Siyasi analist Dr. Abdurrahim Şen, Suriye’de Baas diktası karşısındaki halk direnişinin, Batılı ve Doğulu emperyalistler ve bölgedeki işbirlikçisi ülkelerce uzun süreçte uygulanan havuç ve sopa politikaları neticesinde rayından çıkarılıp engellendiğini belirtiyor ve ekliyor: “Lakin her halükârda dip dalga devam ediyor, edecek… Hile ve ceberrut yöntemlerle Suriyeli mazlumların devrimlerinin şimdilik çalınmasıyla bu hareketlilik son bulmayacak.”
Söyleşi: Şükrü Hüseyinoğlu
Suriye’de bugüne kadar temelde ne oldu, 2011 yılında başlayan ayaklanma sizce bir halk direnişi miydi, yoksa bazı mahfillerce iddia edildiği üzere bir emperyalist komplodan mı ibaretti?
Trump’ın bir süre önce Kral Selman’la ilgili söyledikleriyle başlayalım isterseniz. Ne demişti? “Koltuğunu bize borçlusun, desteğimizi çeksek iki hafta o koltukta oturamazsın.” Batılı emperyalist devletler özellikle bu bölgede jeopolitik konumlarını bu şekilde dikta rejimlerle sürdürüyorlar. Bu konumu tehdit eden kontrol dışı her hareketlilik “komplo” şeklinde etiketleniyor. Suriye veya Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin komplo olmadığına dair gösterge, bu sürecin yaşandığı ülkelerde Amerika veya İngiltere’nin “karşı devrim” veya “devrimleri çalma” yönünde hamleler yapmış olmasıdır. Örneğin başarılı bir model olarak sunulan Tunus’ta yapılan ilk seçimlerden sonra Zeynel b. Ali’nin adamları iktidarın önemli mevkilerine geldiler. Mısır’da hakeza, Mübarek’in yerini nihayetinde Sisi aldı. Yani Amerika Sisi’yi getirmek için her istediğini harfiyen yerine getiren Mübarek’e karşı bir ayaklanma mı planladı? Bunun gerçekliği yok. Kanaatimce ayaklanmalar doğal olarak başladı. Ancak süreç içerisinde Amerika veya Avrupa her biri arka bahçesindeki bu devrimleri çalmak, yönlendirmek ve en az zararla atlatmak için politik manevralara giriştiler. Güç dengeleri ile oynadılar. Mesela şunu sormak lazım: Şayet komplo ise Amerika neden YPG/PYD’ye 60 bin tırlık silah yardımı yaparken ayaklanmaların yaşandığı bu ülkelerde tüm diğer gruplara vermedi? Bu da önemli bir göstergedir. Doğal olarak başlayan bu ayaklanmaları Amerika rejim değişikliğine mahal vermeden sadece vitrin değişiklikleri ile atlatmaya çalıştı. Bunun için ayaklanmanın yaşandığı her ülkede alternatif profilleri sahaya sürdü. Böylece rejimleri bir elinden öteki eline aktarmayı başardılar. Bu ayaklanmaları bu şekilde okumak daha doğru olur.
Sonra, şu komplo diyenler ne demiş oluyorlar? Biraz irkilip düşünelim. Yani onlar emperyalizmin bu bölgedeki jeopolitik konumlarını sayesinde korudukları dikta rejimlere karşı ayaklanmaların komplo olduğunu söylüyorlar! Bence bu yaklaşımın bizatihi kendisi komploya kurban düşmektir. Zira emperyalistler kurulu düzenlerine karşı olası her tür hareketliliğe kuşkuyla bakılmasını sağlamak ve şeytanlaştırmak için bu ayaklanmaların arkasında kendilerinin olduğuna dair gerçekten bir “komplo” tertip etmiş de olabilirler. Neden olmasın? Batı, İslam ümmetinin kendilerine hiçbir şekilde güvenmediğini bildikleri için güvensizlik oluşturmak istedikleri şeyin kendileri ile ilişkilendirilmesini sağlarlar.
Suriye’de ayaklanma süreci başladığında Humus’ta, Hama’da “Ne Avrupa’dan, ne Amerika’dan, ne Erdoğan’dan yardım bekliyoruz. Biz sadece Rabbimize güveniyoruz” nidâlarını duyuyorduk. Halen bu özgün İslami yaklaşım üzerinde olan aktörler var mutlaka. Fakat farklı aktörlere angaje olarak özgünlüklerini kaybeden çevreler de çok oldu. Sürecin bu özgünlük ve sâfiyetini zaafa uğratan etkenler neler oldu sizce?
Siyasi ve fikri uyanıklığın olmayışı başlıca önemli bir etken. Evet bu devrimler az önce de ifade ettiğimiz gibi yıllardır süren bir baskılama, zulüm, aşağılama ve kötü yönetilmenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıktı. Ancak yerine neyi koyacağı ve süreci nasıl yöneteceği konusunda zihinler berrak değildi ve en önemlisi bölge ülkelerinin hangi büyük devletin ekseninde hareket eden ülkeler oldukları hususunda siyasi uyanıklıktan yoksundu. İlk grup liderleri böyle değildi. Örneğin en büyük gruplardan birisi olan Ahraru’r-Şam’ın lideri Hasan Abbud, Amerika’nın yoklamak için birtakım aracılarla diplomatik görüşme dedikodularını yayınladığı sırada Twitter hesabından “Allah bizi şereflendirdikten sonra dinimizi satacak değiliz” demişti. Yine Amerika’nın devrimi çalma ve liderlerini, sonu kendi siyasi çözümüne çıkacak olan diplomasi koridoruna sokmak için tertip ettiği toplantıların birincisi olan Cenevre-I- toplantısına açık davette bulunduğunda, büyük grupların liderleri ortak bir basın toplantısı düzenlediler ve Cenevre’ye katılmayacaklarını, katılanları da devrim başarıya ulaşırsa ihanet suçundan mahkemelerde yargılayacaklarını açıkça deklare etmişlerdi. Bu sebeple Amerika bu ilk nesil liderleri diplomasi kapanına sıkıştıramayacağını anladığında tasfiye etti. Bir saldırı ile hatırlarsanız Hasan Abbud’un da içinde olduğu Ahraru’r-Şam’ın 45 liderini şehid etti. Daha sonra bu grupların üst düzey kademelerine “düşük profilli” kişiler geldi. Mesela bu olaylar sonrasında Ahraru’r-Şam’ın dış ilişkiler sorumlusu Labib El Nahhas Washington Post’ta yazdığı bir makalede açıkça “Gözünüzü açıp bizi görün” diyordu. İşte bu dışa bağımlılıkta heveskâr olma hali birçok grubun Türkiye, Katar ve Suud gibi bölge ülkeleri üzerinden Amerika’ya zeytin dalı uzatmaları ve sonuçta entegre olmaları; Cenevre, Astana ve Soçi’de rejimle masaya oturmaları yani bizatihi Esed’i himaye eden Amerika’nın siyasi çözümüne eklemlenmeleri bu noktaya getirdi. Düşünün devrimin hemen ikinci yılında muhalifler daha az sayıda ve daha az donanıma sahip olmalarına rağmen Suriye’nin yüzde yetmişini kontrollerinde bulunduruyorlardı. Şimdi ise İdlib’e sıkıştılar. Neden? Siyasi basiretsizlik. Ateşkes anlaşmaları, çatışmasızlık bölgeleri vb. adlarla önce bu grupların ilerleyişini durdular. Bu noktada son derece kritik politik adımlardan birisi Zebedâni anlaşmasıydı. Düşünün mensuplarının sayıları binlerle ifade edilen grupları bu önemli stratejik bölgeden arındırmak için tasarlanmış bu anlaşmanın ardından başkent Şam’ın (rejimin) güvenliğini sağladıktan sonra BM Genel Sekreter Yardımcısı Yan Elliason, Suriye’de siyasi çözüm için Zebedâni’de olduğu gibi kritik üç dört bölgede ateşkesin temin edilmesi gerektiğini itiraf ederken, Muhaysini bu anlaşmayı “büyük zafer” olarak niteliyordu. Sonra diğer bölgeler geldi, Hama, Humus, Ğuta, bütün bu bölgelerden gruplar çıkartıldı. Hep aynı senaryo tekrar etti.
Müslümanlardan gelen nasihatlara “ayakta olanlar oturanlardan nasihat almaz” diyenler, Batılıların siyasi müzakere koridorunda kulislerde düşmanlarından nasihat aldılar, liderliklerini tümden onlara teslim ettiler. Adına “maslahat” dedikleri o diplomasi koridorunda yürürken bile, o koridoru açanlar halklarını katletmeye devam ediyorlardı. Muhaliflerin, bu politik kıskaçları görememeleri siyasi gelişmelere gözünü kısıp diğer gözlerini de sadece silahın gez ve arpacığından bakmaya ayarlamış olmalarındandı.
Suriye’deki sürecin bundan sonrası için öngörünüz nedir?
Süreç tamamlandı denilebilir. Nedir bu, tüm bölgelerin tek tek rejimin kanatları altına döndürülmesi. Bu da oldu. Şimdi son adımlar yapılıyor. Lakin her halükârda dip dalga devam ediyor, edecek… Hile ve ceberrut yöntemlerle Suriyeli mazlumların devrimlerinin şimdilik çalınmasıyla bu hareketlilik son bulmayacak. Zira ayaklanmalara neden olan kronik sorunlar, tiyatro sahnesini andıran basit ayak oyunları ile çözülemeyecek kadar derin..
“Direniş cephesi”, “Kudüs” gibi söylemlerle Suriye’de zalim dikta rejiminin yanında pozisyon alan İran ve ona bağımlı çevrelerin iddia ve söylemlerinin aksine, Siyonist rejim ve hâmisi ABD’nin en kritik zamanlarda bile Esed rejiminin ayakta kalmasından yana tavır aldıklarını gördük. Hatta Rusya’nın Suriye’ye fiili müdahalesinin bile ABD’nin dâvetiyle olduğu ortaya çıktı. Buna rağmen halen “direniş cephesi” ezberlerini sürdürenler var. Bu konudaki yorumunuz nedir?
Bu bir düş, bundan uyanmak istemeyenler var. Aynı çevreler “büyümemizi istemiyorlar”, “dış güçler”, “ekonomik kuşatma” vb. Türkiye’nin kullandığı benzer retoriğe gülüp geçiyorlar… Siyasi olaylar bu şekilde ezberlerle analiz edilemez. Dünyada güç dengeleri alt üst oluyor, soğuk savaş bitiyor, kıyametler kopuyor, siz bütün olup bitenleri bir kelime ile yorumluyorsunuz, “direniş hattı.” Tamam… Bu nasıl bir direniş hattı ki, kırk yıldır topraklarını (Golan Tepeleri) işgal altında tutan Siyonist işgal rejimine bir tek kurşun sıkmamış… Aslında tam tersi, İsrail kırk yıldır doğu sınırının güvenliğini Suriye rejimi sayesinde sağlıyor. Devletlerin siyasi başarıları hedeflerini gizleyebilmelerindedir. Ne kadar gerçek hedeflerini gizleyebilirlerse o oranda başarılıdırlar demektir. Bu sebeple en başarılı politikalarını düşman görünümlü dostlarla gerçekleştirirler. İran Amerika’nın politikalarını kamufle edebileceği bölgedeki en uygun müttefiklerinden biridir. Sahte karşıtlık sıkı dostluktan daha çok hedefleri örtücü bir sütre işlevi görür. Bir defa şer‘î açıdan İran İslami bir rejim olamaz. Çok basit bir örnek Cumhurbaşkanı ve meclis üyesi olacak kişilerde aranan şartlardan birisi olarak İranlı olma şartı anayasal zorunluluk haline getirmesi bile tek başına bu devletin diğer devletler gibi ulus devlet olduğu manasına gelir ki, bu İslam’ın ümmet fikrine aykırıdır. Tiraji-komik bir şekilde bu yasaya göre Hz. Ali hayatta olsa İran Cumhurbaşkanlığına aday olamaz. Zira Hz. Ali Farisi değildir. Ayrıca İran BM üyesi bir ülkedir. Bir İslam devleti ümmetin kaderini, küresel bir kuruma teslim edebilir mi. Allah “kafirlerin müminler üzerinde bir otorite-vesayet oluşturmalarına izin vermez” Nisâ Suresi 141. Nasıl oluyor… Çok açık İran bir İslam devleti değildi. Ancak Müslümanların Kudüs’ü dava edinen her kimseye gönlünü kaptırdıklarını bildiği için Ortadoğu’da bu meseleyi nüfuz aracı olarak kullandı. İngiliz kuklası Arap Kralları, Amerikan politikalarını baltalamak, Amerikan uydusu devletler İngiliz politikalarını baltalamak, bunların her ikisi de halklarının nezdinde meşruiyet kazanmak için hep Kudüs davasını kullanmışlardır. Bu bilinmeyen bir mesele değil. Peki, realite nerede? Hani İsrail haritadan silinecekti? Bırakın onu, konuştuğumuz konuyla ilgili olarak İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Abdullahiyan, “Esad düşerse İsrail’in güvenliği tehlikeye girer” diyor. Yani sözüm ona direniş hattının baş mimarı, İsrail’in güvenliğini tasa ediniyor. Güvenlik ne kelime 1 milyon Müslümanın canına kıymış bir devlet. Bakın Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov “İran’ın Suriye’deki varlığı İsrail’in maslahatınadır. Bu sebeple İsrail bunların Suriye’ye girişine ve sınırlarına yaklaşmasına mani olmadı” diyor. Buyurun. Bir başka ve daha çarpıcı bir örnek CIA’nin Eski Başkanı Michael Hayden bir konuşmasında, Suriye’de mevcut seçenekler arasında ‘en iyisinin savaşı Esad rejiminin kazanması’ olduğunu söylüyor: Bakın “1916’da İngiliz ve Fransızlar tarafından varılan Sykes-Picot Antlaşması’yla sınırları çizilen bir tek devletin ortadan kalkması I. Dünya Savaşı’ndan sonra çizilen bütün yapay sınırların ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bu durumda ise medeniyetlerin kesişme noktasında (Ortadoğu’da) yönetilmeyen bir alan ortaya çıkacaktır.” İşte tam da bu sebeple Amerika BM Suriye Özel Temsilcisi Ahtar İbrahimi’nin ağzından Suriye halkını “Suriye’yi cehenneme çevirmekle” tehdit ettiler. Ve yaptılar. Yüzyıllık jeopolitiği altüst edecek bir domino etkisi yapacağından korktular.
Bakın Rusya konusu da ilginç. Dikkat ederseniz kamuoyunda Rus-Amerikan ilişkisi de bir hesaplaşma zeminine oturtuluyor. Bazıları hala soğuk savaş düşünden uyanamamış. Oysa Amerika Rusya’yı da sütre olarak kullanıyor. Amerika Esed’i devirecek herhangi bir uluslararası müdahaleyi engellemek için daima BMGK’da Rusya’nın vetosunu kullandı. Esed kimyasal silah kullandığında dahi, kırmızı çizgimiz dediği halde müdahaleyi Rus ve Çin veto kartıyla engellemiş oldu. Sonra Suriye ordusu yetersiz kalınca kuklası Esed rejimini kurtarmak için Rusya’yı sahaya sürdü. Bakın Rus Genelkurmay Başkanı: “Şayet Suriye’ye müdahale etmeseydik rejim 2015 yılında yıkılmıştı” diyor. Tabii Rusya kendi güvenlik kaygıları gereği de bunu yapıyordu. Zira Suriye’de böyle bir devrimin başarıyla sonuçlanması doğrudan kendi hinterlandına, patlamaya hazır balon gibi şişmiş Orta Asya’ya bir sıçrarsa onun için bir yıkım olacaktı. Bakın bunu Putin net bir şekilde ifade ediyor. “Suriye’deki müslümanların devlet kurup Rusya’ya gelmesine izin veremezdik, bu yüzden Suriye’ye girdik” diyor.
Amerika, Rus saldırılarını siyasi çözümü kabule zorlamak için bir sopa gibi kullandı. BM Genel Sekreter Yardımcısı Yan Elliason ve başkaları şu jargonu çok kullandılar.“…saldırıların yoğunlaşması tarafların masaya oturmalarının gerekliliğini hatırlatacağını umuyoruz.” Ne demek bu? Ya da yukarıda geçtiği üzere “Suriye halkı ya siyasi çözüm ya da cehennem seçeneklerinden birini tercih etmek zorunda.” Bu Ahtar İbrahimi’ye ait. İşte Amerika, Rusya ve İran’la Suriye halkına cehennemi yaşatmıştır. Ortada düşmanlık, direniş hattı falan yoktur. Tekrar şunu hatırlatmalıyız. Devletlerin dış politikadaki başarıları hedeflerini gizleyebildikleri orandandır. Bunun için gizlemeye müsait sütreler/düşman görünümlü dostlar gerek…
Türkiye ilk yıllarda Suriye’deki süreci de zehirleyecek şekilde ABD ile girdiği angajmanın giderek kendi aleyhine de işlediğini fark etti ve fakat bu yanlışının telafisini de diğer işgalci güçler Rusya ve İran’la iş tutarak gerçekleştirmeye çalıştı. Türkiye’nin süreçteki ve bugünkü pozisyonu konusunda değerlendirmenizi alabilir miyiz?
Türkiye’nin Suriye politikasındaki değişikle ilgili olarak bazı analistler, Türkiye’nin yanlışlarını fark ettiği ve bunu revize etmek üzere adımlar attığı şeklinde yorumlar yapıyor. Ben buna katılmıyorum. Evet, bir değişiklik var. Bu gözle görülür bir şey. Lakin bu, yapılanların yanlışlığının idrak edilip de gidilen bir değişiklik değildir. Bu öyle basit bir mesele değil… Türkiye başından beri bilinçli bir şekilde, Amerika’nın çizdiği rotada ilerliyor. Türkiye’nin bir döneme kadar Esed’i sert bir dille eleştiren, üst perdeden konuşmaları, hatırlarsanız Suudi Arabistan da “İslam İttifakı Ordusu” kurmuştu. O dönemde haberlerde “Artık kimse Müslümana kem gözle bakamayacak” şeklinde veriliyordu. Lakin bütün bunlar muhalifleri manipüle etmek içindi. Sonuçta Türkiye, Katar ve Suud aracılığıyla diasporada bir muhalefet üretildi. Suriye Ulusal Konseyi, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu, Suriye Geçici Hükümeti vs. Hepsi bu ülkelerde kuruldu ve muhaliflerin temsilcisi imiş gibi uluslararası taraflara sunuldu. Bunlar içeride etki oluşturamadılar. Hatta içerideki muhalifler diasporadakilere “Amerikan rahminde yetişmiş otel devrimcileri” gözüyle bakıyorlardı. Bunu meydanlardaki sloganlara bakarsanız görürsünüz. Neticede bizatihi içeriyi manipüle etmek gerektiği anlaşıldı. Bunun için başta eğit-donat gibi projelerle gruplar birtakım programlara dahil oldular. Bu gruplar yavaş yavaş isimlerini, flamalarını, söylemlerini değiştirmeye başladılar. Komşu ülkelerde ofisler açtılar. Ve büyüleyici bir izzet, ikram ve ihtişamla sarhoş oldular. Sonunda adım adım Amerika’nın istediği siyasi sürece eklemlendiler. Bütün bunların olabilmesi için önce onlara kucak açmak gerekiyordu. Sonuçta Amerika kimisine havuç kimisine sopa rolü verdi.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince; Türkiye muhaliflere kucak açarak fakat onları Amerika’nın siyasi çözüm için oluşturduğu Astana ve Soçi süreçlerine taşıyınca birinci perdedeki rolü tamamlandı. Artık ikinci perdeyi görüyoruz. O da Rusya ve İran’la birlikte Esed’in meşruiyetinin sağlanması, gelecek için ortak anayasa komisyonunun çalışmalarının yürütülmesi vs.
DAEŞ, Suriye’deki süreci ters-yüz eden bir faktör oldu. DAEŞ’in gerek Irak’ta ortaya çıkışı ve faaliyetleri, gerekse Suriye sürecine zalim Esed rejimi ve PKK-PYD gibi aktörleri meşrulaştıran bir unsur olarak dahil oluşu tamamen küresel bir mühendislik olarak mı görülmeli? Şimdiki ABD Başkanı bu konuda selefi Obama’yı “DAEŞ’in kurucusu” olarak bile itham etti…
Evet, tamamen öyledir. Amerika, Esed’e rahmet okutacak bir terminatör üretmek istedi. Bu, hem kuklası Esed hakkında dünya kamuoyundaki algıları değiştirecek şekilde dikkatleri başka yere odaklamak hem de Suriye meselesinde çatışmanın seyrini rejimden grupların kendi arasındaki çatışmaya dönüştürmek içindi. DAEŞ’in ortaya çıkmasıyla birlikte mesele devrilmesi gereken rejim meselesinden, baş edilmesi gereken bir terör meselesine evrildi. Kolayca tekfir edip insanların kanlarını helal gören bir yapıyı saldığınızda diğerlerine saldıracaktır. Böylece Amerika, muhalifleri DAEŞ ile oyalarken bir taraftan da “teröre” karşı koalisyon oluşturarak 60 devleti Suriye konusunda kendi politikasının peşine takmış oldu. O zamanlar “Demir Mıknatıs Doktrini” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Tabii ki burada uzun uzun tüm detaylara giremiyoruz. Hatırlayalım bu örgüt Musul’a girip hilafeti ilanında bulunmuştu. Musul neresi? Irak’ın Bağdat’tan sonra ikinci büyük kenti. Irak neresi? Hali hazırda Amerikan işgali ve İran’ın nüfuzu altında. Ve Musul’da 130 bin ırak askeri bulunuyordu. Ve bir tek kurşun sıkmadan, hem de tüm silahlarını bırakarak çatışmadan elleri ile bu şehri DAEŞ’e teslim ettiler. Bu askerlerin bıraktığı silahların Irak Ordusunun envanterindeki silahların 1/3’ünü oluşturduğu söyleniyor. Böylece DAEŞ bir anda dünyanın en büyük örgütü oluverdi. Bunu kim yaptı, Irak ve İran aracılığıyla Amerika. Evet, tekrar hatırlatmakta fayda var, devletlerin dış politikadaki başarısı hedeflerini gizleyebildikleri kadardır. En başarılı politikalar hiç kimsenin ummadığı müttefiklerle birlikte yürütülür. Bakın İran, Esed ve koro şefi Amerika’nın söylemlerine, DAEŞ Suriye’de var edildikten sonra mesele devlet teröründen kanlı bir örgütün terörüne döndü. Bu retorik üzerinde Amerika mıknatıs gibi 60 devleti kendi liderliğine çekti. Tabii ki muhalifleri de. Gruplar panik içinde Amerika’nın siyasi çözümüne daha bir hızla kanalize oldular. Keza dünyada Suriye devrimi hakkında “kardeş kardeşi katlediyor” ezberini dolaşıma sokmuş oldu. Sokakta kavga eden iki kardeşten hangisinin haklı olduğuna kimse bakmaz. Kardeş kavgasının kendisi irrite edici bir şeydir. Psikolojik olarak algıları altüst etti. Amerika bir taşla bin kuş vurdu.
ABD’nin Irak’ta Barzani grubundan sonra Suriye’de uzun süredir kara kuvvetleri olarak tepe tepe kullandığı PKK-YPG’yi bir çırpıda ortada bırakması tarihin tekerrürü değil mi?
Evet, Amerika pragmatist devlet, kullanıyor, sonra tarihi geçince çöpe atıyor. Suriye’de ayaklanma başladığında Suriye ordusundan asker, subay hatta general düzeyinde kopmalar oldu. Bu insanlar rejimin sistematik saldırıları karşısında halkı korumak için devrim saflarına katıldılar. Böylece zayıflayan ve ayaklanmayı bastırmakta aciz kalan Esed rejiminin yardımına ABD yetişti. Amerika Lübnan Hizbullah’ından Irak Haşdi Şa’bi örgütüne, İran devrim muhafızlarından Afganistan ve Yemen’den getirilen Şii milislere ve muhalifleri birbiri ile savaşarak oyalanacakları tekfirci gruplara kadar bölgede ne kadar paramiliter grup varsa hepsini sahaya sürdü. Suriye topraklarının geneline yayılmış ayaklanmayla baş etmekte aciz kalan Esed rejimi, Kürtlere özerklik vererek diğer bölgelere ağırlık verdi. Bununla iki şeyi amaçlıyordu. Birincisi o güne kadar insanca yaşama hakkı tanımadığı, kimlik dahi vermediği Kürtlerin devrim saflarına katılmalarını önlemek. Kürt halkını manipüle etmeleri için Marksist, Sosyalist gruplara bu bölgelerde özerklik verdi. İkincisi: Büyük ölçüde araziye hakim olan İslami grupları dengelemek: Birincisi, bunu PYD/YPG örgütlerini bölge ülkelerinin ve uluslararası tarafların muhatapları oldukları diplomatik bir sarmalın içine sokarak yaptı. PYD lideri Salih Müslim’in Ankara’da üst düzey protokolle ağırlandığı dönemleri hatırlayın. Kuzey Suriye’de hiçbir nüfuza sahip olmayan bu örgütler bir anda koca koca devletlerin muhatapları ve uluslararası arenada taraf konumuna yükseltilerek itibar kazandırıldı. İkincisi, Amerika Suriye’nin genelinde yaptığı gibi özelde Kuzey Suriye’ye komşu ülkelerden transfer edebileceği PKK, Peşmerge vb ne kadar paramiliter grup varsa hepsini transfer etti. Peşmerge’nin Türkiye topraklarından geçerek Kobani’ye geçişi bu minvaldeydi. Üçüncüsü, Amerika 60 bin tırlık silahla destekleyerek PYD/YPG’den bir ordu kurdu. Neredeyse her bir YPG militanına bir tır silah düşecek ölçüde ağır silahlar verdi.
Amerika’nın araziye büyük ölçüde hakim İslami grupları dengelemek, stratejik olarak onları başkent Şam’dan uzak tutarak kıyı-köşede oyalanmalarını sağlamak ve böylece Esed rejiminin devrilmesini engellemek için sahaya sürdüğü bu güçlere, gelinen noktada (muhaliflerin Cenevre, Astana ve Soçi süreçlerinde Amerika’nın diplomasi koridoruna sokulması, birbirlerine düşürülmeleri, çatışmasızlık ve ateşkes anlaşmaları ile cephelerin dondurulması ve nihayetinde Esed rejimiyle anayasa komisyonunda toplayıp rejimin bekasını güvence altına aldıktan sonra) ihtiyaç kalmamıştır. Bu sebeple kartların yeniden karılıp herkesin başlangıçtaki pozisyonuna dönmesi gerekir. Bunun için PYD/YPG’ye bırakılan bölgenin tekrar rejime teslimi gerekiyordu. Artık evli evine köylü köyüne… Dışardan sahaya sokulan tüm paramiliter güçlerin evine, içeride birbirinin aleyhine konumlandırılan güçlerin tümünün de rejimin kanatları altına toplanma zamanı geldi…
Türkiye ve ABD arasındaki son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Barış Pınarı Harekâtı ve sonrasında ABD ve Rusya’yla yapılan anlaşmaların doğuracağı muhtemel sonuçlar neler olabilir?
Barış Pınarı Harekatı tam da bu aşamada gündeme geldi. Her ne kadar zahirde ABD ve Rusya Barış Pınarı Harekatına karşı gibi görünseler de AB ülkelerinin Türkiye’nin kınanması için BMGK’da verdikleri teklifin her iki ülke tarafından veto edilmesi harekatı desteklediklerini gösterir. Onun dışındaki tepkiler her ülkenin iç kamuoyuna yönelik popülizmden başka bir anlam ifade etmez.
Harekatın sonuçlarına gelince… En önemlisi PYD’nin tekrar Suriye ordu hiyerarşisi içine döndürülmesidir. Zaten PYD Lideri Salih Müslim “Suriye ordusunun Rojava’ya dönüşüne izin vereceğiz. Bu durumda YPG de ordunun bir parçası olacak” dedi. Diğer önemli bir sonucu da bununla ilintili olarak Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve bu bütünlük içinde Esed’in egemenliğinin sağlanması ve meşruiyetinin kabul edilmesidir. Nitekim bu harekat sonrasında Esed, Münbiç ve Ayn el Arab’ı (Kobani’yi) kontrolü altına almıştır.
Bakın Soçi Mutabakatı sonrasında şimdi bir harita dolaşıyor. Türkiye’nin kontrolünde Irak sınırına bir güvenli bölge kurulacağı söyleniyordu. Bu haritaya göre böyle bir şey yok. Türkiye sadece Barış Pınarı harekatı sırasında elde ettiği 120 km’lik sınırda bulunuyor. Irak’a kadar sınır hattı boyunca geri kalan bütün bölgede Esed güçleri bulunuyor. Hatta burada Esed’in PYD’den devraldığı güvenlik noktalarına işaret ediliyor.
Türkiye’nin işgalci Rusya ve İran’la başlattığı Astana sürecinin acı ve zehirli bir meyvesi olarak Halep’in Esed rejiminin eline düşmesine tanıklık ettik. İdlib’in de işgal güçleri ve himayelerindeki dikta rejiminin hedefinde olduğunu biliyoruz. İdlib’le ilgili öngörünüz nedir?
Evet, muhaliflerin elinde sadece İdlip kaldı. Diğer bölgeler tek tek rejimin eline geçti. Özellikle PYD’nin Suriye ordusuna dahil edilmesi ile birlikte Amerika’nın verdiği 60 bin tır silah da Suriye ordusu envanterine geçirilecek. Böylece Amerika “Direniş Hattı”nı desteklemiş olacak! Sonrasında bütün güçleri ile İdlib’e yoğunlaşacaklar. Esed, bu günlerde İdlib kırsalından görüntüler veriyor. Tabii ki şimdiden bir saldırı olacağını söylemek mümkün değil. Belki de anlaşılmıştır. Muhaliflerde de bir sessizlik var. Güvenli bölgeye 1, 2 milyon insanın yerleştirileceğinden söz ediliyor. Bu kadar insan nereden gelecek? İdlib’ten mi? göreceğiz.
İslam coğrafyası batı ve doğu emperyalizminin ağır saldırıları, kuşatma ve işgalleri altında kan ağlamakta ve emperyalizm, bölgedeki laik-dikta ve laik-demokratik rejimler üzerinde fiili ve sosyo-kültürel işgallerini kalıcı hale getirirken, oryantalist söyleme teslim olmuş bazı kişi ve çevrelerin “İslam’ın devlet gibi bir hedefi yoktur” gibi yaklaşımlarla mevcut zillet halini, durumu meşrulaştırma ve kalıcılaştırma misyonunu üstlenmesini nasıl yorumlamalı?
Bütün bu röportaj boyunca konuştuğumuz yürek yakıcı hadiseler vicdan sahibi her insan için Müslümanları ve beldelerini koruyucu bir devletin, bir kalkanın zorunluluğunu hissettirmiyor mu? Neden İslam coğrafyası, emperyalist devletlerin çıkar çatışmalarını, sömürme uğruna kanlı savaşlarını kolaylıkla sahneleyebildikleri bir saha haline geldi? Bu nasıl oluyor? Çünkü bu kirli ve kanlı oyunlarını oynamalarına izin vermeyecek, koruyucu bir devlet yok. Müslümanların en şeni katliamlar sonrasında çaresizce duaya sığınmaları dahi böyle bir çaresizliği ortaya koyuyor. Evet, bu oryantalist söyleme teslim olmuş kişiler, normal işlerinde Müslümanların sadece duaya yeltenmeleri konusunda akıllarını harekete geçirerek “fiili dua, fiili dua” diyorlar. Ama kendileri şu mezalimler karşısında dua ediyorlar, en iyi söz ustaları, Allah için, bunun duası bir İslam devletinizin olmasıdır, demiyorlar. Düşünün bu insanlardan birinin bacasını alev sardığında 110’u, evine hırsız girdiğinde 155’i, herhangi bir yakınına tıbbi müdahale gerektiğinde 112’yi aramıyor mu, arıyor. Yani devlet kapısına gidiyor. Müslümanların kanları oluk oluk akıtılırken, servetleri yağmalanırken, iffetleri kirletilirken, arşı titreten imdat çığlıklarını ulaştırabilecekleri bir devlet, bir acil hat yok. Şu pespaye mantığa bakın, şu mezalimi yaşarken bile koruyucu kalkanın gerekli olmadığını şehvetle savunabiliyorlar. Dünyada bugün 2 milyara yakın ümmet kendi coğrafyasında sürgünde yaşatılıyor. Kendi coğrafyasında, fakat yabancı hukuk ve siyasi vesayet altında… Bundan daha aşağılayıcı bir sürgün olabilir mi? Bunlar bu ümmetin aydını, alimi olamazlar. Ümmetle bağını kopartmış, hislerini kaybettiği için ümmetinin acılarını anlamıyorlar. Bakın, Gazali, Ebû Bekir el-Esam dışında İslam mezhepleri içerisinden hilafetin farz yani devletin zorunlu olmadığını söyleyen bir tek kişinin dahi çıkmadığını söylüyor. Cürcani Hilafet hakkında “dinin maksatlarının en mühim olanıdır. Zira beş temel maksadı temin edecek olan ahkâm ancak onun sayesinde uygulanabilir” diyor.
İktibas Dergisi