrimüslimler için da­ha fazla olmak üzere, kutsal tarih ve kutsal metinler üzerinde çalışmak giderek mayınlı bir araziyi araştırma alanı olarak seç­mek kadar hassas bir hâl aldı. Bu hassas durum, beni eleştirenleri, İslam’ın kutsal tarihine ve kitabına yaklaşımım nedeniyle bana saldırmaktan alıkoyma­dı. Diğer meselelerde olduğu gibi bu konuda da saldırılar her iki taraftan da geldi. Bir yandan İslam’ı ve onun kutsallıklarını karalamakla, diğer yandan onun kusurlarını savunmak ve hat­ta örtbas etmekle suçlandım. Bense, saldırılar her iki taraftan da gelmeye devam ettikçe, bilimsel nesnelliğime güven duy­mayı sürdüreceğim.

Bir defasında, Suriye’de seyahat ederken, bir akşam boyun­ca bir din âlimiyle teoloji, hukuk ve İslam’ın diğer birincil ilgi alanlarını tartışarak uzun uzun sohbet etme fırsatı bulmuştum. Bir noktada sohbeti keserek hayretler içinde feryat etti: “Anlamıyorum! İslam hakkında bu kadar çok sev biliyorsun! Neden Müslüman olmadın?”

Hem soru hem de muhtemel cevabı, İslam dünyasının bu­gününe dair pek çok şeyi gözler önüne serebilir.
Tarihin çarpıtılmasına -dalkavukluk etmeye, göz boyama­ya ya da başka bir kısmi amaca vönelik- büyük enerjilerin sarf edildiği bir dönemde yasıyoruz. Bencil olmayan saiklerden il­ham aldıklarında bile, bu tür çarpıtmalardan hiçbir yarar sağ­lanamaz. Tarih, kolektif hafızadır ve eğer toplumsal bedeni, in­san bedeni gibi düşünürsek; tarihsizlik, amnezi anlamına gelir, çarpıtılmış tarih ise nevroz.

Geçmişle yüzleşmek konusunda isteksiz olanlar, ne bugü­nü anlamayı ne de geleceğe bakmayı başarabilirler. Bu neden­le, ahlaki ve mesleki görevleri geçmişle ilgili gerçeği ortaya çı­karmak ve onu gördükleri gibi sunmak ve açıklamak olan ta­rihçilerin üzerine büyük bir sorumluluk düşüyor. Bu sorumlu­luğu yerine getirmek için elimden geleni yapmış bulunuyorum.
 
1. Bölüm
İlk Yıllar

Hayatımın neredeyse bir yüzyılına dönüp baktığımda, ne kadar olağanüstü bir şansa sahip olduğumu fark ediyo­rum:
– İkinci Dünya Savaşı’nda bir askerdim ve ölmedim; hat­ta yaralanmadım bile.

– Yirminci yüzyıl Avrupa’sında bir Yahudi’ydim; öldürülmedim ya da zulüm görmedim.

Bunlardan ilki­ni yalnızca savaştaki talihime bağlayabilirim. Fakat İkincisi için, İngiltere’de yaşamayı seçmiş olan atalarıma teşekkür borçlu­yum. İngiltere’de doğdum ve yaşamımın büyük bir kısmını İn­giltere ve Birleşik Devletler’de geçirdim; yani özgürlüğün tadını çıkaran ve özgürleştirilmeye ihtiyaç duymayan ülkelerde. Her zaman görüşlerimi istediğim gibi, herhangi bir hükümet emri ya da hukuki kararla kısıtlanmadan dile getirebileceğimi ve on­ları kibirli ve zor beğenen filologların kural ve sınırlamalarıyla engellenmeden ifade edebileceğimi biliyordum. Anglo-Amerikan toplumunun açıklığı, özgürlüğü ve İngiliz dilinin olağanüs­tü anarşisi, olaylar dikkatimi başka yerlerde bu özgürlüklerin olmadığı gerçeğine çekene kadar, doğal kabul ettiğim şeylerdi.
1916 yılında Londra’da doğdum ve bu, her ne kadar Birleşik Devletler’e gelene dek farkına varamamış olsam da, büyük bir şanstı. Ebeveynim, Hary ve Jenny Lewis, Thames Nehri’nin yu­karısında Londra’dan çok da uzak olmayan Maidenhead isimli olmasının kesinlikle bana büyük faydası dokunmuştu. Ona “Gidip çocuklarla oynamam mümkün mü?” diye sorduğumu ve onun da “Evet mümkün, ama gidemezsin” diye yanıt ver­diğini hatırlıyorum.
Siyasete dair hatırladığım ilk şey 1920’lerin başlarında, oku­la yeni başladığım sırada İngiltere’de gerçekleşen genel seçim­lere ilişkin. O dönemin iki büyük partisi, İşçi Partisi ve Muhafa­zakâr Parti’ydi. Onların yanındaysa, bir zamanlar Muhafazakâr­ların karşısındaki tek ciddi seçenekten geriye kalan ve artık iş­levini kaybetmiş Liberal Parti bulunuyordu. Okuldaki çocukla­rın bana ve birbirlerine “ebeveynlerinin hangi partiye oy vereceklerini” sorduklarını hatırlıyorum. Babama sormuştum ve “Biz Liberallere veriyoruz.” demişti. Sonra okula gidip diğer çocuk­lara Liberallere oy verdiğimizi anlatmıştım. Ezici çoğunluk ya Muhafazakârlara ya da İşçi Partisi’ne oy verdiğinden, bizimkilerin oyu bir miktar kafa karışıklığına yol açmıştı. “Neden Libe­raller?” diye sordular ve ben de eve gidince bu soruyu baba­ma ilettim, “Neden Liberaliz?” Babam bir an bile duraksamadan yanıtladı,
– “Çünkü İşçi Partisi’ni desteklemeyecek kadar çok ve Muhafazakâr olamayacak kadar az paramız var.”

Hem annem, hem de babam düzenli okurlardı; ama farklı biçimlerde. Annem roman, özellikle de polisiye okur, fakat nadiren gazete okuma zahmetine katlanırdı. Babamsa bazen günde birkaç tane olmak üzere gazete okur, fakat nadiren kitap okuma zahmetine girerdi. Savaştan kısa bir süre sonra bir sabah, yine kısa bir süreli­ğine ailemle birlikte yaşarken, babamdan daha erken kalkmış­tım ve o kahvaltıya geldiğinde gazete okuyordum. Babam,
– “Ne oku­yorsun?” diye sordu.
– “UNESCO hakkında bir makale” dedim.
Bu, UNESCO’nun kuruluşundan hemen sonraydı ve ne babam ne de başka biri ne olduğuna dair bir fikir sahibiydi. Babam.
– “Hımm, kim ki o? Zannederim yolsuz bir Romanyalı politika­cıdır” diye karşılık verdi. UNESCO kulağa Romanyalı ismi gi­bi geldiğinden ve bir İngiliz gazetesine konu olmuş bir Ro­manyalı’nın, neredeyse kesin olarak bir siyasetçi ve muhteme­len de yolsuzluğa bulaşmış bir siyasetçi olacağından bu, man­tıklı bir karşılıktı.
Ölüm döşeğindeyken onu görmeye gittiğimde ve vefat et­meden birkaç dakika önce konuştuğumuzda bile, çok sinirli -fakat hemfikir- bir şekilde az önce The Daily Telegraph’da okuduğu bir makaleden söz ediyordu.
Babam, İngiliz Viktoryen ekolünden tablolar toplardı. Ba­zen bunu neden yaptığını düşünürdüm. Kısa bir telefon gö­rüşmesi, bu merakımı gidermeye yetmişti. Telefonda babam­la sohbet ediyordum ve bana,
– “Yeni bir tablo aldım” dedi.
– “Kimin?” diye sorduğumda bir isimden söz etti. Ben de,
– “Onu hiç duymadım” dedim. Babamsa,
– “Duymuş olduğun bir kişiye param yetmez zaten” diye yanıtladı.
Annem ve babam öldüğünde tablolar bana miras kaldı. Bu tarzla özel olarak ilgilenmediğim­den sadece iki tanesini sakladım, diğerleriniyse sattım.
Babam aynı zamanda bir futbol fanatiğiydi; sanki bir ayinmiş gibi, her hafta maçları izlemeğe gider ve beni de spora olan ilgimi arttırmak için yanında götürürdü. İnanılmaz bir şekilde sıkılırdım ve maçlar ben­de hiçbir ilgi uyandırmazdı.
Edebi zevk ve kapasitemi fark etmem ve geliştirmem konusunda son derece yardımcı olan Politeknikteki İngilizce öğretmeni Bay C. E. Eckersley’e şükran duyuyorum; özellikle bir olayın hatırası zihnimde hâlâ çok canlı. O zamanlar öğrencilerin “aylık deneme” yazmak zorunda olmaları yaygın bir uygu­lamaydı. İki ya da üç konu verilir ve her öğrencinin birini seç­mesi beklenirdi. Daha sonra bu denemeler incelenir, notlanır, eleştirilir ve İngilizcenin nasıl anlaşılıp, nasıl yazılacağına yönelik bir alıştırma olarak sınıfta tartışılırdı.
Kitap toplamaya hayli gençken başladım. Benimki gibi ai­lelerin ikamet ettikleri Londra mahallelerinde pek çok ikinci el kitapçının bulunduğu o günlerde, kitaplar fiyatlarına göre di­zildikleri vitrinlerdeki kutularda sergilenirdi: Bir penilik, iki penilik ve normalde az olan cep harçlığımın özel bir nedenle art­tırıldığı nadir anlarda altı penilik kutular. Kitapların birçoğu, aslında çoğunluğu, çok kötü durumda olurdu; sırtları kırılmış, köşeleri kıvrılmış, üzerle­rine bir şeyler dökülmüş, bazen altları çizilmiş ya da kenarları­na anlaşılmaz notlar alınmış, bazen de sayfaları dağılmış kitap­lar. Ama her zaman tam olurlardı. Bir kitabı elime aldığım ve birkaç sayfasının kayıp olduğunu fark ettiğim birkaç nadir an­da, şok geçiren kitap satıcısı hemen kitabı kutusundan çıkarır ve başka bir yere kaldırırdı, “Eğer bir tek sayfası bile kayıpsa” derdi; “o bir kitap değildir ve biz burada sadece kitap satarız.”

Pek çok Yahudi çocuğu gibi, ben de on üç yaşımda İbraniceye, ya da daha dürüst olmak gerekirse İbrani alfabesine giriş eğitimi aldım. Bu eğitimin amacı Yahudi cemaatinin tam üyesi olmaya hak kazanan erkek çocuklar için on üç yasına geldik­lerinde sinagogda düzenlenen bir tören olan Bar Mitzvah’ımda Leviticus kitabımdan birkaç satır okumamı sağlamaktı. Ailemin bana Eski Ahit’in Bar Mitzvah bölümünü ve nasıl ilahi söyleneceğini öğretmesi için bulduğu kişi, sıradan bir öğ­retmen değil, gerçek bir âlimdi. Leon Shalom Creditor uzun bir süre önce Dvinsk kentinden Londra’ya yerleşmiş olan bir Letonya’lıydı. Hem İbranice hem de Yidiş dillerine hâkim bir ga­zeteci olan ve öğretmenliği sadece ek iş olarak yapan bu kişi, Tevrat ve hahamlık İbranicesinin yanı sıra ortaçağ İbranicesi ile modem İbraniceyle tanışmamı da sağladı ve beni, İbranicenin bir papağan gibi ezberlenip tekrar edilecek bir tür şifrelenmiş dua ve ritüeller yığınından ibaret olmadığını, aksine yazılıp konuşulan -Fransızca ya da Latince ile aynı yöntemle öğrenilebi­lecek ve cazibesi benim için her ikisinden de daha fazla olan- hem klasik ve hem de modem bir dil olduğunu keşfedeceğim eğlenceli bir yolculuğa çıkardı.
Bar Mitzvah törenimde, âdet olduğu üzere, benim için ai­lem ve öğretmenim tarafından sıkıca gözden geçirilmiş kısa bir konuşma yapmam gerekiyordu. Buna rağmen konuşmama şöyle başlayan bir doğaçlama da kattım:
Aileme hiçbir zaman geri ödeyemem,

Bu yolda bana yaptıkları yardımların karşılığını.

Ne söylersem söyleyeyim hayli çiğ kalacak.

Karşılaştırıldığında gerçek minnettarlığımla.

İbranice çalışmalarım kaçınılmaz bir biçimde Eski Ahit’e ve kuşkusuz İbrani İncili’nin yerleşmiş İngilizce çevirilerine doğ­ru ilerledi. “Resmi Versiyon” olarak bilinen İngiliz İncili, bazıları düzeltilmiş diğerlerine dokunulmamış bir dizi yanlış çeviri içe­riyordu. Tüm İbrani İncili’nin en çok bilinen bölümünden, yani On Emir’den iki örnek vermeme izin verin. “Öldürmeyeceksin” emrindeki, “öldürmek” şeklinde tercüme edilen kelime, aslında öl­dürmek değil; çok daha belirli ve sınırlı bir anlam taşıyan “cina­yet işlemek”fiilidir. Bu gözden geçirilmiş birçok versiyonda dü­zeltilmişti. On Emir’deki bir diğer yanlış tercüme olan “Zina yap­mayacaksın” ise; aksi duruma örnektir. Emir’de kullanılan “zi­na” şeklinde çevrilen İbranice kelime, çok daha geniş bir anla­ma sahiptir. İngilizcede “zina”, sınırlı ve belirli bir anlam taşır; evli bir kişiyle karısı ya da kocası olmayan bir insan arasındaki cin­sel ilişki anlamına gelir. İbranice kelime na’af ise “eşcinsellik” de dâhil olmak üzere; tüm cinsel suçlan kapsayan, daha geniş ve genel bir terimdir. Bu hata, görebildiğim kadarıy­la, gözden geçirilmiş baskıların hiçbirinde düzeltilmemiştir.
Baş­ka bir yanlış tercümeyse, çevirmenin önyargılarına atfedilebilir: “Süleyman’ın Şarkısı l:5”de, Resmi Versiyon şöyle der: “Siyahım, ama alımlıyım.” İbranicesi ise “siyahım ve alımlıyım” şeklindedir.
On altı yaşıma geldiğimde, hem yazı hem de konuşma İbranicesine epey hâkim duruma gelmiştim. Üniversiteye girdiğimde, İbranicede hem geniş hem de de­rin bir okuma yapmış ve hatta her ne kadar pek başarılı olmasa da, bu dilde hem nesir hem de manzum yazı yazma konusun­da şansımı denemiştim. Tüm bunlar dile karşı duyduğum iştahı arttırmıştı. Daha sonraki kariyerime giden yollardan birine gir­miştim, yani egzotik dillere yönelik büyük merakım başlamıştı.
1920’lerin ortalarında, İngiltere’de bir okul çocuğuyken, öğretmenlerimiz bize nasıl tercüme yapılacağım öğretmek için büyük çaba ve zaman harcıyorlardı.Bugünün perspektifini göz önüne alırsak, şaşırtıcı bir şekilde sadece öğrendiğimiz dillerden kendi dilimize değil, o diller arasında da tercüme yapmamız bekleniyordu. Aynı şekilde sadece yaşayan dillerden ya da o dillere değil, klasik dillerde de, yani Latince ve Yunanca çe­viri de yapabilmeliydik. Bazen sınavlarda daha da ileri gidilir ve yabancı dillerde genellikle nesir, fakat bazen de manzum olarak “serbest kompozisyon”lar yazmamız beklenirdi. Daha sonra Arapça, Farsça ve Türkçe öğrendiğim­de, bu dillerden de pek çok şiir çevirdim ve bugüne kadar da çeviriye devam ettim. Tercüme işini hiçbir zaman sistematik bir biçimde yapmadığım gibi, asla çevirilerimi sistematik bir biçim­de yayımlamayı da düşünmedim; ancak koşullar kendiliğinden oluştuğunda yayımlandılar.
Londra Üniversitesi
Politeknik’teki akademik durumum gayet iyiydi ve rehber öğretmenim bir Oxford bursuna başvurmam konusunda çok he­vesliydi. Fakat bu fikir babamın pek de hoşuna gitmedi ve bu­na şiddetle karşı çıktı. Öğrencilerin bütün zamanlarını sadece içerek ve parti yaparak geçirdiklerini düşündüğü Oxford’a git­mem fikrinden hoşlanmamıştı. Bu nedenle 1933 yılında Lond­ra Üniversitesi’ne başladım. Londra Üniversitesi her biri kendi kendisini yöneten okul ve kolejlerden müteşekkil zayıf bir federasyondu. İlk yılımda University College’a. kayıt yaptırdım; ama kolejlerarası sistem sayesinde diğer kolejlerdeki dersleri de takip etmem mümkündü.
University College’daki ilk yılımda İbranice, Latince, tarih ve biraz da Yunanca çalıştım ve aynı zamanda Arapça öğren­mek için School of Oriental Studies’egittim. Lisans derecem tarih ve diller alanında olacaktı ve Orta Doğu tarihi seçmiş olduğumdan, Arapça zorunluydu.
Bir Orta Doğu tarihçisi olarak ilgilendiğim şeyler, pek çok halefim, öğretmenim ve çağdaşımınkiler gibi filolojik ve edebi olmaktan ziyade esas olarak tarihseldi. Fakat yine de bu alan­larda da kısa bir çıraklığım oldu ve böyle olmasından dolayı derin bir minnettarlık duyuyorum. Tarihçinin yetkinliğinin ilk ve en temel sınavı, kaynaklarını okuyabiliyor durumda olması­dır. Bu, her zaman kolay değildir; örneğin dil klasik Arapça ya da yazı kargacık burgacık bir Osmanlı bürokratik el yazısı ol­duğunda. Üstelik hepsi bu da değil; bir bölge, bir dönem, bir insan topluluğu yahut da bir konu üzerine yoğunlaşan tarihçi, onun kültürel bağlamına dair de bir şeyler bilmek zorundadır ve bunun için de edebiyat vazgeçilmez bir rehberdir.
Yakın ya da Orta Doğu tarihi hocaları genellikle profesyo­nel tarihçiler değildir ve bazıları, artık söyleyebileceğime ina­nıyorum, hiçbir şekilde tarihçi sayılmazlar. Onlar bu konular­da eski moda filolojik, metinsel yaklaşımları takip eden filo­loglardır. Tarih üzerine dersler verirler; çünkü öyle yapmaları gerekir. Daha sonra öğrendim ki, önceden almış olduğum ki­mi dersler sadece genç bir baş belası gelip de o dersleri almak istediğini söylediği için konulmuştu. Eğer müfredatta bir ders yer alıyorsa, tek bir öğrenci seçmiş olsa bile o dersin verilme­si gerekiyordu.
Orta Doğu tarihi hocalarımdan beni etkileyenler arasında en önemli kişi hiç kuşkusuz, Sir Hamilton A. R. Gibb idi. Doktora derecesine sahip değildi ve o günlerde Britanya üniversite dün­yasında buna çok da önem atfedilmezdi. Doktora tercihe bağ­lıydı ve genellikle de hayli geç verilirdi. Gibb, sadece yüksek lisans yapmıştı. Gibb, tarih okuduğu, öğrettiği ve nadiren de olsa yazığı halde; aslında gerçek bir tarihçi olmadığının farkındaydı. Sohbetleri sırasında ve hatta ara­da sırada yazılarında da tekrar tekrar belirttiği bir şeydi bu. Gibb, bir metin âlimi, bir filolojik bilim adamı, bir edebiyat araştırmacısı ve bir düşünce tarihçisiydi; fakat çalıştı­ğı konuya profesyonel bir tarihçi gibi yaklaştığını düşünmezdi.
O zamanlar Londra Üniversitesi’ndeki bir diğer profesör, Bi­zans tarihi kürsüsünden Norman H. Baynes idi. Londra Üniver­sitesi kurallarına göre Bizans tarihi öğrenmeden Orta Doğu ta­rihi öğrenemezdiniz. Bizans ve İslam dersleri aynı programın parçalarıydı ki, ben bunun mükemmel bir fikir olduğunu düşü­nüyorum ve iki yıl Bizans tarihi çalışıp, aksi takdirde hiçbir za­man öğrenmiş olamayacağım Yunancadan sorumlu tutulmuş olmamdan ötürü minnettarım. Bu, ortaçağ tarihini ve uygarlı­ğını daha iyi anlamam açısından çok yararlı olmuştu.
Londra Üniversitesi’nde eğer ana dal olarak tarihi seçmiş­seniz, üniversite kurallarına göre özel bir konu bulmanız ge­rekiyordu: Özgün belgeleri incelemeniz gereken, belki de el­li yıllık bir dönemi kapsayan, hayli sınırlı bir konu. Ben, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi ve sonunda da çökmesin­den ve pek çok vilayetinin, özellikle de Doğu Avrupa’dakilerin elinden çıkmasından kaynaklanan sorunları; yani o zaman­lar adlandırıldığı şekliyle “Doğu Sorunu”nu seçmiştim. Londra Üniversitesi’nde büyük bir hoca olan R. W. Seton-Watson tarafından veri­len bir “özel alan” dersine gönderildim. Bana orijinal belgeleri, yani Britanya, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus belgelerini in­celemem gerektiğini söyledi. Ve olanca gençliğim ve masumi­yetimle, “Peki ya Türk belgeleri?” diye sordum. Onların önemli olmadığını, hem olsa bile ortada hiç Türk belgesi bulunmadı­ğını anlattı. Bu cevabı pek de tatmin edici bulmadım. Mutlaka kimi Türk belgeleri olmalıydı. Doğu Sorunu üzerine okuduğum kitaplarda, Türkiye bir sahne ya da perde arkasıydı ve tüm ak­törler de Avrupalılardı. Bunun daha fazla araştırılması gerekti­ğini düşündüm. Böylece en azından kimi belgeleri okuyabile­cek kadar Türkçe öğrendim.
Hem Baynes hem de Seton-Watson kelimenin en gerçek ve derin anlamıyla tarihçilerdi ve bana tarihsel yöntem konusunda temel eğitim ve kavrayışımı kazandırdılar. Birbirilerini tamamlı­yorlardı. Baynes’ten kronik ve yazmalara dayanarak ortaçağ ta­rihiyle; Seton-Watson’dan ise büyükelçilik ve arşivlerdeki bel­gelere dayanarak modem siyasi tarihle nasıl başa çıkılacağını öğrendim. Her ikisi de harika öğretmenlerdi ve mesleki eğiti­mime büyük katkılarda bulundular.
Lisansüstü çalışmalarım sırasında, oldukça ilginç şekilde bir Bizans saray ayaklanmasını tasvir eden Arapça bir metne rast­ladım. Metni İngilizce’ye çevirdim ve ilgi çekici olup olmadığını sormak için Profesör Baynes’e gösterdim. Öyle olduğunu söy­ledi ve yayına hazırlamam konusunda ısrarcı oldu. Onun hatırı sayılır yardımlarıyla bunu yaptım ve makale, üçüncü yayınım olarak 1939 yılında yayımlandı.
 
Hukuk Çalışmaları
Her ne kadar Orta Doğu’yla ilgileniyor olsam da, diplomamı almaya çalışırken, hiç kimsenin bu tür bir ilgiden hayatını ka­zanabileceği ya da bir kariyer yapabileceği aklıma gelmemişti. Asıl niyetim, daha doğrusu kendi tercihimden ziyade aileminki; üniversiteden mezun olduktan sonra hukuk alanında de­vam etmekti. İngiltere’de hukukla ilgili iki meslek vardı, hu­kuk müşavirliği (solicitor) ve dava vekilliği (barrister). Hukuk müşavirleri esas olarak büro işi yaparlardı; sözleşme ya da ar­zuhal kaleme almak, şirket işleriyle ilgilenmek ve bunun gibi şeyler… Dava vekilleriyse esasen hukuk davalarıyla ilgilenirler­di. Ailem benim hukuk müşavirliğinden ziyade dava vekilliğini daha iyi yapabileceğimi düşünüyordu. Konuşmayı her zaman sevmiştim ne de olsa.
Baroya davet edilmek için yerine getirilmesi gereken iki koşul vardı. İlki, yüzyıllarca önceye dayanan eski bir gelene­ğe uygun olarak “şartları taşımak”tı. Bunun için dört Inns of Courftan ya da dava vekili cemiyetlerinden birisine bir öğren­ci üye olarak kaydolmanız ve “salonda akşam yemeği yeme­niz” gerekiyordu. Bir yılda dört dönem vardı ve adayın on iki dönem boyunca bir dönemde üniversite diploması olanlar için en az üç, olmayanlar içinse altı kere cemiyetin büyük salonun­da yemek yemesi gerekliydi. Yemekler, beş servisten oluşan, öncesinde sherry sonrasında brendi, yemek sırasındaysa iki şa­rapla ıslatılan ve hepsi için 5 şilin ödediğiniz mükellef sofralar­dı. Bu geleneğin arkasında yatan fikir, yargıçların, dava vekil­lerinin ve öğrencilerin birlikte centilmenler gibi (ve daha sonra hanımefendiler gibi de) akşam yemeği yemeleri halinde, mes­leğin geleneklerinin ve etiğinin ve belki de biraz da hukuk bil­gisinin, bir tür toplumsal ve biraz da gastronomik bir osmoz yoluyla öğrencilere geçebileceğiydi.
On dokuzuncu yüzyılda bir ara, buna ikinci bir koşul da­ha eklenmişti: Dersleri takip etmek ve sınavları geçmek. Fakat ilk koşul, yani akşam yemeği de varlığını sürdürdü. Bu koşulu özenli ve başarılı bir şekilde yerine getirdim. İkinci koşulla il­gili olarak da çalışmalara başladım. İngiliz anayasa hukuku ve tarihinin yanı sıra, o zamanlar bir gereklilik olan Roma huku­ku da çalıştım. Roma hukuku özgün Roma kaynaklarından çalı­şılmak zorundaydı. Dolayısıyla Justinian’m Institutes eserini ve bazı diğer Latince metinleri okudum. Roma hukukundan hoş­lanmıştım. Demek istediğim, Roma hukuku tam da bana göreydi. Daha sonra İslami siyasi düşünce ve pratiği daha iyi an­lamam hususunda da bana yardımcı oldu. Ondan sonra ceza hukuku çalışmam gerekiyordu ve o da eğlenceliydi. Bunun da, daha sonra müptelası olacağım polisiye hikâyeleri anlamamda büyük faydası dokundu.
Bir hukuk öğrencisi olarak verdiğim kısa arada o zamana ka­dar hiç görmediğim, hatta bir daha da hiç görmeyeceğim iki ke­lime öğrendim. Bunlar baratarya ve champerty idi. Her ikisi de o dönemin İngiliz hukukunda bir avukatın barodan atılmasına neden olacak, hukuki görevi suiistimal etmesi anlamına geliyordu. Barataryanın anlamı ciddiyetsiz davalarla mahkemenin zamanını çalmaktı. Champertyise bir davayı, eğer dava kaybedilirse her­hangi bir bedeli alınmaması; ama başarılı bir sonuç elde edilirse avukatın, davayı kaybeden tarafından davacıya ödenecek para­nın daha önceden üzerinde anlaşılmış bir yüzdesini alacağı hususunda bir anlaşma yaparak alması demekti. Bu hayli profesyonel­lik dışı bir davranış olarak görülüyordu ve barodan atılmakla so­nuçlanabilirdi. Dolayısıyla Birleşik Devletler’de bunun çok yay­gın bir hukuki uygulama olduğunu ve Britanya hukukuna göre bir başka suç olan reklamlar yoluyla teşvik edildiğini gördüğümde yaşadığım şey, küçük bir şaşkınlıktan daha fazlası olacaktı.
Champerty’nin, o isimle olmasa da Britanya’da da artık ka­bul gören bir hukuki uygulama olduğunu duydum. Okuduğum kimi hukuki davalar bana gençliğimde başımdan geçen, champertyden yarar sağlayabileceğim bir olayı hatırlattı. Halen İn­giltere’de yaşadığım sırada doktorum gırtlağımda polip olduğu­nu tespit etti ve beni polipin temizlenmesi için bir uzman dok­tora yönlendirdi. Uzman, bunun basit bir iş olduğunu söyle­di. Beni koltuğuna oturttu, anestezi verdi ve çalışmaya başladı. Bir müddet sonra bilincim açıldığında, ağzımın kötü bir şekil­de hırpalanmış ve ön dişlerimden bazılarının kırılmış olduğunu fark ettim. Büyük bir acı içinde olduğumu söylemeye gerek bi­le yok. Acı, cerrah polipe ulaşmayı başaramadığını söylediğin­de daha da arttı. Hâlâ orada durmuyor ve çıkarılmayı bekliyor­du. Zamanla, ağzımın içindeki şişler ve acı kayboldu; fakat kı­rılan dişlerim halledilmesi daha zor bir meseleydi ve hem kap­samlı hem de pahalı bir diş tedavisi gerektirecekti. Cerrahtan, diş doktorumun faturasını ödemesini istemenin hiç de haksız bir talep olmayacağını düşündüm. Bunu cerraha yazdığımda ise kabul etmedi. Bir avukata danıştım ve cerraha bir mektup yazdı. Bunun üzerine derhal ödeme yapmayı kabul etti. O zaman ne benim de ne de avukatımın aklına faturadan daha faz­lasını talep etmek gelmişti. Birleşik Devletler’de yaşarken, başı­ma bunlar orada gelseydi bir milyoner olabileceğimi fark ettim.
Paris’te Çıraklık
1936’da yüzden fazla başka öğrenciyle birlikte, tarih alanın­da lisans (Şeref) bitirme sınavına girdim. Mezun olanların lis­tesi açıklandığında yalnız Birinci Sınıf Şerefe layık görülmekle kalmadığımı, tarihin tüm dallarında Birinci Sınıf Şerefe hak kazanan az sayıda öğrenci arasında da birinci sırada olduğumu gördüm. Babam afallamıştı. Çalışmalarım hakkında endişe duyuyordu ve kız arkadaşımla çok fazla vakit geçirdiğimi düşün­düğünden, tahmin ettiği üzere kötü bir sonuç alacağıma kana­at getirmişti. “Birinci olmak” tadına doyulmaz bir andı. Birincilerin birincisi olmak, bana 100 poundluk bir ödül kazandırmıştı ki; bu, 1936’da hatırı sayılır bir meblağdı. Ödülü almanın tek koşulu, lisansüstü çalışmalara devam etmekti; ben de, böyle yapacak olmaktan hayli hoşnuttum.
O zamanlar, lisansüstü çalışmalarıma başlamak üzereyken, pek çok genç insan gibi radikal muhalefet hareketleriyle ilgi­leniyordum ve İsmaililer ortaçağ İslam’ının en önemli radikal muhalefet hareketiydi. İsmaililer, o zamanlar liderliğini usulen tevarüs eden hilafet uyarınca Ağa Han’ın yaptığı, mezhepsel bir Müslüman gruptu. Bu 1930’lardaydı ve o dönemdeki ya da baş­ka herhangi bir dönemdeki herkes gibi, olup bitenlerden etki­leniyordum; Fransız Halk Cephesi, İspanya İç Savaşı, Alman­ya’da Nazizm’in yükselişi. İnsanlar geçmişi bugünün koşullarıy­la okumaya eğilimlidirler. Her ne kadar günümüzden kaynak­lanan soruları geçmişe sormanın tamamen meşru olduğunu dü­şünsem de, geçmişten edinilen cevapları bugüne ilişkin olarak okurken, dikkatli olunması gerektiğine inanıyorum.
Gibb’e İsmailileri çalışmak istediğimi anlattığımda bana bu konuyla ilgili bir teze danışmanlık yapacak ehliyete sahip ol­madığını söyledi. Geriye dönüp baktığımda, ona minnettar ol­mam gerektiğini düşünüyorum; çünkü profesörler için, “Ben kendimi bunu yapmaya ehil hissetmiyorum, bunu başka bir yerlerde çalışsan senin için daha iyi olur” demek, pek de alı­şıldık bir şey değildi. Gibb bunu yaptı ve bana Paris’e gidip büyük Fransız âlimi Louis Massignon ile çalışmamı önerdi. Hem Gibb hem de Massignon, kelimenin klasik anlamıyla Şarkiyatçıy­dılar; yani ilgi alanları, linguistik, edebi, kültürel ve diniydi. Her ikisi de, tarih yazıyorlardı; ama sadece denk geldiğinde ve her ikisi de kendilerini tarihçi olarak görmüyorlardı.
1936-37 akademik yılını, Massignon ile çalışarak ve çeşitli akademik kurumlarda dersler takip ederek Fransa’da geçirdim. Louis Massignon, zamanının ünlü bir âlimi olarak parlak; ama aynı zamanda tartışmalı bir figürdü. Uzmanlık alanı, İslam dünyasının dini ve mezhepsel tarihiydi. Aksi bir kişiydi ve fark­lı zamanlarda farklı şekillerde tepki verirdi. Kimliğimin iki veç­hesine bağlı olarak bana karşı iki önyargısı vardı: Kimi zaman suçumun ne olduğundan pek de emin olamazdım; bir Yahu­di olarak İsa’yı çarmıha germek mi, yoksa bir İngiliz olarak Joan d’Arc’ı yakmak mı?

Fransızcam çarpıcı bir biçimde ilerledi tabii ve artık benim için Fransızca üzerinden Farsça ve Türkçe çalışmaya başlamak mümkün hale geldi. Paris’teki en sevdiğim hocalardan biri, bir Türk olan Adnan (Adıvar) Bey’di. Modern Türkiye’nin ilk büyük kadın yazarı ve kendisinden daha ünlü bir kişi olan Halide Edib’in kocasıydı. Çok hoş bir insan ve muazzam bir hocaydı ve ikimiz gayet iyi anlaşmıştık. Adnan Bey Türk devriminde önemli bir rol oyna­mıştı; ama daha sonra o ve karısı Atatürk’ün gözünden düş­müş ve sürgüne gitmek zorunda kalmışlardı. Diğer Türkler gi­bi o günlerde bir soyadları yoktu ve sürgünde olduklarından, Türkiye’de soyadı kanunu çıktığında bir soyadı edinmek zo­runda değildiler. Batı’da o, Adnan Bey olarak bilinirdi. Türki­ye’ye döndüklerinde ise bir soyadı almaları gerekti ve Adnan da, “Onun bir adı var”anlamına gelen Adıvar’ı tercih etti.
Diğer lisans öğrencisi Şarkiyatçılar gibi, kısa zaman sonra aldığım farklı derslerin hocalarının verdiği okuma listelerinin Fransızca, Almanca ve bazen de diğer dillerde kitap ve maka­leler içerdiklerini ve benden bunları okuyup anlamamın bek­lendiğinin farkına vardım. Fransızca ve Almanca ile ilgili bir so­runum yoktu; her iki dili de lisedeyken çalışmıştım ve ailemle hem Fransızca hem de Almanca konuşulan ülkelere seyahat et­miştim. Babamın operaya duyduğu ilgi bunlara İtalyancayı da eklememi sağlamış ve bu da beraberinde bir avantaj olarak il­kel bir İspanyolca okuma bilgisi getirmişti.
Fakat karşımda bir diğer büyük ve önemli bilinmez, yani Rusça duruyordu. Çok erken bir aşamada, Rus Şarkiyatçılarının İslam dünyası ile ilgili araştırmaların hemen her alanına kayda değer katkılarda bulunduklarını fark etmiştim. Kimi zaman bir Batı Avrupa dilinde yazacak kadar naziktiler; kimi zamansa ça­lışmalarından yapılmış alıntı ya da özetler, tercüme edilmiş hal­de bulunabiliyordu. Ama ürettikleri materyalin esas gövdesi sa­dece özgün Rusçalarında erişime açıktı. Er ya da geç bu sorunla ilgilenmek zorunda kalacağım ve bu ek dili de öğrenmek için çalışmaya koyulacağım aşikârdı.
İlk ciddi denememde, Paris’te bir lisansüstü öğrencisiyken bulundum ve kısa bir süre devam edeceğim bir Rusça dersine kayıt yaptırdım. Maalesef, bu çok uzun sürmedi. Ders progra­mındaki bir değişiklik Rusça dersimin Türkçe dersimle çakış­masına neden olmuştu ve bakış açıma göre ikincisi, benim için çok daha önemliydi. Ama yine de Rusça çalışmaya devam et­tim ve kan ter içinde ve sözlük yardımıyla Rusça metinleri oku­yabilecek noktaya geldim. Âdetim olduğu üzere, büyük Rus şa­iri Puşkin’i İngilizce’ye çevirmek konusunda da şansımı dene­dim. Rusça dergilere, konferans raporları­na ve benzeri materyallere bakmaya başladım ve kimi kitapla­rı okumayı denedim.
Okumalarım sırasında ilginç bir keşifte bulundum: Sovyetler Birliği’nde İslam üzerine yapılan tartışmaların büyük bir kıs­mı, Militan Tanrısızlar Birliği isimli bir örgüt tarafından yöne­tiliyor ve koordine ediliyordu. Bu tabii ki, Sovyet hükümetinin bir koluydu ve görevi de Sovyetler Birliği’ndeki farklı halklara yönelik din karşıtı ve daha spesifik olarak da ateist propagan­da yürütmekti. Birliğin, Sovyetler Birliği’nde hatırı sayılır takip­çiye sahip dinlerle; öncelikle Hıristiyanlıkla, ikinci olaraksa İs­lam’la ilgilenen bölümleri vardı. Musevilik ve diğer dinlerse gö­rece önemsizdiler.
Benim ilgilendiğim şey kuşkusuz, büyük bir oranda temas etme fırsatı bulabildiğim İslami ya da daha ziyade İslam karşıtı literatürdü. Bunun bir kısmı açıkça propagandaydı; dini inanç­ların saçmalığına, dini metin ya da geleneklerin yanlış olduk­larına ve her ikisinin de ne kadar zehirli olduğuna dikkat çe­ken tiradlardan oluşuyordu. Diğer yayınlarsa bilimsel bir biçim -tekrar ediyorum “biçim”- altında atıflarla, dipnotlarla vs. yapılıyordu. Her iki tür de Muhammed Peygambere, onun misyonuna, etkisine, otantikliğine ve hatta tarihselliğine yönelik saldırılara merkezi bir önem atfediyordu. Bir sunuma göre asla böyle bir kişi yaşamamıştı; Muhammed, üretilmiş bir mitti. Bu örgüt, yirmilerin sonları ve otuzlar boyunca çok faaldi ve hatırı sayılır bir literatür üretti. Şaşırtıcı olmayacak şekilde, Sovyetler Birliği’nde ne bir yanıta ne de eleştiriye konu oldu. Bekle­nen buydu tabii. Daha da dikkat çekici olan şeyse bu yayınla­rın, Müslüman âlimler ve siyasetçiler neler olup bittiğine dair az da olsa bir şeyler bilmelerine rağmen, İslam dünyasında da herhangi bir yanıt verilmesine ya da protestoya sebebiyet ver­memiş olmasıydı.
Bu, Batı emperyalizmini ve onun Şarkiyatçı ideologlarını kı­namaya her zaman hazır olanların, Sovyetler Birliği’ne göster­dikleri müsamahanın bir örneğiydi. Aynı şey, Sovyetler’de İs­lam üzerine kaleme alınan yıkıcı eleştiriler ya da Sovyetler Birliği’nin idaresi altındaki Müslüman halklara yönelik acımasız baskısı hakkında söyleyecek hiçbir şeyi olmayan Edward Said ve çömezleri için de geçerlidir. Sovyetlerin bu imtiyazlı ve eleştiriden muaf statüsü, Sovyet hükümetinin açık ve tartışma­ya yer bırakmayacak bir saldırganlıkla Afganistan’a girip, işgal ettiği 1979’da daha da dramatik hale geldi.
 
Orta Doğu’ya İlk Seyahat
1937 yılında Paris’ten döndükten sonra, Profesör Gibb, bir soh­betimiz sırasında bana,
– “Dört yıldır Orta Doğu çalışıyorsun; sen­ce de artık orayı görmenin zamanı gelmedi mi?” diye sordu.
– “Evet, ama…” diyerek söz başladım ve ona, Bunalım ve ailem de dâhil olmak üzere herkesin durumunun kötüleşmesi nedeniy­le, Orta Doğu’ya gitmenin benim için aya gitmekten daha kolay olmadığını anlattım. Bunu anlayışla karşıladı ve bu konuyla ilgili yapılabilecek bir şeyler düşündüğünü söyledi. Daha sonra, RoyalAsiatic Society’nin 150 pound sterlinlik cömert bir se­yahat bursuna uygun görüldüğümü öğrendim. Bu para, benim Orta Doğu’ya gerçekleştirdiğim ilk seyahati ve orada altı ay ge­çirmemi mümkün kıldı.
İlk durağım Mısır’dı. İskenderiye’ye vardığımda, kendimi daha çok düğünden sonra hayatının geri kalanını birlikte geçi­receği gelini ilk kez gören bir Müslüman damat gibi hissediyor­dum. Mısır’da geçirdiğim üç ay içerisinde Kahire Amerikan Üniversitesi’nden Arapça dersleri aldım, biraz günlük Arapça öğ­rendim ve bir “dinleyici” olarak Kahire Mısır Üniversitesi’ne de­vam ettim. Öğrencilerin genellikle yaptığı şeyleri yaptım; ders­lere ve toplantılara katıldım, kitap ve gazete okudum, konuş­tum ve dinledim. Hatta bir keresinde, bir öğrenci gösterisine katıldım, ya da daha doğru bir deyişle gözlemcilik yaptım. İlk başlarda iletişim kurmak kolay değildi. Birkaç Orta Doğu dili öğrenmeye başlamıştım; fakat bu dillerin konuşuldukları­nı, nadiren karşılaştığım öğrenci arkadaşlarım dışında hiç duy­mamıştım. Mısır’a vardığımda bildiğim tek Arapça, klasik Arap­ça idi. Günlük Arapça Klasik Arapçadan, İtalyancanın Latinceden farklı olduğu kadar farklıydı. Günümüzde de, her Arap ül­kesinde iki dil vardır; yazı dili ve konuşma dili. Yazı dili tüm Arap dünyasında, çok ufak değişiklikler bulunsa da aynıdır; fa­kat konuşulan Arapçalar, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca ve Portekizce kadar birbirinden farklıdır. Mısır Arapçasıyla başa çıkmayı epey iyi bir şekilde öğrendim. Sonra Lübnan’a ve Suri­ye’ye gittiğimdeyse herkes bana gülüyordu. Bu yabancının Mı­sır diyalektiyle konuşmasını hayli gülünç bulmuşlardı.
Kahire Amerikan Üniversitesi’nde kendi döneminde Batı dünyasındaki en önde gelen Arapça âlimlerinden biri olan Profesör Arthur Jeffery ile tanışma fırsatını yakaladım. Aslen Avus­tralyalı olan Jeffery, New York’taki Columbia Üniversitesi’nde bir kürsüye geçmeden önce Kahire’de birkaç yıl geçiriyordu. Kahire’deki ikameti sırasında onu derinden etkileyen bir olay yaşanmıştı. Kur’an’la her zaman ilgilenmişti ve özellikle de Kur’an’ın en eski el yazmaları üzerinde çalışmıştı. Bun­lardan birinin metninde, Eski Ahit ve Yeni Ahit’lerin ilk el yaz­maları arasında var olanlardan çok da farklı olmayan kimi ufak farklılıkların bulunduğunu keşfetti. Bunun üzerine çalışmaya koyuldu ve bu ilk dönemlere ait farklı okumalar üzerine bir eser kaleme aldı.
Arthur Jeffery’nin 1937 tarihli kitabı, Materials for the History of the Text of the Qur’an: The Old Codices(Kur’an Metninin Ta­rihi İçin Materyaller: Eski Elyazmaları) başlığını taşıyordu. Jef­fery, kısa bir süre içinde kitabının suçlanması ve El-Ezher Üni­versitesi ve Camisi’nin en önde gelen Müslüman dini otoritele­rinden birinin emriyle halkın önünde yakılması karşısında deh­şete düştü. İslami değerlere her zaman saygılı olan Profesör Jef­fery, El-Ezher’deki insanlarla daha önce hep mükemmel ilişki­lere sahip olagelmişti ve onların kitabına yönelik tepkileri kar­şısında daha da ürküp korkuya kapıldı. Yaptığı şeyin en dindar Hıristiyan ve Yahudilerin Eski Ahit ve Yeni Ahitmetinleri üze­rinde yaptıklarından hiçbir farkı olmadığına dikkat çekti. Fakat aldığı cevap: “Ama bu farklı, Kur’an Incil’e benzemez; Kur’an, Allah’ın kelamıdır” şeklinde oldu. Bunu söylerken yalnızca Ya­hudi ya da Hıristiyan kutsal metinlerinin otantikliği ya da doğ­ruluğuna kuşku düşürmüyorlardı. Aynı zamanda, kutsal metin­lerin doğasına ilişkin Müslüman ve Yahudi-Hıristiyan algısı ara­sındaki derin farklılığı da gösteriyorlardı. Hıristiyanlar ve Yahudiler için, İncil farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda yazılan, ilahi olarak ilham alınmış ama çoğunlukla insanlar tarafından yazılmış bir dizi kitaptan oluşur. Müslümanlar içinse, Kur’an tek, ilahi, ebedi ve birileri tarafından üretilmemiş bir kitaptır. Basitçe ilahi olarak ilham alınmamıştır, kelimenin tam anlamıy­la ilahidir ve nasıl olursa olsun onu sorgulamak küfürdür.
Kur’an’ın ilahi mükemmeliyeti nedeniyle, özgün Arapça metninden diğer bir dile tercüme edilemez ve aslında edilme­melidir de. Yüzyıllar boyunca Müslümanların büyük bir ço­ğunluğu Arap olmadığından ya da hiç Arapça bilmediklerin­den, Kur’an’ın Farsça, Türkçe, Urduca ya da diğer İslam dille­rine yapılmış Latin Vulgate’si ya da İngilizce Kral James’in İncili’ne benzer resmi tercümeleri yoktur. Tercüme açık bir şekil­de yasaklanmıştır. Tabii ki, Arapça dışındaki dillerde tercüme olarak adlandırılabilecek kimi versiyonlar bulunmaktadır; fakat bunlar meal ya da tefsir olarak sunulurlar ve hiçbirinin resmi bir statüsü yoktur.
Hayatta kalan en eski Kur’an metinlerinin ilk biçimlerini toplayıp sunarak Profesör Jeffery sadece, haham ve papazların uzun bir süreden beri İncil için yaptıkları şeyi İslam kutsal me­tinleri için yapmaya, daha doğru ve anlaşılabilir bir metne ulaş­maya çalışıyordu. Müslümanların gözündeyse kutsal metinleri­nin ilahiliğine ve ebediliğine dil uzatıyordu.
Benzer bir sorun, kimi adı çıkmış Şarkiyatçılar da dâhil ol­mak üzere; Batılı araştırmacılar, Kur’anda geçen kimi İncil hikâyelerinin yanlış bir şekilde alıntılandığına dikkat çektikle­rinde ve Peygamberin ya da bilgi kaynaklarının hikâyeyi yan­lış anladıklarını varsaydıklarında da ortaya çıkmaktadır. Müslü­manların buna cevabı, kendilerine göre hiç de yersiz olmayan bir infialdir; “Allah yanlış anlamaz, Resulü yanlış bilgilendiril­memiştir.” İncil’deki hikâyelerle Kur’andakiler arasında fark­lılıklar bulunmaktadır; çünkü Hıristiyanlar ve Yahudiler kendi­lerine emanet edilen kutsal metinlerin güvenilmez muhafızla­rı olduklarını göstermiş ve onları ya kaybetmiş ya da tahrif et­mişlerdir.
 
Filistin, Suriye ve Türkiye’ye
Mısır’da geçirdiğim üç ayın ardından, o zamanlar bir Britanya mandası olan Filistin’de birkaç hafta kaldım. Oradan bir Suriye ve Lübnan turu­na çıktım. O zamanlar İsmaililer ile ilgili tezim üzerinde çalış­maya çoktan başlamıştım ve Suriye’deki İsmaili köylerini ziya­ret etmenin faydalı olacağını düşünmüştüm. Bu köyler, ülke­nin merkezinde, Hama şehrinin hem doğusunda hem de ba­tısında yer alıyorlardı. Haçlılar döneminde, esas olarak Müslü­man; ama bazen de Hıristiyan hedeflerine saldırılar düzenleyen korkunç Haşhaşilere yataklık etmişlerdi. Haşhaşilerin gücü on üçüncü yüzyılda sona ermişti; ama bazı İsmaili toplulukları gü­nümüze kadar varlığını sürdürmüştü. Doktora tezimde kulla­nacağım ek materyal bulabilme umuduyla gittiğim İsmaili köy­leri işte bunlardı.
İlk kitabım olan The Origins of Isma’ilism (İsmaililiğin Kö­kenleri) 1940 yılında Cambridge’de Heffer şirketi tarafından ya­yımlandı. Geçmişe dönüp baktığımda bu çalışmamdan çok da gurur duymuyorum. Normalde bir doktora tezi, geniş okur kit­lesi pek de dikkate alınmadan, ince eleyip sık dokuyacak kişi­ler gözetilerek yazılır. En iyi tezler bile genellikle bir kitap ha­linde yayına hazır hale getirilmeden önce gözden geçirilmeye ve genişletilmeye ihtiyaç duyar. Fakat benimki farklı bir durumdu. Savaş çıkmıştı ve akade­mik yaşamı belirsiz ve hatta sıkıntılı sonuçları olabilecek bir sa­vaş görevi için terk etmek üzereydim. Tezimin yayına hazır ha­le getirilebilmesi için gereken gözden geçirme ve editörlüğü yapabilmemin hiçbir yolu yoktu. Londra Üniversitesi yayın fo­nu, hiç kuşkusuz bu durumun farkında olarak, tezin yayımla­nabilmesini kolaylaştırmak için bana bir hibe verdi ve bu sa­yede, bir yayıncı bulmam hiç de zor olmadı. Sübvanse edilen beş yüz kopyalık bir baskıydı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, sa­vaş yıllarında yarattığı ilk etki çok zayıftı ve bu beş yüz kopya­lık baskının tükenmesi on yıldan uzun sürdü. Ama yine de bir şey keyfimi biraz yerine getirmişti. Tez Arap dünyasında Arap bilim insanları tarafından iyi karşılandı ve beni son derece şa­şırtacak bir biçimde Irak’ta bir Arapça tercümesi yayımlandı.
1945 yılının sonunda akademik hayata geri döndüğümde, ilgim hayli farklı konulara yönelmişti ve İsmaililiğin kökenleri­ni oldukları yerde bırakmaktan hoşnuttum. İsmaililik çalışma­larına geri dönüşüm parlak bir Amerikan ortaçağ uzmanı olan Profesör John L. LaMonte’nin, meslektaşlarıyla birlikte derleyip yayımlamayı planladıkları, çok ciltli ve yazarlı bir Haçlı tarihi­ne Haşhaşilerle ilgili bir bölümle katkıda bulunmamı istemesi üzerine gerçekleşti. Seve seve kabul ettim ve 1955 yılında “İsmaililer ve Haşhaşiler”başlığıyla yer alacak bir bölüm kaleme aldım. Bu bölümün yayınlanmasının ardından, Suriye Haşhaşilerinin tarihiyle ilgili Arapça ve diğer kaynaklar, Selahattin ve Haşhaşiler arasındaki ilişkilerin tuhaf hikâyesi, Haşhaşi liderlerinden birinin kısa ve yayınlanmamış bir biyografisinin tercümesi ve edisyonu gibi konunun çeşitli veçhelerine ilişkin kimi kısa çalışmalar yaptım.
Bunların tümü, tabii ki, Suriye’deki Haşhaşilerle ilgiliydi. Fa­kat bunların tarihlerinin İran’daki Haşhaşi karargâhından ba­ğımsız olarak bütünüyle anlaşılması mümkün değildi. Bu nedenle Haşhaşiler üzerine, Avrupa folklörü ve bilimindeki yer­lerini, Orta Doğu’daki kökenlerini ve Haçlılarla ilişkileri de dâ­hil olmak üzere hem İran hem de Suriye’deki faaliyetlerini inceleyen ve “Araçlar ve Amaçlar”başlığını taşıyan, Haşhaşilerin terörist taktiklerini ve önderliklerinin devrimci stratejileri­ni ele alan bir sonuç bölümü de içeren bir kitap yazmaya karar verdim. Kitap, bir İslami terör dalgasının kitaba yeni bir anlam; hatta aciliyet kazandırmasından bir yıl önce, 1967 yılında Londra’da yayımlandı. Bu kitabın daha sonraki bibliyografik tarihi ilginçtir. İngilizce edisyonu pek çok yeni baskı yaptı ve Fransızca çevirisi, 1982 yılında Paris’te çıktı.
Bu konuya yönelik ilginin değişen doğası en iyi, çevirmen­imin tercih ettikleri başlıklarda görülebilir. Özgün İngilizce metin sadece “Haşhaşiler: İslam’da Radikal bir Mezhep” adını taşı­yordu. Yabancı bir dildeki ilk baskısı olan Fransızca çevirisinde isim, “Haşhaşiler, Ortaçağ İslam’ında Terör ve Siyaset”e,İtalyan­ca çevirisinde “Haşhaşiler: Radikal Bir İslami Mezhep, Tarihteki İlk Teröristle”e,Almanca çevirisindeyse “Radikal İslam ’da Dini Cinayet Geleneği”ne dönüşmüştü. Tüm bunların amacı açıktı: Kitapta anlatılan hareket ve ey­lemlerle, o dönem Orta Doğu’yu kasıp kavuran ve dünyanın büyük bir kısmını tehdit edenler arasında benzerlik kurmak.

İran’da ortaya çıkan ve Suriye ve Lübnan dağlarına yayıla­rak on birinci ve on üçüncü yüzyıllar arasında serpilen Haşhaşilerin hikâyesi öğretici olabilir. Ana akım İslami geleneği ya da oydaşmayı (konsensüsü) temsil etmiyorlardı; bizatihi ana akım Sünni İslam’dan ayrılan Şii hareketin içinde aşırı bir dal, sapkın­lık içinde sapkınlıktılar. Uygulama ve inanışları ana akım Sün­nilik ve Şiilik tarafından benzer şekilde reddediliyordu ve so­nunda ayrıksı inanışlarını muhafaza eden küçük azınlık tarafın­dan bile terk edildiler. Ortaçağdan bu yana Batı’da yaygın olan, Haşhaşilerin öfke ve silahlarının Haçlılara yöneltildiğine ilişkin yanlış bir algı vardır. Bu doğru değildi. Kurbanları arasında gö­rece az Haçlı bulunuyordu ve bunlar da Müslümanlar arasında­ki bir takım hesaplaşmalar sonucunda öldürülmüştü. Kurbanla­rının büyük bir çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyordu; çünkü saldırıları yabancı bir güce değil, hâkim seçkinlere ve İslam’ın hâkim fikirlerine karşıydı.
Ortaçağ Haşhaşilerinin seçtikleri kurbanlar, İslam hüküm­darları, idareciler, nazırlar, komutanlar ve önemli dini görevli­lerdi. Kullanılan silah neredeyse her zaman aynıydı, görevlen­dirilmiş Haşhaşi tarafından bizzat kullanılan bir hançer. O za­manlar mevcut olan yay, arbalet ve zehir gibi daha güvenli si­lahlara neredeyse hiç başvurmadıkları kaydedilmeye değer. En zor ve ulaşılmaz hedefleri seçiyor ve kurbanlarını öldürdük­ten sonra kaçmak için hiçbir çaba sarf etmiyor, kimse de onları kurtarmaya çalışmıyordu. Bilakis, bir görevin ardından ha­yatta kalmak utanç vericiydi. Bu açıdan, Haşhaşiler aslında günümüz intihar bombacılarının habercileriydiler. Her ikisi de modern terör pratiklerinin işaretleri haline gelen kaçırarak şan­taj yapmak ve ayrım gözetmeden uzaktan kumandalı patlayı­cı kullanarak cinayet işlemekle dikkat çekici bir zıtlık sergili­yordu.
İslam; Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi etik bir dindir ve cina­yet ve şantajın inanç ya da pratiklerinde hiçbir şekilde yeri yok­tur. Yine de, bugün olduğu gibi o zaman da, dinleri adına ci­nayet işleyen topluluklar vardı ve bu nedenle ortaçağ Haşhaşi mezhebinin incelenmesi, -suikasta yönelik İslami tutumlara ilişkin bir rehber değil, bazı grupların din ve siyaset arasındaki temel İslami bağa nasıl radikal ve kanlı bir yön verdiklerine ve bunu kendi amaçlarına ulaşmak için nasıl kullanmaya çalıştık­larına bir örnek olarak- yararlı bir amaca hizmet edebilir. Haşhaşilerden çıkarılabilecek tüm dersler içinde belki de en önem­lisi nihai ve topyekûn başarısızlıklarıdır.
Ortaçağ Haşhaşileriyle modern muadilleri arasındaki ben­zerlikler -Suriye-İran bağlantısı, terörün sonuçlarının hesapla­narak kullanılması, Haşhaşi ajanının, ebedi saadet beklentisiy­le kendisini kurban edecek kadar davasına tamamen adanmış olması- gerçekten de çarpıcıdır. Fakat dikkat çekici farklılıklar da bulunmaktadır. Ortaçağ Haşhaşileri saldırılarını sadece he­def aldıkları kurbanla sınırlar ve etraftaki masumların zarar gör­memesi için özen gösterirlerdi. Haşhaşiler kaçmaya kalkışmaz­lardı, çünkü görevi başarıyla tamamladıktan sonra yakalanmak bir şeref olarak görülürdü. Bu gelenek de, ne yazık ki, kaybol­muştur.
Haşhaşilerle ilgili bulabildiklerim, beni hayal kırıklığına uğ­ratmıştı, fakat diğer açılardan Suriye’ye yaptığım seyahat ilginç ve hatta faydalı olmuş, hem bir konuşma dili olarak Arapçaya hem de Suriye kırsalındaki yaşam tarzına dair bilgimi arttırmıştı. Tek yerel bağlantım, rehberim Profesör Gibb’in bir tanıdığı olan Danimarka arkeoloji heyetinin başkanıydı. Kendimi ona tanıttım ve çeşitli şekillerde bana yardımcı oldu; ama yardımlarından biri özellikle önemliydi. O zamanlar Suriye Fransız man­dası altındaydı ve geleneksel İngiliz-Fransız rekabeti ve karşı­lıklı şüpheler Levant’ta hâlâ canlı ve güçlüydü. Öyle görünü­yordu ki, Fransız siyasi subayı ziyaretimi duymuş; fakat orta­çağ İsmailileri üzerine bir tez yazmanın oradaki varlığımın ger­çek sebebi olduğuna inanmamıştı. Benim Fransız karşıtı men­fur faaliyetlere karışan gizli bir İngiliz ajanı olduğumdan şüphelenmişti. Seyahat masraflarımın Royal Asiatic Society tarafından karşılanıyor olması, sadece kuşkularını doğrulamaya yaramış­tı. Neyse ki, Danimarka arkeoloji heyetinin başkanı onu akademik ve bilimsel iyi niyetim konusunda ikna edebildi. Ziyare­timi rahatsız edilmeden sonlandırmayı başardım.
Orada bulunduğum süre içinde kuzey Suriye’deki bir tepe­ye kurulmuş muhteşem bir Haçlı kalesi olan ünlü Crac des Chevaliers’i ziyaret ettim. Yerel köyden bir rehber vermişlerdi. Bir ara ihtiyacımı gidermem gerekti ve rehberimden beni en ya­kın tuvalete götürmesini istedim. Hayretler içinde o tür bir şey olmadığını söyledi. “İhtiyacınızı nerede gideriyorsunuz?” diye sordum. Elini tarlalara doğru sallayarak cevap verdi. Bunu duy­maktan görünür şekilde mutsuz olmuştum ve o an rehberin ak­lına bir fikir geldi. Kaleyi gösterdi ve “Bu yeri inşa edenler de ‘Frenkler’di ve muhtemelen bir W.C. de koymuşlardır. Hadi gi­dip bakalım.” (Frenk Avrupalılar için kullanılan genel terim­di.) Aslında haklıydı. Haçlılar hayatı kolaylaştıran bu temel şeyi unutmamışlardı ve bunun için onlara minnettardım. (Ya da bel­ki de böyle yaptıkları için rahatlamıştım demeliyim.)
Türkiye’ye ilk ayak bastığımda, pek çok Batılı ziyaretçinin yaptığı gibi Batı’dan değil, tezim üzerine çalıştığım Suriye’den geliyordum. Akademik eğitimimde bir tarihçi ve bir Şarkiyatçı olarak, klasik İslam uygarlığı üzerinde uzmanlaşmıştım. Yakla­şımımın kaynağını günümüzden ve batıdan değil de, geçmiş­ten ve güneyden alması, beraberinde ülkeye, kültürüne ve so­runlarına ilişkin farklı -ve daha iyi olduğunu iddia edeceğim- bir anlayış getirmişti. Pek çok hüküm ve değerlendirme, karşı­laştırmaya dayanır ve kaçınılmaz bir şekilde kıyaslanan unsur­lar tarafından şekillendirilir. Benimkiler alışıldık olanlardan be­lirgin bir şekilde farklıydı.
 
İlk İşim
1938 yılında neredeyse iki yıldır lisansüstü öğrencisiydim ve so­nunda tezim üzerinde ciddi bir şekilde çalışmaya başlamıştım. Aynı zamanda, arada sıra “gerçek bir meslek” edinmek için hu­kuk sınavlarıma da çalışıyordum. O yıl hemen hemen aynı günlerde hayatımın akışını değişti­recek iki şey vuku buldu. İlk olarak, hukuk çalışmalarımda ele almam gereken bir sonraki konu, gayrimenkul ve devir huku­kuydu ve hukuk eğitimi alan herkes bilir ki; bu, son derece sı­kıcı ve yorucu bir konudur. İkincisi, Londra Üniversitesi bana, İngiliz üniversitelerindeki en düşük pozisyon olan yardımcı öğ­retim görevliliği önerdi. Bir tercihle karşı karşıyaydım ve bir an bile tereddüt etmedim. O zamana kadar, hiçbir zaman bir avu­kat olamayacağımın farkına varmıştım. Hukuka dayalı bir medeniyeti anlamama yetecek kadar hukuk öğrenmiştim, ama be­ni bir avukata dönüştürmeye yetecek kadar değil.

İngiliz üniversitelerinde, o zamanlar doktora sınavı Ameri­kan sisteminde olduğundan çok farklıydı. Amerikan üniversite­lerinde, en önemli mesele tezinizin danışmanınız tarafından ka­bul edilmesidir; danışman onun bir jüriye gönderilmesini öne­rir ve gerisi formalite icabıdır. Britanya üniversitelerinde du­rum böyle değildi. Doktora tezi; tez danışmanınızın, aynı üni­versiten bir profesörün ve farklı bir üniversiten bir profesörün yer aldığı bir jüriye sunulmalıydı. Jürinin üç seçeneği vardı; Te­zi kabul etmek ki, bu durumda adaya doktorası verilirdi; tezi reddetmek ki, bu durumda aday eli boş dönerdi ya da “tezin iadesi” olarak bilinen şeyi yapmak ki, bu “Git, şunu, bunu ya da ötekini yeniden yaz, yeniden sun ve sonra, eğer beğenirsek sana doktoranı veririz” anlamına geliyordu.
Londra Üniversitesi’ne bağlı School of Oriental and African Studies’de Yakın ve Orta Doğu tarihine yardımcı öğretim gö­revlisi olarak yıllık 250 poundluk kayda değer bir maaşla atan­dım (sanırım bunu Gibb ayarlamıştı). Tarih bölümünde görev­lendirilmiştim.  Verdiğim ilk ders, “İslami Yakın ve Orta Doğu Ta­rihi” üzerine bir deneme dersi oldu. Sadece dört öğrenci dersi almıştı: Bir Mısırlı, bir Filistinli Arap, bir Iraklı ve bir İranlı. Babam bunu duyunca şaşırmıştı:
– “Orta Doğu tarihi mi öğretiyorsun?”

– “Evet.” Afallamış bir sesle devam etmişti,
– “Anlamıyorum. Neden Londra Üniversitesi Araplara, Arap tarihi öğretmen için sana maaş ödesin ki?” Bir başka soru daha vardı:
– “Neden Araplar, kendi tarihlerini çalışmak için İngiltere’ye gelmek istiyorlardı?” Bu, daha sonra yeniden karşıma çıkacak bir soruydu.
 
2. Bölüm
Savaş Yılları
1939 Baharında Naziler Çekoslovakya’nın geri kalanını da işgal ederek, Münih siyasetinin başarısız ve savaşın da ka­çınılmaz olduğunu gösterdiklerinde, çeşitli kurum ve bireyler savaş hazırlıklarına başladılar. Genellikle yerleşmiş bulunduğu Chatham House adlı binanın adıyla anılan The Royal Institute for International Affairs (Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitü­sü), genç mensuplarına yönelik, benim de katıldığım bir di­zi yoğunlaştırılmış eğitim programı başlattı. Savaş patladıktan sonra, kimilerimiz yardımcı sıfatıyla bir işe yaramak ve uluslara­rası ilişkilerin gerçeklerine dair bazı şeyler öğrenmek üzere Dış İşleri Bakanlığı’na gönderildik. Ekim ayındaki akademik yıl açı­lışına kadar, yaklaşık bir ay boyunca orada kaldık. Daha sonra da, artık pek de normal bir biçim altında olmasa da kendi nor­mal uğraşlarımıza döndük.
Şaşırtıcı bir şekilde bakanlıkta bir Türkiye uzmanı yerine konmuştum. O zamana kadar Türkiye’de, birkaç günü Anka­ra’da geri kalanı ise İstanbul’da olmak üzere iki buçuk hafta ge­çirmiştim. Bu ülkeye dair doğrudan bilgim bu ziyaretten iba­retti. Bununla birlikte, biraz Türkçe biliyordum ve tabii ki ço­ğu yakın geçmişle ilgili olmasa da, Türk tarihi çalışarak epey zaman geçirmiştim.
Dış İşleri’ndeki bir aylık çıraklığıma dair canlı tek bir hatı­ram var. Bir gün yanına verildiğim memur, Türk büyükelçisiy­le bir randevusu olduğunu söylemiş ve onunla gelmek isteyip istemeyeceğimi sormuştu. Çok sevinmiştim. Bu benim ulusla­rarası ilişkilerin bu düzeyine attığım ilk adımdı. Daha da iyisi, o zamanlar Londra’daki Türk büyükelçisi, kısa bir zaman öncesi­ne kadar Dışişleri bakanı ve Kemal Atatürk’ün yakın bir çalışma arkadaşı olan Tevfik Rüştü Aras’tı.

Sohbetin konusu tabii ki yeni başlamış olan savaş ve özel­likle de Büyük Britanya ve Fransa ile bir ittifak antlaşması üze­rine müzakere sürecinde bulunan Türkiye’nin oynayacağı rol­dü. 12 Mayıs 1939’da, ekim ayında imzalanacak resmi bir İngiliz-Fransız-Türk İttifak antlaşmasının yolunu açacak, ortak bir İngiliz-Türk deklarasyonu yayınlanmıştı bile. Fakat 1 Eylül’de savaşın başlaması, durumu önemli ölçüde değiştirdi. Büyükel­çi iki noktaya değindi. “Biz Türkler” dedi, “güçlü bir tarih al­gısına sahibiz. Polonya’nın parçalanmasının Türkiye’ye yöne­lik bir tehdit oluşturduğunu biliyoruz. Ama…”

Ve Türkiye’nin, İngiltere ve Fransa ile imzalanan ittifakın gereği olarak Mihver güçlerine neden savaş ilan etmeye hazır olmadığını açıklamaya başladı. “Yerine getirilmesi için başkalarının yardımına bağım­lı olacağımız yükümlülüklerin altına girmek bizim politikamız değildir” dedi. Daha sonra antlaşmanın “Türkiye tarafından üstlenilen yükümlülükler bu ülkeyi, SSCB ile silahlı bir çatış­maya girmesine yol açacak ya da bu sonucu doğuracak eylem­lere zorlayamaz” diyen ikinci protokolünü gündeme getirdi.
Bu o zamanlar, Moskova ile Berlin arasındaki yakın ilişki­ler düşünüldüğünde, makul bir mazeretti. Türkiye’nin tarafsız­lığına dair aynı meşrulaştırma, bu yakın ilişki Rusya’nın Alman­ya tarafından işgali edilmesiyle sona erdiğinde bile devam etti.
1939 yazı itibariyle savaşın kaçınılmaz olduğu artık belli ol­muştu. Orta Doğu’daki çeşitli sorunlar üzerine raporlar hazır­lamak için Dış İşleri’ne danışmanlık yapacak bir komitede yer almam istendi. Fakat bunun çok geçici bir şey olacağı açıktı. Hizmetlerimi sunmak üzere Savaş Bakanlığı’na yazdım…
Kı­sa bir süre sonra, ikinci bir mülakat için gelmem istendi ve be­ni kabul etmeye karar verdiklerini ve ocak ayında süvari ola­rak bir OCTUya. (officer cadet training un it: aday subay eği­tim birliği) gönderileceğimi bildirdiler. Pat diye, “Süvari mi, ya­ni atları mı kastediyorsunuz?” deyiverdim. Başını “evet” anlamında salladı ve “Ama 1939’dayız. Bugünlerde kim süvari kullanıyor ki artık?” diye sordum. Bir bakış atarak, “Arabistanlı Lawrence’i hiç duydun mu?” diye sordu. “Tabii ki” dedim. “Pekiyi, eğer at binmeyi bilmeseydi yaptıklarını başarabilir miydi? Doğru düzgün at binmeyi öğrenmeni istiyoruz.”dedi. Hayatımda hiç at binmediğimi söyleyerek karşı çıktım. “Bu daha da iyi. O zaman kurtulman gereken kötü alışkanlıkların da yoktur” dedi. Bu, 1939 Eylül’ünde yaşanmıştı ve silah altına alınma tarihim,  Ocak 1940’tı.
İstihbarat tarafından kabul edilebilmek için, iki koşulu ye­rine getirmeniz gerekiyordu. En azından iki kuşaktır Britanya doğumlu olmak ve bir yabancı dile hâkim olmak zorundaydınız. Bu koşullar genellikle nadiren bir kişide bir araya geliyor­du ve koşullan taşıyan insanlar kimi tanımlanabilir kategorilere denk düşüyorlardı.
Savaştaki son görevim Londra’daydı ve hava saldırısı yılları­nın büyük bir kısmını Londra’da yaşayarak, çalışarak ve daha da önemlisi uyuyarak geçirdim. Hava saldırısının ilk aşamala­rında yer altı istasyonlarındaki sığınaklara iniyordum; ama kısa zamanda bundan yoruldum ve yatağımda kalarak şansımı de­nemeye karar verdim. İnsan her şeye alışabiliyor!
 
Neler Yaptıklarını Ortaya Çıkarmak
1939’da savaş patladığında tamamen bağımsız olan ve herhan­gi bir emperyal denetim, hâkimiyet ya da varlıktan azade bu­lunan tek Arap devleti Suudi Arabistan’dı. Suudilerin o dönem­de, biri Londra, diğeri de Paris’te olmak üzere yurtdışında yal­nızca iki büyükelçilikleri vardı. Gariptir ki, büyükelçilerin ikisi de Suudi değildi. Londra büyükelçisi Hafız Wahba bir Mısırlı; Paris büyükelçisi Fuad Hamza ise bir Suriyeli’ydi.
Büyükelçiliğin yazışmalarını ve telefonlarını takibe almıştık, büyükelçi Fuad Hamza, Suudi Arabistan’da yabancıların girme­sine izin verilen ve bu nedenle de, Suudi hükümetine akredite olmuş büyükelçiliklerin yerleştiği Cidde şehrinde bulunan Su­udi dışişleri bakanına rapor veriyordu. Cidde’deki dışişleri ba­kanı da, Riyad’da bulunan Kral İbn Suud ile iletişimini tama­men telefon üzerinden kuruyordu. Telefon konuşmalarının ne kadar savunmasız olduğunun farkında değillerdi ve sık sık ne yaptıklarına ve hatta ne düşündüklerine dair anında bilgi edi­nebilme yeteneğimiz karşısında şaşkınlığa düşüyorlardı.
Savaş sırasında diğer Arap hükümetleriyle bağlantılarımız zaman zaman hayli karmaşık olabiliyordu. Mısır Kralı Faruk bir dost ve müttefik olarak askeri planlarımızı bilmesine izin veril­mesini talep ediyor ve ona tüm ayrıntıları vermemiz konusun­da ısrar ediyordu. Ona güvenmiyorduk ve bütünüyle yanlış bir plan hazırlayarak kendisine verdik. Kuzey Afrika’daki İtalyan karargâhını ele geçirdiğimizde bu planın bir kopyasını bulduk. O zamanlar İtalya, tabii ki, Mihver’in bir mensubu ve Alman­ya’nın müttefiki idi.
O sıralarda Suriye’deydim ve en canlı izlenimlerimden bi­ri Suriyelilerin Fransızlara karşı duyduğu şiddetli düşmanlık ve hatta küçümsemeydi. Diğer Araplar gibi tüm emperyal güçlerden nefret ediyorlardı; fakat süregiden Fransız varlığını özellik­le aşağılayıcı buluyorlardı. Onları özellikle kızdıran şey, de Gaulle’in Özgür Fransızlan’nın, asker sıkıntısı nedeniyle, Fransız sömürge ordusun­daki Senegal taburlarını Suriye’ye getirmesi olmuştu. Bu en bü­yük ve nihai hakaretti. Suriyeliler bunu “Artık sadece emperyalistlerin hizmetçileri tarafından yönetilmekle kalmıyoruz, emperyalistlerin hizmetçilerinin köleleri tarafından da yönetilivoruz!” diyerek protesto ettiler. O vakit Şam’da asılmış olan bir afiş, Fransız kepi ve Fransız üniforması giymiş siyah bir Senegalli askeri dişleri arasında bir bıçak tutar halde Jeviens te ci­viliser!” (“Sizi uygarlaştırmaya geldim!”) derken gösteriyordu.
 
Servis’te Yahudi Olmak
Üzerinden atmış yıldan daha uzun bir zaman geçti; ama hâlâ olayı ve konuşmayı hatırlıyorum. Gecenin ortasındaydı ve top mermisi ve bombaların rutin dağdağası dışında her şey göre­ce sakindi. Aniden arkadaşım George yeni ve çok farklı bir sohbet açtı; “Bağışla beni” dedi, “Burnumu sokmak istemem, ama senin Yahudi ol­duğunu düşünmekte haklı mıyım?”
“Evet haklısın. Ben Yahudiyim ve bağışlanmanı gerektire­cek bir şey yok.”
“Bağışla,” dedi tekrar, “ama senin dindar ve kurallara uyan bir Yahudi olmadığın izlenimine kapıldım.”
“Yine haklısın.”
“O halde anlamıyorum” dedi. “Neden önemsiyorsun?” “Şimdi ben de anlamıyorum” dedim. “Bununla ne kastedi­yorsun?”
“Açıklamaya çalışayım” dedi George. “Yahudi olmanın ge­nellikle zor ve bazen de tehlikeli olabileceğine katılıyorsundur.” “Evet, öyle” dedim, 1942’de bir istihbarat servisinde bu öner­meye karşı çıkmak pek de mümkün değildi.
“O halde anlamıyorum” dedi George bir kez daha. “Dini inançların nedeniyle eziyetle hatta ölümle karşılaşmaya hazır olabileceğini görüyorum. Ama bu inançlara göre yaşamıyorsan ya da onlara sahip çıkmıyorsan neden önemsiyorsun?”

George’un sorusunu ve hatta idrak edemeyişini şimdi an­lamaya başlamıştım. George, belli ki İbraniliği diğer pek çoğu gibi bir mezhep ya da ibadet biçimi olarak görüyordu. Bu tür bir gruba mensubiyet ancak dindar ve ibadetlerini yerine geti­ren bir üyeyseniz anlamlıydı, aksi takdirde anlamsızdı. Böylesi bir durumda üye olmaya devam etmek için herhangi bir man­tıklı gerekçe kalmazdı, hele de üye olmanız bir rahatsızlığa ya da daha da kötüsüne yol açabilecekse.

İngiltere’de kilise ve devletin birbirlerinden yasal olarak ay­rılması söz konusu değildir. Monark (Yönetici), aynı zamanda kilisenin de başıdır; piskoposlar parlamentonun üst kanadının üyeleridir ve okullarda, orduda ve diğer kurumlarda dua et­mek programın önemli bir parçasıdır. Dua toplantıları esas ola­rak Anglikan, yani İngiltere Kilisesi’ne göre düzenlenir; fakat ye- terince büyük olan diğer gruplar için benzer dualar da ayarlanır.
II. Dünya Savaşı sırasında bir kuzenim Oyford’da ve Burks Hafif Piyade birliğinde görev yapıyordu. Bir gün albayı onu ça­ğırmış ve bağırarak kendisini kilise ayininde görmediğini söyle­miş ve Bunun nedenini bilmek istemiş. Kuzenim de Yahudi olduğunu ve bu nedenle Anglikan kilise ayinine katılmasının pek de uygun düşmeyeceğini anlatmış. Albayı İse bunun bir mazeret olmadığını, zira farklı gruplar için ayrı kilise ayinlerinin olduğu­nu söylemiş. Yahudi kilise ayinine gitmeliymiş. Kuzenim de ta­burdaki tek Yahudi olduğunu ve kendi başına bir ayin düzenleyemeyeceğini anlatmış. Albay burnundan soluyarak sonunda “Evet, seni anlıyorum. Gidebilirsin” demiş.
Kuzenim mesele­nin böylece kapanacağını düşünüyormuş, ama yanılıyormuş. Bir hafta sonra albay tarafından çağrılmış ve yolun otuz mil aşağısın­da içinde pek çok Yahudi bulunan ve düzenli olarak Yahudilere dini hizmetlerin verildiği bir Londra alayı olduğunu anlatmış. Albay, Yahudi ayinine katılması için kuzenime bir araba ve bir de şoför ayarlamış. Ve böylece, kuzenim orada kaldığı süre bo­yunca her hafta, hayatının bu ara döneminin ne öncesinde katıldığı ne de sonrasında katılacağı Yahudi ibadetine götürülmüş.
 
Orta Doğu’ya
Savaşın ilerleyen safhalarında Orta Doğu’ya gitmem emredildi ve İngiltere’nin güney sahillerinde bir yerde bulunan bir donanma üssüne yönlendirildim…
İrlanda sorunu aslında, büyük Katolik çoğunluğa sahip ülkenin İrlanda’da yaşayan küçük bir azınlığın hakimiyeti altında bulunmasından kaynaklanıyordu.
Mistisizm ve felsefe konusunda uzman olduğundan etrafın­daki dünyada akıp giden günlük yaşamdan biraz da uzak du­ran bir Fransız meslektaşım, savaş sırasında İstanbul’daydı. Tür­kiye tarafsızdı, ama yine de yabancıların girmesine izin veril­meyen belirli güvenlik bölgeleri vardı. Meslektaşım, gezintile­ri sırasında, yanlışlıkla bu güvenlik bölgelerinden birine girip derhal gözaltına alınmış, polis karakoluna götürülmüş ve ko­miser tarafından sorgulanmış. Sonunda komiser Mösyö’nün bir casus ya da sabotajcı değil de hayli zararsız bir misafir oldu­ğuna ikna olmuş. Ortamdaki atmosfer yeterince gevşediğinde komisere, “girilmesi yasal bölgeler olduğu halde, neden ‘yasak bölge’ ya da ‘giriş yasak’ gibi uyarı levhaları koymadıklarını” sor­muş. Komiser hayretle ona bakmış ve “Eğer koysaydık, kimse­ye yakalayamazdık” diye yanıt vermiş.
 
3. BÖLÜM
Osmanlı Arşivlerinde
Hocam Gibb’in bana birden fazla kez söylediği gibi, Arap tarihi çalışacak, öğretecek ve kaleme ala­cak ilk profesyonel tarihçiydim; tabii ki İngiltere’de. Fransa’da zaten bir kişi vardı, Claude Cahen isimli, ilerleyen yıllarda tanı­şacağım bir öncü.
Britanya üniversitelerindeki olağan uygulamaya koşut ola­rak, Londra Üniversitesi bir dizi şeref derecesi programı, yani bir çalışma alanında uzmanlaşan iki ya da üç yıllık program­lar açıyordu. Benimkinin ismi “Yakın ve Orta Doğu Tarihi” idi. Atanmamdan önce, Orta Doğu tarihi Arapça, Farsça ve Türk­çe profesörleri tarafından öğretiliyordu; sadece Bizans kısmı ve Doğu Sorunu dersleri profesyonel tarihçiler tarafından veri­liyordu. Yıllar geçtikçe Orta Doğu tarihi giderek daha yakıcı ve gerekli bir alan haline geldi; hem tarihsel yöntem hem de dil ılımlarında eğitim almış bir dizi yeni tarihçi ortaya çıktı. Bunla­rın içinde benim bir dizi öğrencim de vardı.
İlk öğrencilerim mezun olduklarında, içlerinden biri, bir Mı­sırlı, karısıyla birlikte beni ve yeni evlendiğim Danimarkalı eşi­mi de davet ettikleri küçük bir parti verdi. Ruth, öğrencime tez konusunu sordu. Öğrencim konusunu anlattığında, şaşkınlıkla “Ama bu Mısır tarihinin konusu” dedi. “Evet” dedi öğrencim, “Ben Mısırlıyım. Mısır tarihi çalışmamda bu kadar garip olan nedir?” Ruth, “Senin Mısır tarihi çalışıyor olmanda garip bir şey yok. Garip olan şey, Mısır tarihi çalışmak için Londra’ya gelmek zorunda olman. Bir Danimarkalının fen bilimleri, ya da başka bir İngiliz meselesi üzerine çalışmak için İngiltere’ye gitmesi­ni tahayyül edebilirim, ama bir DanimarkalInın yapacağı son şey Danimarka tarihi çalışmak için İngiltere’ye gitmek olurdu.”

Öğrencim bunu duyunca biraz şaşırdı ve çok isabetli oldu­ğunu düşündüğüm bir cevap verdi: “Buraya gelmiş olmamın aslında üç nedeni var. İlki, Kahire’de daha çok materyal olsa da, Londra’daki materyaller daha kolay ulaşılabilir ve bu sınır­lı bir zaman diliminde bir proje bitirmek açısından çok önemli. İkinci neden, burada modem bilimsel yöntemle eğitildik ki bu­nu, kendi ülkemizde yapamazdık. Ve üçüncü neden de, açık olmak gerekirse, Mısır’da İngiltere’den alınmış bir doktora, Mı­sırdan alınmış bir doktoradan daha geçerli.” Öğrencimle gurur duyuyordum, bunun samimi ve zekice bir cevap olduğunu dü­şünmüştüm.
Eşim ona, “Pekâlâ, bahsettiğin üç nokta içinde gerçekten önemli olanı, modem bilimsel yöntem” dedi. Öğrencim de, “Evet buna katılabilirim” diye yanıtladı. Ruth ise bunun üzeri­ne, “Öyle tahmin ediyorum ki, Mısır’a geri dönüp ders verme­ye başladığında, İngiltere’de öğrendiğin modem bilimsel yön­temi de öğreteceksin.”Olumlu yanıt alınca da, “Böylece senin öğrencilerin de kendi tarihlerini çalışmak için artık Batı’ya git­mek zorunda kalmayacaklar.” “Doğru” diye cevap verdi öğren­cim. Ruth bir süre dalıp, “Söylesene, ne kadardır Mısırlı öğren­ciler Mısır tarihi çalışmak için İngiltere’ye geliyorlar?” diye sordu. Ölümcül bir sessizlik oldu.

Osmanlı Arşivleri
1949 sonbaharında, otuz üç yaşımda, profesörlüğe yükseldim ve Londra Üniversitesi’nde yeni kurulmuş olan Yakın ve Orta­doğu Tarihi kürsüsünün ilk sahibi oldum. Tarihlerini öğretmek ve yazmak görevini üstlendiğim ülke ve halkları daha yakından tanıyabilmem için bir yıllık izin aldım. Özellikle de, bu tür bir öğretimin ve tarih yazımının temelini oluşturmak için ge­rekli olan kütüphane, arşiv ve diğer dokümantasyonu incele­meye can atıyordum.
1949 sonbaharında eşimle birlikte İstanbul’a doğru yola çıktığımızda, bölge tanınamayacak ölçüde büyük bir dönüşüm ge­çirmişti. Daha önce Arap dünyasının Arap Yarımadası dışındaki büyük bir kısmı, Britanya ya da Fransa’nın kontrolü altındaydı ve bu bölgelere ulaşım zor değildi. Bağımsızlığını yeni kazanan Arap devletleri, artık vize başvurusu yapanlardan dinlerini be­lirtmelerini istiyorlardı ve dinlerini Yahudi olarak beyan eden­lerin vize başvuruları düzenli olarak reddediliyordu. Bazı Ya­hudi meslektaşlarım, özenli bir şekilde “Ortodoks” ya da “Üniteryen” gibi muğlâk kavramları kullanarak bu kuralın etrafın­dan dolanıyorlardı. Hatta New York’tan zeki bir hanımefendi kendisini “Yedinci Cadde Adventisti” olarak tanımlamıştı. Ba­zılarıysa düpedüz yalan söylüyordu. Ama çoğumuz, dine inan­mayanlarımız bile, akademik kariyer uğraşı için olsa bile, bu tür tavizler vermeyi ahlaken imkânsız olarak görüyordu. Bu gidi­lebilecek ve çalışılabilecek yerlerin sayısını hatırı sayılır ölçüde azaltıyordu. Kuzey Afrika ile ilgilenenler için erişim hâlâ müm­kündü ve aslında günümüze kadar da öyle kalmaya devam etti; ama Arap doğusunun büyük bir kısmı Yahudilere kapalıydı.
O zamandan bu yana, Arap ülkelerinin bir kısmında bu ku­ral biraz olsun gevşetildi, ama o zamanlar Orta Doğu ile ilgile­nen Yahudi araştırmacılar için sadece üç ülke açıktı: Türkiye, İran ve İsrail. Atmışlarda ve yetmişlerde Batı Avrupa ve Birleşik Devletlerde yaşanan İran ve Türk çalışmalarındaki büyük ge­lişme, kısmen bu durumdan kaynaklanmış olabilir.
Bu nedenle 1949-1950 akademik yılını bu üç ülkede geçir­meyi planladım. Kütüphane ve arşivlerinin eşi benzeri bulun­mayan zenginliği nedeniyle bir Orta Doğu tarihçisi açısından özel bir cazibesi olan İstanbul’la başladım ve aslında zamanı­mın büyük bir kısmını da burada geçirdim. Türk kütüphanele­rindeki Arapça ve diğer İslami elyazması koleksiyonlarını kulla­nabileceğime güveniyordum; ama aynı zamanda, pek bir bek­lentim olmasa da, Osmanlı İmparatorluk arşivlerini kullanmak için de izin başvurusunda bulundum.
Arşivlerin dili, yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nda kullanılagelen Osmanlı Türkçesiydi. Temel olarak Türkçe bir yapıya ve İngilizcedeki Latince, Yunanca ve Norman Fransızcası kelimelerin ağırlığına benzer şekilde, Arapça ve Farsçadan alınmış engin bir kelime hâzinesine sahipti. Osmanlı Türkçesi, Arapçada var olmayan bazı Türkçe sesleri göstermek üzere ek­lenmiş birkaç harfi de içeren Arap alfabesiyle yazılıyordu. Fark­lı belge türleri için ve farklı amaçlarla, farklı yazı biçimleri kulla­nılıyordu. Bu belgelerin çözülmesi modern araştırmacı için ha­tırı sayılır sorunlar yaratır. Neyse ki, yayımlanmış pek çok bel­geyle sayıları fazla olmasa da kimi sözlük ve gramer kitapların­dan oluşan Osmanlı Türkçesinde basılmış çok miktarda mater­yal bulunmaktadır. Bunlar arşivlerde çalışmaya başlayacak bir araştırmacı için iyi bir başlangıç noktası oluşturur.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Atatürk’ün modernleştir­me programı, Osmanlı Türkçesinde muazzam bir değişime yol açtı. Arap alfabesi Latin alfabesinin modifiye edilmiş bir versi­yonuyla değiştirildi ve Arapça ve Farsça sözcükleri eski ya da yeni icat edilmiş Türkçe sözcüklerle değiştirmeye yönelik bir çabaya girişildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında yürütü­len geniş dil reformları, Osmanlı dilini, modern Türk okurlar için bile antika ve esrarlı bir dil haline getirdi. Meydana gelen değişimi anlamak için İngilizcedeki tüm Fransızca ya da Latin­ce kökenli sözcüklerin terk edildiği ve diriltilen ya da yeni icat edilen Anglo-Sakson kelimelerle değiştirildiği ve aynı zamanda da alfabenin tamamen yeni bir alfabeye yerini bıraktığı bir dev­rim hayal edin. Bir örnek vermek gerekirse, “remorse of cons- ciense” (vicdan azabı, Ç. N.) “againbite of inwit” haline dönü­şecektir (üstelik farklı bir alfabeyle).

Osmanlı imparatorluk bürokrasisi, yüzyıllarca gayet iyi işle­miş, ama sonra imparatorluktaki diğer her şey gibi, işler ters git­meye başlamıştır. Herkes arşivlerde işlerin yanlış gitmesini takip edebilir. Onların giderek baştan savma ve özensiz hale geldiklerini görebilirsiniz. Yeni tahrirler hazırlamak yerine, sadece eskilerini tekrar eder hale gelmişlerdir, ya da buna benzer şey­ler.
 
İsrail ve İran
1950 baharında İstanbul’dan, elimdeki verilerin bir kısmını kontrol edebileceğim ve bu konuyla ilgilenen İsrailli meslek­taşlarımla tanışabileceğim İsrail’e gittim. Bunlar arasında mer­hum, J. W. Hirschberg, U. Heyd ve Filistin ve Osmanlı döne­minde burada bulunan Yahudi yerleşimleri üzerine yazdığı ki­tapta elimdeki materyalin bir kısmını da kullanmış olan Isaac Ben-Zvi vardı. Osmanlı kayıtlarına dayanan ilk derslerimi de o zaman verdim. Derslerden biri, kimi ek materyallerle birlikte, Kudüs’te 1952 yılında Israel Oriental Society tarafından bir ki­tapçık olarak basıldı.
1950’de ilk kez İran’a gittim. İran tarihi üniversitede verdiğim dersin bir parçasıydı ve doğrudan kişisel bir deneyimin gerekli olduğunu düşünüyordum.
 
Modern Türkiye’nin Doğuşu
1950 yılında Londra’ya döndüğümde Chatham House olarak bilinen Royal Institute of International Affairs ve Oxford Uni versity Press, ilki tarafından desteklenip İkincisi tarafından yayımlanmak üzere modern Türkiye üzerine bir kitap yazmamı istedi. İslami dünyayla Batı arasındaki karşılıklı ilişkiler konu­sunda tasarladıkları bir dizi çerçevesinde yayımlanacaktı. Fikir hoşuma gitti, kabul ettim ve bu proje için Türkiye’ye gerçekleş­tireceğim ilk seyahatimi hevesle kararlaştırdım.
1950’ler boyunca Türkiye’ye, kısmen başka yerlerde bulunamayan Türkiye kütüphanelerindeki kitap, dergi ve gazeteleri okumak, kısmense süregiden değişim sürecini bizzat görmek amacıyla, kalış süreleri değişen bir dizi seyahat gerçek­leştirdim. 1952’de Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesinden kısabir süre sonra Ankara’da yemekli bir davete katıldım. Tür­kiye’de bu bir kutlama sebebiydi ve insanların çoğu tam üye olarak kabul edilmelerinden ötürü gururlu ve çok mutluydu. Davet sırasında bir Tük general, hatırlama­ya değer bir yorum yaptı. Birisi ona Türkiye’nin NATO’ya ka­tılması hakkında ne düşündüğünü sormuş ve Türk general de, “Amerikalılarla müttefik olmanın esas sorunu, hiçbir zaman ne vakit arkalarına dönüp kendilerini sırtlarından bıçaklayacaklarını bilememeniz” diye yanıtlamış.
Daktiloyla kaleme aklığım metin I960 yılında bitti ve Modern Türkiye’nin Doğuşu1961 yılında Oxford University Press tarafından yayımlandı.
1988 yılındaki Fransızca baskı, hem kitaba hem de ele aldı­ğı konuya bir kez daha bakmam için olanak sağladı. Nedense, Fransız yayımcılar başlığımı bir alt başlık haline getirmiş ve kitaba yeni bir başlık koymuşlardı: İslam et Laicité: la naissance de la Turquí moderne (“İslam ve Laiklik: Modern Türkiye’nin Doğuşu”). Yayınevinin temsilcilerinden birine bu­nun nedenini sorduğumda, “L’Islam se vend; la Turquí ne se vendpas”(İslam satar; Türkiye satmaz) şeklinde kuru bir ya­nıt vermişti. Yeni Fransızca başlık, vurguyu değiştirse de, yanlış değildi; zira kitabın esas temalarından biri gerçekten de bir İslam imparatorluğundan seküler ve demokratik bir cumhuriye­tin doğuşuydu. 1994’de Tahran’da tam bir Farsça tercümesinin yapılmış olması da, tam da bu nedenle daha da dikkat çekiciy­di.
 
4. Bölüm
Küftürel Diplomasi
1920’lerde Londra’da büyüyen bir çocuk olarak, yerküre­nin üçte biri üzerinde dolaylı ya da doğrudan egemenlik kurmuş ve dünyanın farklı bölgelerine barbarlığın yerine medeniyet, ve imparatorluğun farklı bölgelerine tiranlık ya da en iyi ifadeyle otoriter yönetim yerine özgürlük ve adalet getirmiş olan, zamanının kuşkusuz en geniş imparatorluğunun ve muh­temelen de tarihteki en büyük imparatorluklardan birinin par­çası olduğum gerçeğinin gururla farkındaydım.
Bu kişisel tatmin hali ne evrenseldi, ne de meydan okuma­lardan azade. On beş yaşımdayken bir gün, tarih öğretmeni­mizin sınıfa gelerek, derse, “Bugünkü konumuz Britanya impa­ratorluk idaresi. İmparatorluğun idaresi iki ilkeye dayanır: çizme ve kamçı; fakat sınavlarınızdan geçmenizde yardımcı olmak için size kimi pekiştirici ayrıntılar vereceğim” diyerek başladı­ğını hatırlıyorum.
Takip eden yıllarda, imparatorluğa ve oynadığımız olumlu role duyduğumuz inanç, hem ülke içinde hem de yurtdışında pek çok yerden saldırıya uğradı. İkinci Dünya Savaşı’nın so­na ermesiyle birlikte Britanya’nın emperyal çağının da nihaye­te erdiği artık açıktı. En önemli değişim 1947’de Hindistan’dan çekilmesiydi.
Avrupa emperyalizminin Asya ve Afrika’daki etki ve netice­lerini değerlendirirken işe, başta gelen Avrupalı emperyal güç­lerin -Britanya, Fransa, Rusya, Hollanda, Portekiz ve İtalya- olumlu ya da olumsuz kazanmalarını ve sicillerini karşılaştırarak başlamak gerekir. Fakat daha da dramatik ve yol gösterici bir karşılaştırma, aynı emperyal güçlerin farklı tâbi halklar üzerin­de yarattıkları etkilerin mukayesesiyle yapılabilir.
Savaşın hemen sonrasındaki dönemde, militan terörist hare­ketler üç bölgede, Kıbrıs, Filistin ve Aden’de, Britanya birlikle­rine saldırılar düzenlediler. Ortak amaçları emperyal yöneticile­rinden kurtulmalarını hızlandırmak ve böylece bağımsızlık ka­zanma sürecine hız vermekti. Bu üç hareket içinden biri Hıristiyan, biri Yahudi ve biri de Müslüman’dı. O zamanlar her üçü de “terörist” olarak adlandırılsa da; eğer faaliyetleri bugünün te­rörist hareketlerininkilerle karşılaştırılacak olursa, her üçünün de dikkate değer ölçüde centilmence davrandığı görülür. Nadir istisnalar dışında saldırılarını askeri hedeflerle sınırlandırmış ve hatta zaman zaman “tali hasar” oluşmasını engellemeye de özen göstermişlerdi.
İktidarın devredilebileceği uygun bir rejim ya da örgütün bulunmayışı nedeniyle, Afrika sömürgelerinin çoğunda emperyal yönetim biraz daha devam etti; ama orada bile siyasi, top­lumsal ve kültürel kurumlar inşa etmeye ve bu ülkeleri nihai bağımsızlığa hazırlamaya yönelik dikkate değer adımlar atıldı. Bu sürecin bir kısmı da eğitimle ilgiliydi.
İngiltere’deki kariyerim Britanya İmparatorluğu’nun parça­lanmasının son yıllarına denk gelmiş olsa da, hiçbir zaman imparatorluk istihbaratının bir parçası olmadım ve hatta savaş sırasında Britanya istihbaratındaki görevim de, Britanya hâkimiyetini korumaktan ziyade Mihver nüfuzunu engellemeye yönelikti. Bununla birlikte, daha sonra hayli farklı bir rol oynayacak­tım. Britanya İmparatorluğu’nda, diğer pek çok imparatorluğun aksine, imparatorluk yetkilileri eğitim ve özellikle de yüksek öğretime büyük önem verirlerdi. Amaç, Britanya sömürgeleri­nin her birinde en azından bir üniversite bulunması ve bu üni­versitelerde insanlara tarih, özellikle de kendi ülkelerinin tari­hinin öğretilmesi için zaman ve emek harcanmasıydı. Bu, ör­neğin Fransız Afrika’sıyla gözle görülür bir tezat teşkil ediyor­du. Bu bölgedeki tek üniversite, esas olarak colon’ların devam ettiği ve sadece Fransız tarihinin öğretildiği Cezayir’deki Fransız üniversitesiydi. Batı Afrikalılar için açılan okullarda tarih ki­tapları, “Atalarımız, Galyalılar …” diye başlıyordu.
Britanya sömürgelerinde bir miktar Britanya ve imparator­luk tarihi de öğretiliyordu; ama esas vurgu o ülkelerin kendi tarihleri üzerineydi. Bazı sömürgelerde bu, daha önce kayde­dilmemiş ve yazılmamış tarihlerin keşfedilmesine ve yazılmasına yönelik bir ihtiyaç doğuruyordu. Bazı Afrika sömürgelerinde mümkün olduğu yerlerde içeriden, genellikle de sözel olarak aktarılan kaynaklardan, diğerlerinde ise bazen çelişen ya­bancı anlatılardan bir tarihsel kayıt bulmaya ya da yaratmaya yönelik dikkate değer çabalar harcandı. Londra’da sömürgeler­deki yüksek öğretimle ilgilenen bir komite, esas olarak bu tür görevleri üstlenen Londra Üniversitesi’nden bir dizi araştırmacıyı bir araya getiriyordu. Ben de onlardan biriydim ve söyle­meliyim ki, bunu hem öğretici hem de faydalı bulmuştum. Be­nim temel ilgi alanım hâlâ şu ya da bu ölçüde sömürge idaresi altındaki tek Arapça konuşan ülke olan Sudan’dı.
 
Sudan
Araplar yedinci yüzyılda Mısır’ı fethetmelerinin ardından, güneydeki toprakları da işgal etmiş ya da keşfetmiş ve Mısır İle Habeşistan (Etiyopya) arasındaki bölgeye genel olarak, esa­sen siyahların ülkesi anlamına gelen Bilâd al-Sudârı adını vermişlerdi. Bu isim yüzyıllar boyunca yaşadı ve 2011 yılında iki­ye bölünecek olan egemen ve bağımsız bir ülkenin resmi adı haline geldi. Batılı gözlemci için Sudan ismi pek de uygun gö­zükmeyebilir; ama bu, kuzeyden güneye tüm sakinleri gerçek­len siyah olduğundan pek de yanlış değildir. Tabii ki beyaz bir bakış açısından siyah. Ama Hartum Üniversitesi’nin misafiri olarak Sudan’a gittiğimde keşfettiğim üzere, kendi bakış açıla­rı biraz daha karmaşıktı. İlk olarak, renkler farklı görülüyordu. Bir Batılının kahverengi diyebileceği kuzeyliler “kızıl”, gerçek­len çok koyu siyah olan güneylilerse “mavi” olarak biliniyordu.
Renk meselesine dair klasik olarak nitelenebilecek Arap al­gısı, milattan sonra onuncu yüzyılın başlarında İbn el-Fakîh adlı bir Arap yazar tarafından yalın bir şekilde orta konmuştu. Ona göre, ideal renk, Irak halkının rengiydi, “en münasip ve hakiki renk olan soluk kahverengi. Onlar rahimde tam kıvamında pi­şirilmiş olanlardır. Slav kadınlarının ya da benzer bir açık renge sahip olanların rahimlerinden düşmüş çocuklar gibi, sarı, deve tüyü renginde, ağarmış ya da cüzamlı arası bir renkle doğmaz­lar; rahimde Etiyopyalılar ya da onlara benzeyen diğer siyah­lar gibi, siyah, bulanık, pis, leş kokulu ve kıvırcık saçlı doğa­cak şekilde, yanana kadar fazla da pişirilmemişlerdir. İraklılar ne az pişirilmiş ne de yanmış bir kabuktur, bu ikisinin arasında­dır.” İbn el-Fakîh’in Iraklı olduğunu söylemeye gerek yak.tabii.
Sudan’daki farklılık renkle sınırlı değildir. Ülkenin kuzey ve orta kısımlarında yaşayanlar, büyük oranda Arapça konuşan Müslümanlardır; güneyin derinliklerinde yaşayan halklarsa ya İngilizce ya da Afrika dilleri konuşur veya Hıristiyanlığa ya da Afrika dinlerine inanırlar. Uzun bir süre boyunca iki Sudanlı grup arasında hem kişisel hem de kamusal düzeyde gerilim sürmüş ve yer yer çatışmalara dönüşmüştür.
Sudan’da esas yüksek öğretim kurumu, Gordon MemoriaI College adında bir lise olarak faaliyetine başlayan ve sonra tedricen gelişerek bir üniversiteye dönüşen Hartum Üniversitesi idi. Bu üniversiteyle ilişkim 1960’larda birkaç yıl boyunca sürdü. Pek çok kuşaktan öğrenci Hartum’dan Londra’ya gele­rek derecelerini ve bazı örneklerde de tarih doktoralarını aldı, bunların büyük bir kısmı ülkelerine geri döndü ve Hartum Üniversitesi’ne dönüşen kurumda dersler verdi. Biz Londra Üniversitesinde Hartum Üniversitesiyle çok yakın bir ilişkiye sahiptik ve özellikle de şimdi Orta Doğu tarihi ve ilgili alanlarda profe­sör olan bir dizi Sudanlı öğrenci yetiştirdik.
Her yıl sınavlara yardımcı oluyordum ve bir yıl seçmelere katılmak üzere Hartum’a gitmem istendi. Bu seçmeler üniversitedeki lisans diploması sınavlarıydı. O sıralar Hartum Üniversitesinde ders eren üç ya da dört eski öğrencim beni Fakülte Kulübü’nde karşıladılar ve birlikte hoş vakitler geçirdik. Öğrencileriyle tanıştırdılar. Ev sahibim öğrencilere dönerek, “Bu, Londra Üniversitesinden Prof. Bernard Lewis” dedi. Ve bana dönerek öğrencileri gösterdi ve “Torunlarınız” dedi.
Herkes yeterince rahatlayıp arkadaşça bir ortam oluştuğun­da, çalışmalarıyla ilgili ne düşündüğümü sordular. Sudan’daki öğrencilere hocalarının ağzından çıkan her bir kelimeyi yazma­ları öğretilmişti. Bunu yürekten benimsemişler ve öğrendikle­rini sınav kâğıtlarına da aynen kusmuşlardı. Sınavla ilgili nihai kararı ben verdiğimden bu beni çok yormuştu; aynı cevaplar, aynı noktalar, aynı örneklerin birbiri ardına dizildiği aynı silsi­le. Ziyaretimden bir yıl önce bir rapor yazmış ve öğrencilerin yalnızca hocalarından ve ders kitaplarından öğrendikleri şeyleri tekrarlamalarının gerçekten yazık olduğunu belirtmiş ve bu meseleler hakkında kendi görüşlerini geliştirmelerinin çok da­ha hoş olacağını söylemiştim. Ertesi yıl yine aynı şeyi yapmış­lardı. Öğretmenlerinin onlara öğrettiklerini aynı noktalar ve ay­nı örneklerle kusmuşlardı; ama bu kez her cevap “Kanımca” diye başlıyordu.
Bu nedenle Hartum’da öğrenci ve hocalarla buluştuğum­da, çok hoş bir bahçe kulübünde Nil nehrinin kıyısında otu­rup sohbet ederken, neden sadece onlara öğretilenleri tekrar­lamak yerine kendi fikirlerini yazmadıklarını sordum. Hocalar araya girdiler ve “Bunu onlara söyleyip duruyoruz. Onlara sa­dece bizim anlattıklarımızı anlatmamalarını, kendi başlarına da bir şeyleri düşünmelerini söyleyip duruyoruz.”

Öğrencilerden biri, “O halde cevabın doğru olup olmadığını nasıl bilebilirim?” di­ye sordu. Dedim ki, “Bu bir tarih sınavı, cevabın ya doğru ya da tamamen yanlış olduğu bir matematik testi değil. Tarih büyük oranda bir yorum ve görüş meselesidir. Aynı olgulardan yola çıkarak hocanızdan ya da sınavınızı yapan kişiden çok farklı sonuçlara ulaşabilirsiniz.” O bir kez daha tekrarladı, “Ama han­gisinin doğru olacağını nasıl bileceğiz?” Ben de “gerçek olgu­lara dayanan ve akıllıca tartışılan her cevabın doğru cevap” ol­duğunu söyleyerek yanıtladım. Olgularla ne yaptığınız, anlamlı olduğu sürece sizin işinizdir. Sizinle aynı fikirde olmam gerek­mez, sadece sizin fikrinizi ortaya koyuş biçiminize saygı duy­mam gerekir. İçlerinden biri, “Hocanın kabul edeceğini bildiğimiz şeyi yazmak bizim için daha güvenli değil mi?” diyerek karşı çıktı. “Eğer bu şekilde yaparsanız, sınavı geçmek konu­sunda güvende olabilirsiniz; ama hiçbir zaman iyi bir not ala­mazsınız. Demek istiyorum ki, hiçbir zaman en iyi ya da en iyi ikinci, diğer bir deyişle A ya da B gibi yüksek bir not alamaz, sadece güvenli bir ‘C’ alırsınız” diye yanıtladım. Bu konu üzerin­de biraz daha tartıştık ve sonunda içlerinden biri, “Bu çok tehlikeli” dedi. Diğerleri de ona katıldı ve soruları aynı şekilde ce­vaplamaya devam ettiler.
Yıllar boyunca Hartum Üniversitesi Tarih Bölümü ile ilişki­mi sürdürdüm. Bu ilişki 1974 yılında Birleşik Devletler’e gitmek üzere ayrılmamla birlikte zayıfladı ve Sudan toplumu ve kültü­rünün yeni rejim altında bütünüyle dönüşüm geçirmesiyle birlikte sona erdi.
Birleşik Devletler’de bir restoranda bir Reform hahamı ile birlikte yemek yerken, kurallara uyan bir Yahudi’nin, hiç kuşkusuz yasaklar listesinde yer alması gereken karides sipariş etmesi bana o yılları hatırlatmıştı. Hayretle “Karides yiyorsun!”demiştim. “Evet, bizi Reformcuyuz, katı değiliz” di­ye yanıtladı. “Ama” dedim “hiç domuz eti ya da pastırması ye­miyorsun.” “Aynı şey değil” demişti. “Karides ve deniz ürünleri trafe’tır (kosher olmayan); domuz eti ve pastırması ise anti-Semitik.”
 
Pakistan
1957’nin başlarında Pakistan’ı ziyaret etmek üzere bir davet aldım. Çağrıldığım etkinlik Lahor’daki Pencap Üniversitesi’nin yeni kampüsünün açılışıydı. Aynı zamanda, o sıralarda La- hor’da İslam çalışmaları üzerine düzenlenecek bir uluslararası konferansa katılmak için de davet edilmiştim. Pencap Üniversi­tesi ile Batı Pakistan hükümetinin ortak davetlisiydim. (Bu, Do­ğu Pakistan ayrılıp Bangladeş adını almadan önceydi.) Heves­le kabul ettim ve Pakistan’a yapacağım tek, Hindistan altkıtasına yapacağım ilk seyahat için yola koyuldum.
Bu seyahate dair en canlı hatıralarımdan biri de Pakistan­lı subayların sofrasına katıldığım bir akşam yemeğine dair. Bir ara sohbet Süveyş Krizi olarak da bilinen ve İsrail’in, Kızıldeniz’de seyrüseferi engellemesi üzerine Britanya ve Fransa’nın yardımıyla Mısır’a girdiği 1956 yılındaki son savaşa geldi. Baş­kan Eisenhower müdahale ederek Mısır’ı terk etmelerini emret­miş, onlar da öyle yapmışlardı. Bir general olan Pakistanlı ev sahibime bu sürece dair fikrini sordum ve cevabı gerçekten şa­şırtıcı oldu: “Bizim konumumuz çok açık. Biz askeri saldırgan­lığa şiddeüe karşıyız, özellikle de yarım bırakıldığında.”

Anthony Eden’in dul eşinin anıları yayımlandığında, 1956’dan kısa bir süre sonra onun ve kocasının “Neden de­vam etmediniz?” diye soran bir Amerikalı diplomatla sohbetle­rini anlattığı satırları okuyunca, Pakistanlı generalin bu sözü ak­lıma geldi. Biri Pakistanlı, diğeri de Amerikalı iki kişiden gelen bu yorumlar, gerçek niyetin ne olduğuna ilişkin ilginç sorular doğuruyor.
Pakistan’da davet edildiğim diğer ve daha ilginç hadise ise Uluslararası İslam Çalışmaları Kongresi idi. Bu esas olarak Müslümanların -İslam ülkelerinden ve dünyanın her yanındaki İs­lam cemaatlerinden pek çoğu din adamı olan temsilcilerin- bir araya geldiği bir toplantıydı. Misafir olarak etkinliğe davet edi­lip katılan az sayıdaki (yaklaşık yarım düzene) gayrimüslim İs­lam çalışmaları uzmanından biriydim. Kimi zaman hoş, kimi za­man zor, ama her halükârda ilginç ve öğretici bir deneyimdi.
Özellikle iki olay aklımda kalmış. Toplantının sonunda Kali­forniya Üniversitesi’nde Yakın Doğu tarihi profesörü olan Gustave Grunebaum’la birlikte binadan dışarı çıkarken bir Pakis­tanlı, bizi durdurarak kendisine bizi otelimize bırakma ayrıcalı­ğını bahşetmemizi rica etti. Kabul ettik. Yola çıkar çıkmaz me­seleye girdi: “İslam uzmanları olarak siz iki beyefendiye sor­mak istediğim bir sorum var.
 
Sorumu dinlemek ister miydiniz?”
Bundan mutluluk duyacağımızı söyledik: Amcası kısa bir süre önce vefat etmiş ve ona hatırı sayılır bir miras bırakmış. Amcası­nın hiç çocuğu yokmuş ve kendisi onun tek varisiymiş. Zihnini meşgul eden soruysa şuydu. Amcası servetini borsada hisse se­nedi alıp satarak biriktirmiş. Kendisiyse dindar bir Müslüman’mış, ama pek bilgili değilmiş. Ticaret ve kâr etmeye izin verildi­ğini biliyormuş ama borç ve faiz, kumar olarak görüldüğünden yasakmış. Borsada para kazanmanın hangi kategoriye girdiği­ni merak ediyormuş -yani helal miymiş yoksa haram mı? Din­dar bir Müslüman olarak yasa dışı yollarla kazanılmış bir para­yı kabul edebileceğini sanmıyormuş.

Bize sorduğu şeyin bilimsel bir görüş değil, dini bir hüküm, bir fetva olduğunu söyledim. Kuşkusuz kendi hukukçularından birine danışmalıydı, kâfir Şarkiyatçılara değil. Tiksintiyle yüzü­nü buruşturarak şöyle dedi: “Bizim hukukçularımız mı! Eğer paranın kokusunu alırlarsa her şeye izin verir onlar. Sizin bili­minize onların dindarlığından daha fazla güveniyorum.”

Gustave ve ben utanç içinde birbirimize baktık ve akade­misyenlere gayet tabii gelecek türden muğlâk ve kesin olma­yan bir cevap verdik. Bedelini ağırlaştırmadan hayatını kolay­laştırmaya çalışıyorduk.
Diğer anımsamaya değer olaysa, konferansa katılan gayri­müslim Şarkiyatçıların büyük İslam ideoloğu Ebu’l-‘Ala Mavdudi tarafından evine davet edilmeleriydi. Mavdudi, İslam dünya­sında önde gelen bir figürdü ve kendimizi hem müşerref hem de imtiyazlı hissediyor ve bizlere söyleyeceği şeyleri duymaya can atıyorduk. Konuşmayı açarken söyledikleri şaşırtıcı değildi: “Siz Şarki­yatçılar, hepiniz aynı hataya düşüyorsunuz.”

“Hay Allah” diye düşündük, “İşte başlıyor…” Ama çok yanıl­mıştık. “Hepiniz Arapça öğreniyorsunuz, çoğunuz Farsça bir kıs­mınız da Türkçe öğreniyor. Bir zamanlar bu kabul edilebilirdi; ama artık o günler geride kaldı. Bugün İslam dünyasının mer­kezi burada Pakistan’da ve İslam’ın hâkim dili de Urduca. İs­lam dünyasında nelerin olup bittiğini öğrenmek istiyorsanız, bu­nu ancak Urduca bilerek yapabilirsiniz” diyerek devam etti. Şa­şırtıcı ve ilginç bir yorumdu ve tamamen yanlış da değildi. Uz­manlık alanımı İslam’ın Orta Doğu’daki kalbiyle sınırlamaya ka­rar vermiş olduğumdan, hiç Urduca öğrenmeye kalkışmamıştım.
 
Afganistan
1960’larda bir ara, Britanya hükümeti o zamanlar ismi Afganistan Krallığı olan ülkeyle kültürel faaliyet değişimi için bir anlaşma imzaladı. Anlaşmayı imzaladıktan sonra “Şimdi ne yapsak ki!” diye düşünmeye başladılar. Bunun cevabı pek de belli değildi ve sonra birisinin aklına bir dizi konuşma yapmak, kimi in­sanlarla iletişim kurmak ve nelerin mümkün olabileceğini araş­ın inak üzere beni Afganistan’a gönderme fikri geldi. Kulağa il­ginç geliyordu ve Afganistan’da hiç bulunmadığımdan ve her aman listeme bir ülke daha eklemeye istekli olduğumdan o yaz birkaç aylık bir ziyaret için Afganistan’a gittim.
Bu olaydan kısa bir süre sonra eğitim bakanı Kabil’deki ya­bancı topluluk mensuplarını ve eşlerini, ki o zamanlar pek de kalabalık bir grup sayılmazdı, davet ettiği bir resepsiyon ver­di. Amerikalı bir diplomatın eşi ve sağlam bir feminist olan bir kadın, eğitim bakanının insafına kalmasının kaçırılmayacak bir fırsat olduğunu düşündü. Onu köşeye sıkıştırarak kızların eğitimi için neden daha çok şey yapmadığını sordu. Haklı bir soruydu bu. Üçüncü Dünya ülkelerindeki eğitim bakanlarının birçoğunun, bu tür bir soru karşısında bocalayarak, sırasıyla; “geçtiğimiz yıl şunları yaptık, şimdi bunları yapıyoruz ve gelecek yıl daha da fazlasını yapacağız” kabilinden şeyler söylemesini beklerdim. Ama Afganistan’da böyle olmadı. Bakan kadına hayretle baktı ve “Madam, erkek çocukları için yeterince okulum yok, bir de beni kızlarla uğraştırmayın” dedi. Düşüncesini esefle karşılamıştım; ama açık sözlülüğüne de hayran kalmıştım.
Komşu ülkeyle toprak anlaşmazlığı yaşayan bir ülkeden gelen bir öğrenciyi hatırlıyorum. Anlaşmazlık çok uzun bir süredir iki ülke arasında bir mesele olagelen küçük bir toprak parçasından kaynaklanan önemsiz bir ihtilaftı. Öğrenci doktora tezini bu küçük bölge üzerine yazmak ve binlerce yıldır bu küçük bölgenin diğer ülkeye değil, kendi ülkesine ait olduğunu göstermeyi istediğini söylemişti. Bunu nereden bildiğini sordum. “Bunu herkes bilir” diye yanıtladı. Ben de “Herkesin bildiği bir şeyi söyleyerek doktora alamazsın. Doktora alabilmek için bilinmeyen bir şey ortaya koyman gerekir” dedim. Buna yanıtıysa, “Ama hiçbir zaman bilimsel olarak kanıtlanmadı. Ben bilimsel olarak kanıtlamak istiyorum” şeklinde oldu. “Eğer seninkine değil de diğer halka ait olduğunu keşfedersen ne olacak?” diye sordum. Bu üzerinde durmayı basitçe reddettiği bir ihti­maldi ve doktora yapmak üzere başka bir yere gitti.
 
Propaganda ve Tarih
Bir tarihçinin sorumluluğu, gördüğü şekliyle gerçeği, bütünüyle gerçeği, gerçeği ve yalnızca gerçeği anlatmaktır. Bir propagandacıya dönüşmesine ya da propagandacılar tarafından kullanılmasına izin vermemelidir. Bu, bir meslek olarak tarihçiliğin karşı karşıya olduğu en büyük tehlike ve tarihçiyi baştan çıkarabilecek en büyük şeydir; çünkü tarih, neticede, neredeyse her tür siyasi dava için kullanılabilir. Aynı olay dizisi çok farklı biçimlerde yorumlanıp sunulabilir. Tarihsel gerçeklerin yalnızca bir doğru cevabın bulunduğu, geri kalanlarınsa yanlış olduğu matematiksel gerçeklere benzediğini varsaymak büyük bir ha tadır. Eğer tarihiniz olayların basit bir anlatısıysa, yanlış ve doğ­ru cevaplar vardır; ama bunlar kimse için büyük bir değer ta­şımaz, kimsede büyük bir merak uyandırmazlar. Tarih yoruma açıktır, ama yorum söz konusu olduğunda bile doğruluğa ihtiyaç vardır. Doğru olmayan tarih, hiç tarih olmamasından daha kötüdür. İnsanlar yanılsama ve mitlerle yetiştirilebilirler.
Batı dünyasında gelişmiş bulunan ortak bir görüşe göre, tüm bilimsel çalışma ve araştırmanın esas amacı bilmek ve an­lamaktır. Geçmişi bilme tutkusu, insanlar açısından neredeyse evrenseldir; neredeyse evrensel ama tamamen değil. Tarihi çok da fazla önemsemeyen toplumlar da vardır. Ama toplumların büyük bir kısmı tarihe önem atfeder. Özellikle İslam toplumları tarihe her zaman büyük bir önem atfetmişlerdir, ama yal­nızca kendi tarihlerine. Onlar için tarih, “İslam’ın tarihi” demek­tir ve ancak Tanrı’nın insanlık için arzu ettiklerinin nasıl işledi­ğini ortaya koyduğu müddetçe değerlidir. Onlar için İslami ol­mayan tarih, kendi İslam öncesi tarihleri de dâhil olmak üzere, değersizdir ve bu nedenle de erken modern döneme dek hiç­bir ilgi görmemiştir.
Tarih öğretmedeki amaç, insanların sorular, gayet temel so­rular sormalarını ve sürekli bir kendini gözden geçirme süre­cine girmelerini sağlamaktır. Bir not aldığımda, neden o notu alıyorum? Önceki ya da sonraki üç satırı değil de bu üç satırı defterime geçirmemin altında yatan hipotez nedir? İnsan kendi kendisini sorgulamalı ve bilinçsiz ve sarih olmayan varsayımla­ra karşı uyanık olmalıdır. İyi bir hoca, yetişmekte olan tarihçi­ye, tarihsel sürecin sonsuz karmaşıklığına ve bitmek bilmeyen belirsizliklere dair bir fikir aşılamaya çalışmalıdır.
Genç tarihçilerin kafasına sokmaya çalıştığım bir diğer nokta da adil olmanın önemidir. Başka birinin argümanlarını red­detmek ve aksini ispat etmek tamamen meşrudur; ama işinizi kolaylaştırmak için karşı tarafın argümanlarını çarpıtmamalısınız. Ne yazık ki bu, yalnızca günümüzde mesleğimizi lekeleyen bazı itibarsız tarihçi bozuntularının değil, arada sırada bu güna­ha teslim olan bazı ciddi tarihçilerin de başvurduğu bir yoldur. Eğer bir argümanın aksini ispatlamak istiyorsanız, hedef olarak karşı çıkmaya çalıştığınız bakış açısını mümkün olan en iyi şe­kilde yansıtacak adil bir önerme seçmelisiniz.
 
İslam Tarihi ve Kültürel Kibir Tehlikesi
Bir tarihçi, tüm âdemoğullan gibi, insani duygulardan azade değildir. Sadakatleri ve önyargıları, tarihi algılayış ve sunuş bi­çimlerini şekillendirebilir; ama eleştirel tarihçi bunun farkında­dır ve bunu düzeltmeye çalışır. Geçmişte, Batılı olmayan uygarlıklara bakan bir Batılı, Batılı olan her şeyin iyi olduğunu var­sayma eğilimindeydi; ama şimdilerde, Batılı olan her şeyin kötü olduğunu varsaymak moda haline geldi ki, bu da aslında aynı önyargının tersyüz edilmiş halidir.
Kendime karşı eleştirel yaklaşarak bilimsel tarafsızlığımı korumaya çalışırken, üç önyargı kaynağı karşısında uyanık olmam gerektiğini biliyordum: Batılı, Britanyalı ve Yahudi. Semitler ve Anti-semitistler üzerine yazdığımda, dikkat etmek ge­reken şey tabii ki Yahudi bakış açısıydı. Eğer Orta Doğu üzeri ne yazıyorsam bu, Batılı bakış açısıydı. Bunu söylerken basitçe kendi kültürel geçmişime sırtımı döndüğümü kastetmiyorum; bu bir o kadar aptalca, aslında çok daha aptalca olurdu. Buradaki sorun sempatiden ziyade empati sorunudur. Ve burada açık bir şekilde şoven olarak görülebilecek bir önermede bulunacak ve bu empati yeteneğinin, yani başkalarının duygula­rını dolaylı olarak deneyimlemenin, özel olarak Batılı bir özel­lik olduğunu söyleyeceğim. Bu insana, diğer uygarlıkları öğ­renme tutkusu ve onları anlayabilme yeteneği kazandırır. Şüp­henin nedeni genellikle anlayışsızlıktır.
Bir Müslümanın bakış açısından tarih, derin ve hatta dini bir öneme sahiptir. İslam’ın ilerleyişi tarihsel kanıtlar vasıtasıyla bil­gisine ulaşılabilecek tarihsel bir olaydır. Ana akım İslami hu­kukun gelişimi, Sünnet; yani Peygamber ve sahabesinin koy­dukları kurallar ve uygulamalar temelinde şekillenmiştir. Bu açıdan Sünnet, bir tür tarih, geçmişteki eylemlerin ve söylenen sözlerin kaydıdır. Bu nedenle bir Müslüman için tarih, dini bir önem taşır ve tarihin doğru olması hayati önemdedir.
 
6. Bölüm
Akademik Yaşamdan Kesitler
İngiltere’den Japonya’ya gitmenin mümkün olmadığı yıllarda Japonca öğrenmeye çalışan bir meslektaşımı hatırladım. Her nasılsa Japon bir kızla tanışmış, ona âşık olmuş ve evlenmişti. Londra’da mutlu bir şekilde yaşıyorlardı ve Japoncayı akıcı bir şekilde konuşabiliyordu. Savaştan sonra, ilk kez Japonya’ya gitti ve Japonca konuştuğu her yerde insanlar, ona gülmemek ıçin açıkça kendilerini zor tutuyorlardı. Sonunda onlara bunun sebebini soracak cesareti topladığında aldığı cevap, “Japonca’yı genç bir kız gibi konuşuyorsun” olmuştu.
Bir defasında İngiliz bir konuşmacının epey uzun ve derme çatma bir fıkra anlattığını ve tercümanın da çok kısa bir cümleyle fıkrayı çevirmesi üzerine, dinleyicilerin kahka­halarla güldüğü bir olayı hatırlıyorum. Refakatçim bana, tercü­manın aslında; “Bu bir fıkra, lütfen gülün” dediğini söylemişti.
Yarım asır sonra, iki hatıra aklımda kalmış. İlki tanıştırma faslıydı. Sayıları yaklaşık olarak on beş-yirmiyi bulan misafir­ler, bir resepsiyon salonunda toplanmış ve bir yarım daire şek­linde sıralanmışlardı. Daha sonra misafir listesini oluşturan ve düzenlemeleri yapan görevlinin eşliğinde Kraliçe geldi. Yarım dairenin etrafında dolaştılar ve görevli bizi Majestelerine teker teker ismimizle ve kim olduğumuzu açıklayarak tanıştırdı. Bu sona erdiğinde, birkaç dakikalığına ferahlatıcı bir şeyler içerek ayakta bekledik ve sonra şeref misafirleri, yani şeyh ve maiyeti geldi. Onlar da aynı şekilde yarım daireyi dolaştılar; ama bu sefer misafirlere liderlik eden Kraliçeydi. Beni gerçekten şaşır­tan şey, herhangi bir yazılı metin ya da görünür bir sufle olma­dan, Kraliçe’nin misafirlerine, her birimizi isimlerimiz ve görev­lerimizle doğru bir şekilde tanıtmasıydı. Ya mükemmel bir hafızası ya da bu iş için gizli bir aygıtı vardı.
 
Cezayir’de Türk Muamelesi Görmek
O, Londra’da bir konsolos yardımcısı, bense üniversitede hu asistan okutmanken, bir Türk diplomatla tanışmıştım. Aynı yaşlardaydık, kariyerimizde tecrübesizlik ve küçük çocuklar gibi benzer sorunlarla meşguldük. Kısa süre içinde anlaştık ve onun tüm yaşamı boyunca sürecek bir dostluk geliştirdik. Bir seferin de, ben hâlâ Londra’dayken, ondan artık Cezayir büyükelçisi olduğunu ve onu ziyaret ederek, evinde misafir olarak kalmamı istediğini belirten bir mektup aldım.
Sonuç, büyüleyici bir ziyaretti. Misafirleri olduğunda doğal olarak ben de evde bulunurdum ve misafirlere de karşı davette bulunduklarında beni de dâhil etmeleri mesajı verilirdi. Ar­tık Türkçem gelişmişti. Normal olarak onunla ve büyükelçi­lik çalışanlarıyla Türkçe konuşuyordum ve bana öyle geliyor­du ki, Cezayirliler bana diğer Türk görevlilerden biriymişim gi­bi davranıyorlardı.
Ziyaretimin başlarında, bir ülkeyi ilk kez ziyaret ettiğimde her zaman yaptığım şeyi yaptım: Nelerin yayımlandığını ve in­anların ne okuduğunu görmek için kitabevlerini gezdim. Şa­şırtıcı şekilde, kitabevlerinde yalnızca Fransızca kitaplar bulunduğunu, hiç Arapça kitap olmadığını gördüm. Teker teker dük­kanları aradım taradım, ama hiç Arapça kitap bulamadım.
Bir süre sonra Cezayir şehrindeki bir akşam yemeğinde, kendimi bir kütüphanecinin yanında otururken buldum. Arapça kitaplar bulmaya yönelik başarısız girişimlerimden söz etlim ve bu durumun sebebini sordum; “Fransızlar buradayken sadece Fransızca kitaplar vardı, hiç Arapça kitabımız ve Arap kültürümüz yoktu. Bağımsızlığımızı kazandığımızda, Arapça kitaplar ithal etmeyi denedik; Mısırdan beraberlerinde kitap getiren ve bizi modern Arap edebiyatı ve kültürüyle tanıştırmaya çalışan bir heyet geldi. Büyük bir hayal kırıklığıydı; her şeyden önce, Fransız yönetimi altında, belirli bir kültürel ve enteleklüel seviyeye alışmıştık.”

Türkiye
Atmışlarda, İngiltere ile Türkiye arasındaki kültürel ilişkileri düzenleyen kapsamlı bir anlaşma vardı ve bildiğim kadarıyla muhtemelen halen de devam ediyor. Bu anlaşmanın koşullarına göre, üçü Britanyalı üçü Türk altı kişilik bir komisyon bir yıl Ankara’da bir yıl da Londra’da bir araya gelirdi. Uzun bir süre boyunca komisyonun Britanyalı üç üyesi Ankara’daki British Council’in temsilcisi, Londra’daki ilgili hükümet dairesinin başı ve benden oluştu.
 
Yabancı Öğrenciler ve Büyükelçilikleri
Bir bilim insanı olmanın sağladığı pek çok tatmin vardır. En aşikâr olanı her halükârda yapmak isteyeceğiniz bir işi yaparak para kazanmanızdır. Bilim insanı için, bu sadece bir meslek ve geçim yolu değil, bir adanma; hatta bir tutkudur. Pek çok emekli akademisyenin emekliliklerinin ardından bu kadarr uzun yaşamalarının nedeni de muhtemelen budur. Diğer pek çok mesleğin aksine, yaşama şeklimizde çok az değişiklik olur. Bağımsız olarak çalışma ve kendi heves ve inançlarınızın pe­şinden gitme olanağına sahipsinizdir. Aynı zamanda sadece öğrencilere değil, tabiri caizse tilmizlere de sahip olmanın hazzını yaşarsınız. Mesleğimin sağladığı en büyük tatminlerden biri, eski öğrencilerimin meşhur bağımsız bilim insanları, hocalar ve araştırmacılar haline gelmedeki başarılarını izlemektir. Pek çok kez kendimi “gururlu bir babaymışım” gibi hissettim.
Zamanla tüm Orta Doğu’da eski öğrencilerden oluşan bir ağa sahipoldum. Bu, yararlı bir iletişim sistemi sağlıyordu. Eski öğrencilerimle mümkün olduğu ölçüde temas halinde kaldım ve ülkelerine gittiğimde onları da ziyaret ettim.
Londra’daki Orta Doğulu görevliler ara­sında, genel olarak konuşursak, en ilgili ve en sempatik olanlar Mısırlı görevlilerdi. Kişisel olarak öğrencileriyle tanışırlar, onların sorunlarının farkında olurlar ve yardımcı olmak için ellerin­den geleni yapmaya çalışırlardı. Gerçekten de, özellikle de o zamanlar büyük çoğunluğu oluşturan, hükümetlerinden burs alan ve bu nedenle büyükelçilik tarafından kendilerine ödeme yapılan öğrencilerin sorumluluğunu taşırlardı. Yüksek öğretim için İngiltere’ye gönderilen öğrencilerin pek çoğuna hükümetleri tarafından ödeme yapılır ve bu öğrencilere büyükelçilikleri tarafından göz kulak olunurdu. Bu büyükelçiliklerin büyük bir çoğunluğu, tek görevi öğrencilerle ilgilenmek olan bir eğitim ataşesine sahipti. Pek çoğu anlaşılabilecek makul insanlardı.
SOAS’tageçirdiğim tüm süre boyunca bunu Irak Büyükelçiliği’yle hiçbir zaman yapamadım. Her şeyden önce öğrencilerini tanımazlardı. Onlar sadece birer dosyaydı ve dosyayı getirtmeleri gerekirdi. İkinci olarak, bir öğrenciyle ilgili olarak en ufak bir sorunu bile onlarla paylaşmaktan çekinirdim; çünkü tüm sorunlar için akıllarına gelen ilk çare, öğrenciyi Bağdat’a geri göndermek olurdu. Hiç merhametleri yoktu ve öğrencilere pislikmişler gibi davranırlardı.
 
7. Bölüm
Atlantik’i Geçmek
İngiltere’yi terk etmemden çok da uzun olmayan bir süre önce başlayan bir ilişkim, yaşamıma ve özellikle de bu küçük şehre ayak uydurmama çok yardımcı oldu. 1974’ün başların da İran Büyükelçiliği’ndeki bir resepsiyonda aristokrat bir Türk hanımefendiyle tanışmıştım. O sıralarda sadece Londra’dan geçiyordu; fakat birbirimize “kanımız kaynadı” ve ilişkimizi o yı­lın sonlarında ben Orta Doğu’dayken de sürdürdük. Boşanmamızın ardından eski eşim evliliğimizin bitmesinin bu kadındım kaynaklandığını ileri sürmeye çalıştı. Bu yanlıştı. İlk kez boşanma davası için gün alındığı zaman tanışmıştık ve ilişkimiz boşanmamız nihayete ermeden önce ilerlememişti. Sonra hızlı hir şekilde gelişti ve Amerika’ya taşınacağım sırada o da benimle birlikte gelmek istedi. Üniversitenin bize bulduğu bir eve yerleştik.
Evliliğimin yıkıcı sonundan sonra yeniden ayağa kalkmam da bu kadının muazzam ve paha biçilmez katkıları oldu. Hayata ve kendime duyduğum inancı tazeledi. Beni yeniden toparladı ve bu yüzden ona son derece minnettarım. Aynı zamanda muhteşem alla Turca akşam yemekleri düzenleyerek Princeton’daki sosyal hayatıma başarılı bir başlangıç yapmamı da sağladı. Beklenmeyen bir ödül de, Türkçemin çarpıcı bir biçim de gelişmesi oldu.
Zamanla ilişkimize dair farklı algılarımızın olduğu ortaya çıktı; on yılın ardından ilişkimizi bitirmeye karar verdik ve o, Türkiye’ye geri döndü. Arkadaş olarak kaldık.
Ele aldığım dosyalardan iki tanesi Avrupa’nın Müslümanlar tarafından keşfi ve Müslüman topraklarındaki Yahudilerin durumları ile ilgiliydi. Bir diğeri de İslam’ın siyasi diline, yüzyıllar boyunca İslam dünyasında siyaset ve yönetimde kullanılan te­rimlere dair semantik ve tarihsel bir incelemeydi. Bir başkasıysa Orta Doğu’da ırk ve kölelik üzerindeydi.
 
İran Şahı
1971 Ekim’inde, Londra’daki İran Büyükelçiliği’nden Şah’ın Cyrus’un o güne kadar dünyanın gördüğü en büyük imparatorluk olan Pers İmparatorluğu’nu kuruşunun iki bin beş yüzüncü yıl dönümü için düzenlendiği özenle hazırlanmış ve görkemli törenlere katılmamı isteyen bir davet aldığımda çok sevinmiştim. Törenlerin zirvesini canlı bir şekilde hatırlıyorum.
1979 Devrimi’nden bir yıl önce, Şah’ı bir kez daha, masa­sının en uzak köşede durduğu çok büyük bir çalışma odasına sahip olduğu sarayında gördüm. Sanırım, bir misafiri kraliyet masasına ulaşmak için uzun bir oda boyunca yürütmek Mussolini’den öğrendiği bir hileydi. İçeri girdiğimde söylediği ilk şey, “Neden bana saldırıp duruyorlar?” oldu. Neden bahsettiği ne dair hiçbir fikrim yoktu. Bu yüzden çok kibar bir biçimde, “Kim, Majesteleri?” diye sordum. Öfkeyle saymaya başladı, “The New York Times, The Washington Post, The London Times, The Manchester Guardian ve Le Monde. Batı’nın kaderinin etrafında dans eden beş tuhaf kız kardeş. Dünyanın bu kısmında sahip olduğunuz en iyi dostun ben olduğumu anlamıyor musunuz? Bütün bu eleştiri neden?”

Haylazlığıma engel olamayarak, “Şey, Majesteleri, Batı’nın dış politikasının Marksist ilkelere göre yürütüldüğünü unut mamalısınız” dedim. Buna çok şaşırdı. Sonra “Karl’ı kastetmi­yorum, Groucho’yu kastediyorum. Marx kardeşlerin filmleri­ni gördünüz mü?” dedim. “Evet, tabii ki” diye cevap verdi.
Pek çok tabu var. Tabular tabii ki her zaman var olmuştur. Örneğin on sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında, kilise tabusu vardı. Hıristiyan kilisesinin temel dogmalarıı sorgulamak; hatta bunlar hakkında sorular sormak bile hoş görülmezdi. On dokuzuncu yüzyıldaysa tabu cinsellikti. On sekizinci yüzyıl, cinsellik konusunda epey özgür ve rahattı; ama Viktoryen dönem İngilteresi’nde öylesine bir tabu haline geldi ki, insanlar “bacak” sözcüğünü bile kullanamaz oldular. Cinsellik tabusunu aştık ve din tabusunu da aştık; ama onların yerini başka tabular aldı.
 
8. Bölüm
Bölge Ülkeleri
Klasik Arapça ve sonra da diğer İslami metinleri okumaya başladığımdan beri, İslam medeniyetindeki zengin mizah damarı karşısında hayrete düşmüş ve büyülenmişimdir. Öyle sanıyorum ki, medeniyetlerin tümü değilse de, büyük bir kısmı kendi ayrıksı mizah biçimlerine sahiptir; ama diğer hiçbir me­deniyetin, mizahın merkeziliği ve kadimliği açısından, İslam’la uzaktan yakından kıyaslanabilir olduğunu sanmıyorum. Müftüler ve kadılarla, imamlar ve dervişlerle ve dini yaşam da dâhil olmak üzere İslami yaşamın tüm veçhe­leriyle ilgili şakalar vardır. Bir şekilde dikkat çekici olan şeyse bu mizahın ilk dönemlerden bugüne dek Arapça, Farsça, Türk çe ve kuşkusuz diğer İslam dillerindeki edebi ve hatta dini ya­zılarda zengin ve bol bir şekilde belgelenmiş olmasıdır. Bu ge­lenek günümüzde de, özellikle siyasi fıkralar biçiminde devanı etmektedir. Siyasi mizah her toplumda ortaya çıkar ama özel­likle de baskıcı olanlarda. Bastırılmışlıkların ortaya çıkmasının başka bir yolu yoktur. Orta Doğu’da Mısır, belki de bu gelene ğin en zenginine sahiptir.
Mısır’da her şeyin kıtlığının yaşandığı Nasır döneminden ör­nek bir fıkra: “Nil kıyısında yaşayan bir adam, umutsuz bir açlık içinde Nil’e balık avlamaya gitmiş ve bir balık tutmayı başarmış. Zaferle balığı karısına getirip ‘İşte burada bir balık var, bu bizi bir öğün idare etmeli’ demiş. Karısı da ‘Ancak onu çiğ yemeye hazırsan. Hiç zeytinyağımız, tereyağımız, ateşimiz yok; onu pi­şirmemin hiçbir yolu yok.’ Adam da tiksintiyle ‘Ben çiğ balık yemem’ demiş ve balığı yeniden nehre atmış. Suyun yüzeyine çıkan balık; ‘Yaşasın Başkan Nasır’ diye bağırmış.”
Hatta Nasır’ın, Nasır fıkralarıyla ilgili koleksiyonuna dair de bir fıkra vardı. Mısırlıların anlattığı hikâyeye göre, Nasır bir gün“artık yeter” diye karar vermiş. Polis şefini çağırmış ve tüm bu fıkraları uyduran ve yayan kişinin bulunmasını ve tutuklanmasınıemretmiş. Bir hafta sonra polis şefi başkanlık sarayında beraberinde tutukladığı bir adamla tekrar görünmüş. “Bu.” de­miş, “Sayın Başkan, sizinle ilgili tüm fıkraları uyduran kişi.” Na­sır adama dönmüş ve “Sen gerçekten de benimle ilgili fıkralar uydurup yayan kişi misin?” diye sormuş. “Evet” diye cevap ver­miş adam. Hikâye bu ya, Nasır birbiri ardına fıkralar anlatma­ya başlamış, dinleyicilerin tahammül sınırına kadar ve her biri­nin sonunda adama “Bu hikâyeyi sen mi uydurdun?” diye sormuş. Adam da “Evet ben uydurdum” demiş. Sonunda Nasır adama, “Sen de benim gibi bir Mısırlısın. Ülkeni de benim kadar sevdiğini tahmin ediyorum. Neden bunu yapıyorsun? Mısır’ı büyük, özgür ve saygın bir ülke haline getirdiğimi biliyorsun” diye sormuş. Adamın buna cevabı; “İşte bu fıkrayı ben uydurmadım” olmuş.
 
Mısır Kimliği ve 1967 Savaşı
1957 yılında, Pencap Üniversitesi’nin açılışı için Pakistan’a gerçekleştirdiğim seyahatin ardından bu ülkedeki insanlarla gayet iyi ilişkiler geliştirmiştim ve 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından çok ilginç bir gelişmeden muhtemelen yalan yanlış bir biçimde haberdar edilmiştim. O savaşın ardından Nasır, yaşananlar nedeniyle yıkılmış ve Mısır silahlı kuvvetlerinin acilen yeniden yapılandırılmaya ve geliştirilmeye ihtiyaç duyduğuna inanmıştı. Batı’ya yönelemeyeceğini düşünüyordu, çünkü onlar onun tarafında değildi; Sovyetler’e de dönmek istemiyordu, zira onu yüzüstü bıraktıklarına inanıyordu. Daha büyük ve güçlü bir ülke olan Pakistan ise Hindistan’la yaşadığı son savaşta epey başarılı olmuştu. Nasır bu nedenle Pakistan’a yönelmeye karar vermiş ve Mısır silahlı kuvvetlerinin yeniden organizasyonunda onlardan yardım istemişti. Pakistan hükümeti buna olumlu bakıyordu; ama ancak küçük bir fizibilite heyetinin durumu incelemek ve Pakistan’ın neler yapabileceğine dair önerilerde bulunmak üzere Mısır’a gönderilmesine izin verilmesi şartıyla. Nasır’a heyetin nereye isterse gidebilmesi ve sorularının doğru ve samimi bir şekilde yanıtlanması gerekliği bildirilmişti. Nasır da bunu, aksi takdirde manası olmaz diyerek kabul etmişti.
Bunun üzerine, küçük bir grup Pakistan subayı Mısır’a gönderilmişti. Ülkeyi dolaşmış, pek çok kişiyle görüşmüş ve kendilerine “gerçeklerin” anlatamadığını bildirmişlerdi. Kendilerine gerçeklerin anlatılmamasının sebebi, kimsenin gerçekleri bil­miyor olmasıydı: “Mısır silahlı kuvvetlerinde onbaşı çavuşa, çavuş teğmene, teğmen yüzbaşıya, yüzbaşı binbaşıya yalan söy­lüyor ve bu en üst komuta kademesine kadar böyle sürüp gidiyor. Bilgi, Genelkurmay’a ya da Savunma Bakanlığı’na ulaş­tığında neler olup bittiğine dair en ufak bir fikirleri bile olmu­yor”diye görüş bildirmişlerdi. Heyete başkanlık eden Pakistanlı General, Kahire’deki Genelkurmay’ın bir yalanlar piramidinin tepesinde oturduğuna kanaat getirmişti. Pakistan hükü­meti bu nedenle öneriyi reddetti ve üzgün olduğunu ve yardım edemeyeceğini bildirdi.
Bir başka Mısırlı da hem Britanyalıların hem de Rusların Mı­sır’a kendi çıkarları için kullanacakları bir inek muamelesi yap­tıklarını belirtmişti. “Aradaki fark” demişti: “Britanyalılar süt is­tiyorlardı; ama Ruslar, et istiyorlar.”
Arap ülkelerine yaptığım ziyaretler sırasından hep aynı argüman dizisini duydum: “Zamanımız var, sabrımız var, tarih bizim yanımızda, Haçlılardan kurtulduk, Türklerden kurtulduk, Britanyalılardan kurtulduk. Sırası gelince Yahudilerden de kurtulacağız.” Bunu o kadar sık duymuştum ki, sonunda bir grup arkadaşla otururken, sanırım Ürdün’deydi, “Affedersiniz ama yanlış anlamışsınız” dedim. “Ne demek istiyorsun? Olan bu” dediler. “Pek de değil. Türkler Haçlılardan kurtuldu, Britanyalılar Türklerden kurtuldu, Yahudiler de Britanyalılardan kurtuldu. Buraya bir sonra gelenin kim olacağını merak ediyorum.”
 
9. Bölüm
Medeniyetler Çatışması
Birbirine saldıran ve diğerinin topraklarım işgal eden Hıristi­yan ve Müslümanların uzun bir geçmişi var. İlk çatışmalar ara­larıdaki farklılıklardan ziyade benzerliklerden kaynaklanmış­ın. Hıristiyanlar ve Müslümanlar anlamlı tartışmalar yürütebilir­ler. Orta Çağlar boyunca karşılaştıkları yerlerde, özellikle de İs­panya ve’ Sicilya’da bu böyle olmuştur. Bir Hıristiyan bir Müs­lüman’a ya da bir Müslüman bir Hıristiyan’a “Sen bir kâfirsin ve cehennemde yanacaksın” dediğinde, her iki taraf da diğeri­nin ne demek istediğini tam olarak anlar; çünkü kendisi de ay­nı şeyi kastetmektedir. Cennetleri oldukça farklı olsa da cehen­nemleri aynıdır. Aynı şeyi bir Budist’e, bir Hindu’ya ya da bir Konfiçyüsçü’ye söylemekse pek bir anlam ifade etmeyecektir.
İslam’ın anlatısına göre, Muhammed Peygamber, yaşamı boyunca, Bizans, İran ve Habeşistan imparatorlarına mesajlar göndererek görevini anlatmış ve onları hakiki imanın bu nihai versiyonunu kabul etmeye davet etmiştir. İran fethedilip İslamlaştırılmıştır. Pek çok mağlubiyet ve kayba rağmen Hıristiyanlık, Avrupa’da olduğu gibi, hem Bizans hem de Habeşistan’da varlığını sürdürmüş ve aynı misyona yönelik iki rakip iddia sahibi arasındaki uzun mücadele devam etmiştir. Bu misyon, Tanrı’nın nihai mesajının korunması ve insanlığa yayılmasıdır Peygamberin takipçileri, eskiden Hıristiyan olan Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika ülkelerini fethettiler ve Sicilya ile İspanya’yı da fethedip, Fransa’yı işgal ederek Avrupa’yı istila ettiler. Birkaç yüzyıl sonra Hıristiyanlar İspanya, Portekiz veSicilya’yı yeniden fethetmeyi başarsalar da, Kuzey Afrika’yı ele geçirmekte ve Haçlı Seferleri olarak bilinen, kaybedilmiş Kut­sal Toprakları yeniden Hıristiyanlığa kazandırma çabalarında başarısız oldular.
Müslümanların ikinci saldırısı, Osmanlıların Orta Doğu’da yeni bir imparatorluk yaratmalarıyla başladı. Kadim Hıristiyan şehri Konstantinopolis’i fethedip Avrupa’yı istila ettiler. Müttefikleri, Kuzey Afrika kıyılarında iş gören Berberi korsanlar -onlara korsan diyebiliriz- İzlanda’ya kadar Hıristiyanlığın kıyıları­nı yağmaladılar ve yüz binlerce Hıristiyan’ı Cezayir’deki ya da Kuzey Afrika’nın başka bölgelerindeki köle pazarlarında satılmak üzere kaçırdılar.
Siyaset ve İslam
Büyük Alman tarihçi, Leopold Von Ranke’nin işaret ettiği gi­bi tüm tarih, çağdaştır. Bu Batı dünyası için olduğu kadar İs­lam dünyası için de geçerlidir. Zi­ra İslam dünyası, Avrupa’yı ortaçağ Hıristiyanlığının dünyasın­dan modern, seküler, sanayileşmiş devletlerin dünyasına dö­nüştüren büyük toplumsal, kültürel, iktisadi ve dini değişim­ler zincirini sadece yeni yeni izlemeye başlamıştır. İslam dün­yasında din, Avrupa’da Rönesans, Keşifler, Reform, Aydınlan­ma ve Sanayi Devrimi’nden kaynaklanan değişimlerden bu ya­na görülmeyen şekilde, kamusal ve toplumsal açıdan -otorite­nin kaynağı, sadakat odağı, kimlik tanımı olarak- hâlâ önem taşımaktadır.
Bunun aksine, modern dönem öncesi İslam’da, sadece bir otorite vardır. İslam’ın kurumcusunun, Musa gibi, vaat edilmiş topraklara girmesi yasaklanmamıştır; davası uğruna şehit de ol­mamıştır. Bilakis, yaşamı boyunca askeri ve siyasi başarılar ka­zanmıştır. Doğum yeri olan Mekke’den Medine’ye hicretinin ar­dından yeni bir devlet yaratmış ve sonunda Mekke’nin kendisi­ni fethedip yönetmeyi başarmıştır. Peygamber ordulara komu­ta eden, savaş ve barış yapan, vergi koyan, adalet dağıtan bir egemen haline gelmiş; kısaca, egemenliğin gerektirdiği her şe­yi yaparak, Müslümanların algısında, gelecek kuşaklar için bir model oluşturmuştur.
Bu nedenle İslam tarihinde ve özellikle de, tüm Müslüman­ların ortak mülkü olan ve ortak bilinçlerini şekillendiren, ilk yılların kurucu olaylarında, itikada ve iktidara, doğru imama ve dünyevi hâkimiyete dair benzeri Hıristiyanlıkta ya da Eski Ahit’in ilk kitaplarından bu yana Yahudilikte görülmeyen bir yorum hâkim olmuştur. Müteveffa Ayetullah Humeyni, “İslam ya siyasettir; ya da hiçbir şey” demişti. Tüm Müslümanlar bu kadar ileri gitmeyecektir; ama Ayetullah’ın Müslümanlar tara­fından tasavvur edildiği ve İslam tarihinde ortaya konduğu şek­liyle din ve siyaset arasındaki ilişkinin önemli bir öğesine par­mak bastığına kuşku yoktur.
Bu, kimilerinin varsaydığı gibi, kendilerini İslam adına sava­şan teröristler olarak sunanların faaliyetlerinin İslami doktrin, gelenek ya da hukuk tarafından her anlamda cesaretlendirildiği ve hatta koordine edildiği anlamına gelmez. İslam hukuku, sivillerin ayrım gözetilmeksizin öldürülmesi ya da şantaj amaçlı rehine alınması gibi fiillere izin vermek şöyle dursun, bunla­rı açıkça yasaklar. Kur’an pek çok yerde, “Hiç kimse, bir baş­kasının yükünü taşımaz” der. İslam hukuku aslında rehine alınıp verilmesini düzenler; ama bu gönüllük temelinde olur ve rehineler yükümlülüklerin yerine getirileceğine dair bir te­minat olarak, bir anlaşma sonucunda taraflar arasında değiş to­kuş edilir. Bu tür uygulamalar bir zamanlar çok yaygındı ve modern adam kaçırma ya da şantaj pratikleriyle hiçbir ilgileri yoktu. Benzer şekilde, İslam hukukunda cihat; yani kâfirlere ve dinden dönenlere karşı savaşmak yer alsa da bu, sivillere say­gı duymayı da içeren belirli savaş kurallarına bağlıdır. Bu savaş kurallarının ilk formülasyonları neredeyse İslami çağın başlan­gıcına kadar geri gider.
Geçmişte, kutsal Mekke ve Medine şehirlerine gerçekleşti­rilen ve dünyanın her yerinden milyonlarca Müslüman’ın ortak ayin ve ritüelleri paylaştığı yıllık hacla sürekli olarak yeni­lenen İslam dünyası, tarihi ve misyonu açısından belki de ben­zersizdi. Bugün modern iletişim ve medya, Batı dünyasına ben­zer bir fırsat sundu; ama çoğunlukla bu fırsat hem tarihsel bilgi­miz hem de tarihsel farkındalığımız fevkalade güdük olduğun­dan sonuna kadar kullanılmıyor. İslami dünya hâlâ kendisini din ve kendi dini medeniyeti üzerinden tanımlıyor. “Orta Do­ğu” ve hatta “Avrupa” ve “Asya” gibi terimler İslami kullanım­da göreli olarak yakın tarihli yenilikler. Bunun aksine, Batı ar­lık kendisini Hıristiyanlıkla tanımlamıyor; hatta böyle yapmak hem yanlış hem de saldırganca görülüyor. “Batı” gibi terimlerse aşikâr ki “İslam” kelimesinin tını ve gücünü taşımaktan uzaklar.
Çalışmalarımda sürekli olarak İslam ve Batı dünyaları anı­sındaki önemli farklılıkları aklımda tutmak zorunda kaldım. 1950’lerin sonlarından itibaren, Müslümanlar arasında değişen ruh halinin farkına da varmaya başladım. Bu farkındalık bir dizi yolla oluştu ve gelişti: İslam ülkelerinde söylenen ya da ya­zılan şeyleri okuyup dinleyerek, Müslüman öğrencilerle konu­şarak ve İslam ülkelerine seyahat ederek. Her bir örnekte Müslümanların kendi aralarında ne konuşup yazdıklarını kendi dil­lerinden takip edebilmek hayati önem taşıyordu. Neler olup bittiğini bölge dillerini bilerek anlamak şarttı; ama bu tek başı­na yeterli değildi. Bu toplumda geçmişe başvurmak, kimi za­man bir isme, bir tarihe ya da bir mekâna başvurmaktan da­ha yaygındır.
 
İslam’ın Geri Dönüşü
1970’lerden sonra İslam dünyasında olup bitenleri takip eden ve Müslümanların kendi dillerinde neler söylediklerini okuyup dinleyen herkes için, dini öfkedeki yükseliş giderek daha belirgin hale geliyordu. 1976 Ocak’ında aylık Commentary dergisinde yayımlanan “The Retum of İslam” başlıklı bir makaleyle buna dikkat çekmeye çalıştım. Burada, zamanın tes­tinden geçtiğinden, bu makaleden biraz uzunca bir alıntı yap­ma özgürlüğümü kullanacağım:“Eğer… şu an İslam dünyasında neler olup bittiğini ve geçmişte nelerin yaşandığını anlamak istiyorsak, kavranması gereken iki esas nokta bulunuyor. Bunlardan ilki, dinin İslam halklarının yaşamlarındaki bir etmen olarak evrenselliği, diğer ise merkeziliğidir. … Müslüman için din, geleneksel olarak yalnızca evren­sel değil, ana kimlik ve sadakatin asli temelini oluş­turması anlamında merkezidir de. Kimlerin gruba dâ­hil olduğunu belirleyen ve onlarla grubun dışındaki­ler arasındaki sınırı çizen dindir. Müslüman bir Irak­lı, Iraklı olmayan bir Müslümanla arasında, gayrimüs­lim bir İraklıyla olandan çok daha yakın bağlar oldu­ğunu hisseder…
İslam başlangıçtan bu yana bir iktidar dinidir ve Müslüman dünya görüşünde iktidarın sadece ve sa­dece Müslümanların elinde bulunması haklı ve doğ­rudur. Diğerleri, Müslümanların üstünlüğünü açık bir şekilde kabul ettikleri takdirde İslam devletinin hoş­görüsüne ve hatta ihsanına mazhar olabilirler. Müslü­manların gayrimüslimleri yönetmesi gerektiği adil ve normal görülür. Gayrimüslimlerin Müslümanları yö­netmesi ise Tanrı’nın ve doğanın kurallarına bir saldı­rıdır ve bu ister Keşmir’de, ister Filistin’de, ister Lüb­nan’da, isterse Kıbrıs’ta olsun, böyledir. Burada bir kez daha, İslam’ın Batı’daki sınırlı anlamıyla değil, bir cemaat, bir sadakat ve bir yaşam biçimi olarak ta­savvur edildiği -ve İslam cemaatinin hâlâ, Müslüman devletlerin ve imparatorlukların yıkıldığı ve Müslüman halkların zorla yabancı, kâfir yönetimine sokuldukları travmatik dönemi atlatmaya çalıştığı hatırlanmalıdır. Hem Cumartesi insanları (Yahudiler) hem de Pazar insanları (Hıristiyanlar) şimdi bunun sonuçla­rından zarar görmektedir.”
Kordoba’da, Türk meslektaşlarımla birlikte, eski zamanlar­da bir cami olan ünlü katedrali, Mesquita’yı ziyaret ettik. Ilım­lı bir dindar olan Türklerden biri, “Bu kadim tapınağa, bu eski camiye gelince, ikindi namazını kılmam gerektiği hissine kapıl­dım” dedi. Arkadaşları dehşete düştüler ve onu bunu yapma­ması için ikna etmeye çalıştılar. “Bir skandal çıkarma” dediler. “İhtiyacımız olan son şey bu.” Ama onlar ısrar ettikçe, adam da bunu yapmaya daha hevesli hale geliyordu. “Mirasımızla gurur duymalıyız, ondan korkmamalıyız” diye ısrar ediyordu. Birden içlerinden birinin aklına bir şey geldi ve “Eğer bir Yunanlı Aya Sofya’ya ayin yapmak isterse nasıl hissedersin?” Hemen söyle­mek istenileni anladı ve ısrarından vazgeçti.
 
Müslüman Öfkesinin Kökenleri ve Medeniyetler Çatışması
O sıralar siyasal İslam’ın katı unsurlarını “İslami Fundamentalizm” olarak adlandırmak popüler hale gelmişti. Makalede bunun neden yanıltıcı olduğunu göstermeye çalıştım. Funda­mentalizm çok yanlış kullanılan bir kelimeydi. Kökenleri ken­dilerini ana akım kiliselerden ayırmaya çalışan bazı Protestan kiliselerinin, Presbiteryenlerden, Episkopallerden ve diğer ana Protestan kiliselerinden güçlü ve katı bir şekilde farklı bir ko­num savundukları The Fundamentals isimli bir dizi broşür ya­yımladıkları 1910’lara kadar geri gidiyordu. Karşı çıktıkları iki şey vardı: Liberal ilahiyat ve İncil eleştirisi. İncil’in gerçekten ilahi ve hatasız olduğunda ısrar ediyorlardı. 1980’lerde bir ara bu aynı kelimeyi, yani fundamentalizmi belirli Müslüman grup­lar için kullanmak âdet haline geldi. Bu talihsiz bir gelişmeydi, zira bu gruplar Amerikalı Protestan Fundamentalistlerle en ufak bir benzerlik bile göstermiyorlardı. Farklı meseleleri ve kuşku­suz farklı taktikleri vardı. Bu terime karşı çıktım, ama artık on­dan kurtuluş yok. Bu kelime artık esasen Müslüman Fundamentalistler, ikincil olaraksa Amerikalı Protestanlar için kulla­nılıyor. Aslında artık kullanımı evrenselleşti ve sadece İngilizler değil, Fransız ve Almanlar da fundamentalhizmden söz ediyorlar.
Tabiri caizse bu, daha çok, yeniden anlam yüklenen “get­to” kelimesine benziyor. Orijinal olarak getto bir Avrupa şehrinde Yahudilerin yasa gereği kapatıldıkları mahalle anlamına geliyordu. Şimdiyse ne Avrupalıları ya da Yahudileri ilgilendiri­yor, ne de yasayla tanımlanıyor. Modern Amerikan kullanımın­da “getto” tamamen farklı bir anlam kazandı ve bu, fiilen eski olanın yerine geçti. Bugün fundamentalistlerden söz ettiğimizde aklımıza, ilk olarak bu ismin patentini almış olanlar de­ğil de, Müslümanlar geliyor.
 
Medya
Batılı medya çoğunlukla Orta Doğu’yu yanlış “anlar”. Hataları ya da yanlış tasvirleri iki kategoriye ayırabilirim: Samimi cehalet ve samimiyetsiz önyargı. İki tanıdık Amerikan ifadesi genel­likle baş aşağı çevrildi. “Haber olmaması iyi haberdir”, “İyi ha­ber, haber olmamasıdır”a dönüştürüldü. “Benim ülkem, doğ­ru ya da yanlış” şeklindeki diğeriyse “Benim ülkem, yanlış” ha­line geldi.
Birkaç yıl önce Avrupa’nın çoğunluk olarak Müslüman bir nüfusa sahip olacağını belirt­miştim. Bu mülakat bir Alman gazetesinde yayımlandı ve şa­şırtıcı bir biçimde dünya çapında hem olumlu hem de olum­suz büyük bir ilgi gördü. Bundan kısa bir sü­re sonra benimle mülakat yapmak isteyen İtalyan bir gazeteci­den bir telefon aldım. “Ne hakkında?” diye sorduğumda “Avrupa’da ve özellikle İtalya’da giderek artan Müslüman varlığı ve kendimizi ve kimliğimizi korumak için ne yapmamız gerektiği hakkında” dedi. “Yanıt basit” dedim; “Genç evlenin ve çocuk yapın.”
Duymak istediği şey bu değildi. Ahizeyi çarparak ka­pattı ve ondan bir daha haber almadım. O zamandan beri bu mesele Avrupa’nın her köşesinden gi­derek artan bir şekilde ilgi çekti.
10. Bölüm
Şarkiyatçılık ve Doğru Düşünme Kültü
Bir medeniyetin evrimi üzerine çalışan herkes, zaman için­de, daha spesifik olan o anki araştırma nesnelerinden ba­ğımsız olarak, ele aldığı konunun daha geniş ve genel veçhele­rine dair de tefekkürde bulunmalıdır. Her tarih yazarı ya da ho­cası periyodik olarak tarihsel sürecin içinde saklı olan daha ge­niş anlamlara doğru zihinsel bir keşfe çıkmalıdır. Daha gündelik bir düzeydeyse, her profesyonel araştırmacı, zaman zaman du­rup üzerinde çalıştığı bilim alanının durumu ve ihtiyaçlarını göz den geçirmelidir, özellikle de, şimdi olduğu gibi, bu alan ve as­lında bilimsel araştırmanın kendisi bir saldırı altında olduğunda.
Tarihsel süreçleri anlamının anahtarını sunduğu iddia edi­len doktrinler vardır. Marksizm bunlardan biri. Yıllar önce ken­di Marksizmden etkilenme aşamamı geçtim. Kırklarda ve ellile­rin başlarında yazdıklarıma bakıldığında hiçbir zaman tam bir Marksist haline gelmediğim halde, Marksist düşünce ve kate­gorilerin farkında olduğum görülecektir.
Eğer Marksist silsileyi Avrupalı olmayan toplumlara uygular­sanız muhtemelen fena bir yanılgıya düşersiniz. Örneğin Or­ta Doğu’da, en azından İslam’dan bu yana ve muhtemelen de çok daha öncesinden beri, siyasi iktidarın etkisi, siyasi iktida­rın önemi ve iktisadi iktidarın ve tüm diğer iktidar biçimlerinin siyasi iktidardan ileri gelme biçimi, devletin şu ya da bu sını­fın yürütme organı olduğu fikrini anlamsız kılar.
 
13. Bölüm
Siyaset ve Irak Savaşı
Saddam Hüseyin 1990 yılında saldırıp Kuveyt’i işgal ettiğin­de, Birleşik Devletler uluslararası toplumun da desteğiyle, bir şeyler yapılması gerektiğine karar verdi. Ülkedeki neredeyse her Orta Doğu uzmanı Washington’a davet edildi ve kendilerine durumla ilgili fikirleri soruldu. Bu, üst düzey Washington bürok­rasisiyle ilk buluşmamdı, daha da önemlisi o zamanlar Savun­ma Bakanı olan Dick Cheney ile ilk kez bir araya geliyordum. Daha sonra, yıllar içinde müteakip vesilelerle bir araya geldik.
Benim, Türk Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile kısa bir süre önce yaptığım bir konuşma sonucunda daha da kuvvetlenen, farklı bir görüşüm vardı. Onlara, savaşın “hızlı, ucuz ve kolay” olacağını düşündüğümü anlattım. Bunu söylerken Cumhurbaş­kanı Özal’ın, kısa bir süre önce Türkiye’de üniversiteyle ilgili iş­ler için bulunduğum sırada, bana söylediklerini tekrarlıyordum. Özal ve ben birlikte bir akşam geçirmiştik. Onunla tanışıklığı­mız yüksek bir makama gelmesinden çok daha öncesine dek uzanıyordu ve aramızdaki sohbet, bir devlet başkanı ile bir ya­bancı misafir arasında olması bekleneceğinden çok daha rahat­tı. Pek çok şey hakkında konuşmuştuk ve sonra konu kaçınıl­maz olarak Irak’taki krize gelmişti. Saddam Hüseyin, Kuveyt’e saldırmış ve bu ülkeyi işgal etmişti ve Başkan Bush ise hâlâ ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Turgut Özal “Birkaç ay ön­ceki Washington ziyaretimi hatırlıyor musun?” dedi. Birlikte öğ­len yemeği yediğimiz için hatırlıyordum. “Başkanınız ile konuş­tum. İkircikli bir karaktere sahip; ama sanıyorum bu sefer ka­rarını vermiş. Bir savaş çıkacak”dedi ve ekledi, “çıktığında da hızlı, ucuz ve kolay olacak.” Bu şaşırtıcıydı. “Sizi böyle düşün­düren nedir?” diye sordum. Bunun üzerine gizemli bir Türk gü­lümsemesiyle, “Komşularımızda neler olup bittiğini bilmek is­teriz” dedi. Diğer bir deyişle, iyi bir istihbaratları vardı. “Sana bir örnek vereyim” diye devam etti. “Hafta geçmiyor ki, subay­lar da dâhil olmak üzere pek çok Irak askeri, sınırımızı geçip sığınma talebinde bulunmasın. Savaş başlamadan önce subay­ların kaçtığı bir ordunun durumu iyi değildir.” Katılmak duru­mundaydım. Sonra, “Savaş çıkarsa bizim yanımızda yer alır mı­sınız?” diye sordum. “Tabii ki” dedi. “Neden diye sorabilir mi­yim?” dedim. Yeniden gizemli bir Tük gülümsemesiyle “1945 Şubatı’nda Mihver devletlerine savaş açmamızla aynı nedenden. Kavga bittiğinde ve konuşmalar başladığında, galip tarafın masasında olmak isteriz ve orada misafir listesinde olmak isteriz, menüde değil” diye cevap verdi.
Arap Baharı’nda ayaklanan protestocuların hepsi, var olan yönetimlerinden kurtulmak istedikleri konusunda hemfikirdi; ama onların yerine neyin gelmesini istedikleri konusunda de­ğil.
Batı dünyasında sürekli özgürlükten söz ediyoruz. İs­lam dünyasındaysa özgürlük siyasi bir kavram değildir. Yasal bir terimdir: Özgürlük köleliğin karşıtıdır. Geçmişte bu, köleliğin tüm İslam dünyasında kabul edilmiş bir kurum olarak var olduğu bir toplumdu. Eğer köle değilseniz özgürdünüz. Hiç­bir şekilde siyasi bir anlamı olmayan, tamamen yasal ve top­lumsal bir kavramdı. Arapçada ve diğer dillerde yapılan tartış­malarda, “özgürlük” sözcüğünün ilk kez farkına varıldığı sıra­da ortaya çıkan kafa karışıklığını görebilirsiniz. Tek kelimeyle onu anlamıyorlardı. Bunun siyaset ya da yönetimle ne gibi bir ilgisi olabileceğini merak ediyorlardı. Sonunda, mesajı aldılar. Ama pek çoğu için hâlâ yabancı bir kavram. İslami açıdan, iyi yönetimin ölçütü adalettir.
Esas karşıtlık özgürlük ve tiranlık arasında ya da özgürlük ve esaret arasında değil, adalet ve zulüm arasında ya da adalet ve adaletsizlik arasındadır. Bu şekilde bakmak, İslam dünyasın­daki zihinsel ve buna bağlı olarak siyasi süreçlerin anlaşılma­sını çok daha kolaylaştırır. Yolsuzluk ve zulüm, hangi sisteme göre tanımlarsanız tanımlayın, yolsuzluk ve zulümdür. Onların yolsuzluk tanımlarıyla bizim yolsuzluk tanımımız arasında çok büyük farklar yoktur. Batı dünyasında insanlar piyasada para kazanıp, bunu siyasi nüfuz ya da erişim elde etmek için kulla­nırlar. Orta Doğu’da geleneksel uygulama, iktidar elde etmek ve bu iktidarı, para kazanmak için kullanmaktır. Ahlaki açıdan ikisi arasında bir fark göremiyorum; iktisadi açıdansa Orta Do­ğu yöntemleri daha büyük hasara yol açıyor.
Günümüzde beni Orta Doğu ile ilgili olarak rahatsız eden şey onların ne yaptığı değil, bizim ne söylediğimiz. Yanlış sin­yaller yayıyoruz. Orta Doğu’daki özgürlük ihtiyacı ve bizim öz­gürlük için çalışanlara yardım etme arzumuz konusunda daha açık ve kesin olmalıyız.
Arap dünyasında demokrasinin işleyip işlemeyeceği tartış­malı bir sorudur. Bununla ilgili farklı görüşler mevcut. Bunlar­dan biri, bu insanların bizim gibi olmadıklarını; farklı yöntem­leri, farklı gelenekleri olduğunu söyler. Onların bizim sahip ol­duğumuz türde bir şey inşa etme kabiliyetinden yoksun olduk­larını kabul etmemiz gerekir. Biz ne yaparsak yapalım, onlar ti­ranlar tarafından yönetilecektir. Politikalarımızın hedefi bu ne­denle istikrarı korumak ve düşman tiranlar yerine dost tiranlar tarafından yönetilmelerini sağlamak olmalıdır. Bu Arap yanlı­sı bakış açısı olarak bilinir. Aslında, şüphesiz, bu hiçbir şekilde Arap yanlısı değildir. Ortaya koyduğu şey Arapların geçmişine dair cehalet, Arapların bugününe dair ilgisizlik ve Arapların ge­leceğine dair bunlardan bile azıdır.
Diğer bakış açısıysa, onların eski ve büyük bir medeniyetin varisleri olduğunu söyler. Kimi kötü zamanlardan geçmiş ola­bilirler; ama toplumun içinde kendi kültürel gelenekleri çerçe­vesinde sınırlı da olsa bir tür oydaşmaya dayalı yönetim geliş­tirmelerine yardım edebilecek ve bunun için desteklenebile­cek unsurlar mevcuttur. Saçma bir biçimde bu, zaman zaman emperyalist strateji olarak suçlanır. Ama bunun bölge halkları­nın tutku ve özlemlerine çok daha fazla saygı gösterdiğini dü­şünüyorum. Batılı fikirler 1956 Süveyş Savaşı ya da daha yakın zamanlı 2011’in Arap Baharı gibi Orta Doğu’daki geçiş krizleri­ni hızlandırabilir; ama sadece halkların kendileri bu krizleri çö­zebilir. Ne kadar iyi de olsalar, bizim onları öneriyor olmamız nedeniyle itibarı sarsılan çözüm önerilerinde bulunmaktan kaçınmalıyız. Silahlarımız ve paramız hoş karşılansa da, siyaseti­miz ve diplomasimiz hoş karşılanmıyor.
Özetle
Yaşamımı sevdim. Tatmin edici bir kariyerim oldu. Yirmi dokuz dile çevrilen otuz iki kitap hiç de fena değil. Mekânlar ve kültürler keşfettim ve on beş dille oynayabildim. Beni sev­meyenler ya da tüm kalbimle anlaşamadıklarım bile, genellik­le ilginç ve hatta zaman zaman ufuk açıcılardı. Çok şanslıydım ve hâlâ öyleyim.
 
ARKA KAPAK YAZISI
Hiç kuşkusuz, Orta Doğu ve İslam tarihi konusunda yaşayan en önemli tarihçilerden biri Bernard Lewis’dir. Diğer tarihçilerden farklı olarak yaşadığı yüzyıla tanıklık etmekle kalmamış bizzat bu tarihin içerisinde bir aktör olarak da bulunmuştur. Bu açıdan otobiyografik çalışması Tarih Notları: Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notlarıbirinci düzey tarihsel bir belge niteliği taşımaktadır.
İngiliz Gizli Servisi’ndeki görevi nedeniyle II. Dünya Savaşı’nda ve ardından gönderildiği Orta Doğunun yeniden şekillenmesinde, Arap-İsrail Savaşı’nda, Afganistan’da, İran Devrimi’nde ve Irak’ın işgalinde tarihin bizzat aktörü olarak rol oynamıştır. Dolayısıyla bu kitap kişisel bir anlatı olmanın ötesinde tarihsel bir belge niteliği taşımaktadır. Örneğin Irak krizi ile ilgili şu anekdot yakın tarihimize ışık tutuyor: “… konu kaçınılmaz olarak Irak’taki krize gelmişti. Turgut Özal, ‘Birkaç ay önceki Washington ziyaretimi hatırlıyor musun?’ dedi. Birlikte öğlen yemeği yediğimiz için hatırlıyordum. ‘Başkanınız ile konuştum. İkircikli bir karaktere sahip; ama sanıyorum bu sefer kararını vermiş. Bir savaş çıkacak’ dedi ve ekledi, ‘çıktığında da hızlı, ucuz ve kolay olacak.’
Bu şaşırtıcıydı. ‘Sizi böyle düşündüren nedir?” diye sordum. Bunun üzerine gizemli bir Türk gülümsemesiyle, ’Komşularımızda neler olup bittiğini bilmek isteriz’dedi. Diğer bir deyişle, iyi bir istihbaratları vardı. ‘Sana bir ömek vereyim’ diye devam etti: ‘Hafta geçmiyor ki subaylar da dâhil olmak üzere pek çok Irak askeri, sınırımızı geçip sığınma talebinde bulunmasın. Savaş başlamadan önce subayların kaçtığı bir ordunun durumu iyi değildir.’ Katılmak durumundaydım. Sonra, ‘Savaş çıkarsa bizim yanımızda yer alır mısınız?’ diye sordum; ‘Tabii ki’ dedi.”
Modern Türkiye’nin DoğuşuveOrtadoğukitaplarıyla Türkiye’de çok iyi tanınan bu duayen tarihçinin Tarih Notları: Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notlarıtarih yazımı açısından da önemli bir kitap. Onun tarih yazımı konusundaki düşünceleri ve deneyimleri bu alana ilgi duyan ve tarihçiliği bir meslek olarak seçen herkes için ufuk açıcı nitelik taşıyor.
CELAL SANCAR
17.04.2015
ANKARA


[1] Yazar burada, rahatlamak ve tuvalet ihtiyacını gidermek anlamlarına ge­len relieve sözcüğünü kullanarak kelime oyunu yapıyor. Ç. N.