Şükrü Hüseyinoğlu ile Müslümanların savrulmaları üzerine

Eserlerini ve konferanslarını severek takip ettiğim gazeteci yazar Şükrü Hüseyinoğlu Bey ile Burhan Dergisi okurları için değişen dünyada Müslümanca duruş üzerine bir mülakat gerçekleştirdik. Bu mülakatta yeni anayasa sürecinden, tağutu inkâr söylemine, libarel söylemden ılımlı İslam tehlikesine kadar birçok konu üzerinde duruldu.

Yeni anayasa sürecinde, İslami kesim Müslümanca taleplerin yerine seküler ve demokratik talepleri mi dile getiriyor?

İslami kesim tarafından sıkça dillendirilen taleplere baktığımız zaman, deniliyor ki ideolojiden arındırılmış bir anayasa olsun, demokratik bir anayasa olsun vs. Bunlar demokrat bir anayasa talepleridir. “Müslümanın vizyonu bu mu yani?” diye sormadan edemiyoruz. Anayasa gibi hükümranlık alanına ait bir konuda tutuyorsun liberal bir şekilde düşünüyorsun. Konjonktürel bir takım beklentilerle bu konuya yaklaşıyorsun. İslami anayasa, İslami toplum, İslami siyaset gibi kendi ana talebinden vazgeçiyorsun, liberal demokratik söylemi dillendirmeye başlıyorsun.

Bizi bir şekilde liberal ve demokrat çizgiye mi getirdiler?

Özellikle 28 Şubat sürecinden sonra böyle bir yanılgıya düşüldü. 28 Şubat sürecinde bazı kardeşlerimiz başörtüsü eylemlerinde “demokrasi istiyoruz” falan diye pankart açıyorlardı. Liberal yazar Gülay Göktürk dedi ki: “Bırakın bu kızlar demokrasi desinler, bunu teşvik edelim, çünkü demokrasi, nötr bir kavram değildir, o kızların zihnini değiştirecektir.” Aynen onun dediği gibi oldu. Demokrasi de liberalizm de bir dünya görüşü, bir ideolojidir. Demokrasinin kendince bir önermesi ve bir felsefesi vardır. Müslümanlar bu tür kavramlara sığınarak kendilerine alan açma gibi bir yanlışa düşüyorlar. Oysa asıl Müslümanların zihninde bâtıl anlayışlara alan açılış oluyor. Sivil anayasa olmalı, demokratik anayasa olmalı falan diyorlar. İslami anayasadan söz eden neredeyse kimse kalmadı. Çeşitli İslami vakıf ve dernekler bununla ilgili talep formları dağıtıyorlar üyelerine. Oysa Müslüman her şartta her ortamda İslam’a uygun bir anayasayı talep etmelidir.

Demokrasi bir ara dönem olarak görülebilir mi?

Evet, bazıları İslam’a giden yol için demokratikleşmeyi bir yol olarak görüyor. Bir ara merhale olarak İslam dışı bir süreci, anlayışı, ideolojiyi talep ediyor. Fakat bu doğru bir yaklaşım değildir. “Biz bu tür talepleri geçici olarak, Müslümanlara alan açması için dillendiriyoruz. Bizim hala hedefimiz İslami bir düzen ama bu geçiş sürecinde böyle liberal bir anayasa olmalı” diyorlar. Şunu iyi bilmeliyiz ki ideolojik kavramlar, ideolojik düşünüş biçimleri, ideolojik paradigmalar hiçbir şekilde nötr değildir. Sen onları kendi amacın için kullanmak amacı ile bile diline pelesenk etmeye başladığından itibaren onlar senin zihnine yerleşmeye başlıyor. Müslümanca düşünmenin giderek zayıfladığı bir süreci yaşıyoruz. Giderek Müslümanların mevcut iktidar üzerinden düşününüyor, hesaplarını hep ona göre yaptıkları bir süreç…

Böyle bir ara dönem söyleminin İslam’da bir dayanağı veya referansı olabilir mi?

Hz. Peygamber çok büyük sıkıntılara maruz kalmıştı, ambargoya maruz bırakılmıştı, tam olarak açlığa ve ölüme mahkûm edilmişti. O dönemde bile Önderimiz aleyhisselam onlara; “Ben belli bir süre sizin putlarınızla uğraşmayacağım, kendi ibadetimle uğraşacağım” dememişti. Pekâlâ, böyle diyebilir ve “bir arada yaşama kültürü”, “tahammül” gibi birtakım kavramları kullanarak bu boykotları üzerinden atabilirdi. İslam dışı bir ara dönemi asla düşünmedi. Kimi Müslümanın ilk başta araçsal olarak düşündüğü demokratikleşme ve liberalleşme gibi kavramlar, diline ve zihnine girdi. Ve sonrasında bunlar araç olmaktan da çıkıp bir hedef haline geldi. Neticede biz buradan şunu anlıyoruz: İslami çizgide sebat etmek zordur. Müslümanların önü açılsın, buna biz de seviniriz ama biz Müslümanlara alan açılsın diye kendi fikri duruşumuzu bozamayız. Müslümanlara alan açılsın diye kendi hedeflerimizi terk edemeyiz. Nöbet yerlerimizi, durmamız gereken yeri terk edemeyiz. Müslümanca düşünmek işte böyle bir şeydir.

Türkiye’nin git gide daha dindarlaştığı söyleniyor, buna katılıyor musunuz?

Bugün tağutu reddetme söyleminden uzaklaştırılmış bir dindarlık yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Aslında artan dindarlık bu şekildeki bir dindarlıktır. Zulümle, emperyalizmle, İslam dışılıkla sorunu olmayan bir dindar modelidir inşa edilen… Oysa bütün peygamberlerin mücadelesine baktığımız zaman hepsinin tağutla mücadele ettiklerini görüyoruz. Peygamberler tabiri caizse çelik çomak oynamaya gelmediler. Peygamberlerin hepsi tağutla ciddi mücadelelere giriştiler. Hepsi otoriteler tarafından ciddi müdahalelere uğradılar. Peki, bugüne gelelim ve yaygınlaştırılmak istenilen dindarlık modeline bir bakalım. Namazını kıl, statükoyu destekle, etliye sütlüye karışma, ama sen iyi bir dindar olmaya devam et. Birileri bu tür dindarlığı teşvik dahi ediyor.

İçinde tağutu inkâr bilincinin olmadığı, cihadtan bahsetmeyen, Allah’ın hükümlerini hiçe sayan bir dindarlık modeli mi üretiliyor?

Evet, aslında tam da böyle bir dindarlık modelidir, üretilmeye çalışılan. Bu gibi kavramları kullananlara neredeyse terörist gözüyle bakılmaya başlanıldı. Kimi yerlerde de bu kavramların Kur’an’î içeriğini boşaltarak onları yeni biçimlere soktular. Mesela tağutu darbecilere indirgeyenler oldu. Cihad kavramını da bir şekilde sulandırdılar. Bugün kimi gazete ve dergilerde “tağut” kelimesine rastlamayışınızın sebebi Müslümanların kavramlarını yitirmeleridir. Yıllar önce yazdığım; “Unutulan dil tevhidce” başlıklı bir yazımda bunu anlatmıştım. Orada kendi kavramlarımızın kullanılmadığını ve Müslümanların seküler kavramlarla konuşmaya başladığını yazmıştım.

Neticede Müslümanlar ılımlı hale getirilmeye çalışılıyor diyebilir miyiz?

Bugün bu sürece çeşitli adlar veriliyor. Ama neticede Müslümanların ılımlı hale getirilmeye çalışıldığı kesin. Böyle bir şey yokmuş gibi de davranamayız. Dolayısıyla ılımlı bir İslam modeli sunuluyor bize. Allah’tan başka rablik ve ilahlık taslayanları reddetmeyen böyle bir dindarlık modeli, Allah Rasulü’nün bize göstermiş olduğu model değildir. Müslümanların bugün kaybetmek üzere oldukları perspektif de budur. Asr-ı saadete dönelim ve Hz. Peygamber’in bize sunduğu modeli hatırlayalım. Hz. Peygamber de bazı ılımlı İslam teklifleriyle karşılaşmıştı. Ona; “Bizim putlarımıza karışma ama kendi dinini istediğin gibi yaşa” demişlerdi. Aslında çok demokratik bir teklifti bu. Çok kültürlülük falan gibi günümüzün modern anlayışları ile de örtüşüyordu. Ama O; “Ben davamdan vazgeçmem” dedi. Biliyorsunuz onun Allah’a ibadet etmesine kimse karışmamıştı. Ama o; “Ben namazımı kılayım, ibadetimi yapayım ama batıl yerinde dursun. Benim batılla ne işim var” dememişti. O biliyor ve bize öğretiyordu ki Yüce Allah’ın sınırlarını tanımayan her otorite zalimdir. Furkan Suresi’nde en büyük zulmün şirk olduğu bildiriliyor. Allah’ın ölçülerini tanımayan ve bu ölçüleri kendine ölçü edinmeyen düzenler şirk düzenidir. Şu durumda biz Müslümanlar da batılla çatışmayan bir din algısını benimseyemeyiz. Münkerle çatışmayan, batılı ortadan kaldırma gibi bir vizyonu olmayan bir mücadele İslami bir mücadele değildir. Batılla çatışmayan ve onunla sorunu olmayan bir dindarlığı İslam kabul etmez. İslam batılı ortadan kaldırmak ve hakkı hâkim kılmak istiyor. Dolayısıyla İslam’ın batılla bir sorunu vardır. Çünkü batılla uzlaşan ve onunla sorunu olmayan bir hak da gerçek manada hak değildir. İslam’da sırf ahlaki düzelmeye yönelik çabalar ön plana çıkarılamaz. İslam ahlakıyla ve hükümleriyle bir bütündür. Bu bütünlüğü ortadan kaldırmayı planlayan ılımlı İslam söylemini dayanaksız bırakan söylem ise tağutu inkâr söylemdir. Zulme ve tağuta karşı olmak temel söylemlerimizden biridir.

Seksenli ve doksanlı yıllarda tağut konusunda Müslümanlar sanki daha mı şuurluydu? 

Biliyorsunuz o yılarda bazı tercüme eserlerin yaygın olarak okunduğu yıllardı. Tağuta karşı mücadele bilinci konusunda da bu kitapların faydası oldu. Fakat seksenli ve doksanlı yıllara dair şu meseleye dikkatinizi çekmek istiyorum: Bu dönemde kitap okuma meselesi vardı. Müslümanlar ciddi bir kitap okuma yoğunluğu içindeydi. Bizler de kitap okuyarak büyüdük. Bugünün Müslümanlarının da kitaba yönelmeleri gerekiyor. Dinini, imanını öğretecek, bilinçlendirecek, kitaplar okumaları gerekiyor. Dolayısıyla gençlerimizin yeniden kitap kurdu olma zamanı geldi. Bunu ben çok önemli görüyorum. Âcizane benim bu konuda bilinçlenmem de kitap okuma yoluyla oldu. Dindar bir aileden gelmeme rağmen İslami bir şuur ve bilinç üzere değildim. Ta ki lise ikide okurken sınıfımda bulunan bir arkadaşım tarafından İslami bir sohbete davet edilene kadar. Bir camide üniversiteli ağabeyler öğleden sonraları ders veriyorlardı. Orada kitap okumaya alıştım.

O yıllarda ”dava bilinci” denilen olgudan da daha fazla söz ediliyordu öyle değil mi?

Seksenli ve doksanlı yıllarda Müslümanlarda liselere ve ortaokullara yönelik ders halkaları oluşturma çabaları vardı. Bu halkalarda da gençlere bir dava bilinci kazandırılmaya çalışılırdı. Bu yönde çok ciddi bir çaba vardı. Daha fazla preslendiğimiz bir dönem olduğu için, gençlere İslam davasını anlatacak ve yükseltecek kişiler olarak bakılırdı. Onlara enerjilerini İslam davasına harcamaları tavsiye edilirdi. Fakat bu bakış açısı zamanla değişti. Hâlâ onları böyle gören ve aynı anlayışı devam ettiren Müslümanlar var ancak gençlere farklı gözle bakanlar da var. Mesela, bugün gençleri daveti yüklenecek şahsiyetler olarak görmek yerine, onları bir güç, cemaat veya partileriçin bir bir araç olarak görenler var. Gençlerde bir İslami şahsiyet oluşturmaktan ziyade onları bir araç olarak görme eğilimi söz konusu. Dershanesine, okuluna yahut partisine güç katmak için onları bir araç olarak gören bir anlayış söz konusu… Yüce Allah’ın yarattığı saygın birer şahsiyet olan gençler bu tür yaklaşımlarla değerlendirilmemeli, onlar Allah’ın dini ile samimi bir şekilde tanıştırılmalıdır. Bilhassa vakıf ve dernek çalışmalarında bu düstur çok önemlidir.

Bugün gençlik üzerindeki en ciddi tehlike hangisidir?

Gençliğin karşısındaki en büyük tehlike varlık gayesini sorgulamamaları, niçin var oldukları sorusunu sormamaları, bu sorudan giderek uzaklaşmalarıdır. Çünkü bu soru insanı hakikati arayışa götürür ve Allah’ın izni ile Allah’ın mesajı ile tanıştırır. Bu soruyu sormamaları için bir sürü meşgale üretilmiş. Rabbimiz kitabında Kur’an okuduğun zaman gürültü yapan bir zümreden bahseder. Onlar Kur’an’ın mesajı duyulmasın diye gürültü yapmaktadır. Şimdi bugün de gençler İslam’ın mesajı ile tanışmasın, “ben niçin varım” diye kendi kendilerine sormasınlar diye adeta modern gürültüler oluşturuyorlar. Bu gürültüler sofistike gürültülerdir. Milyonlarca bilgisayar oyunu üretiliyor, gençleri esir alan internet oyunları mesela. Sosyal medya denilen ama insanları asosyalleştiren bir takım medya araçları. Bir takım kumar oyunları, televizyon dizileri, futbol… Bugünün en büyük gürültüleri bunlar. Bugün televizyonu ile, okulu ile, sokağı ile gençler batılı yaşayış biçiminin propagandasına maruz kalıyorlar. Dolayısıyla batılı paradigmanın sesini çok çıkması bir ifsada yol açıyor. Böyle bir düzlemde gençlik de bu ifsattan etkileniyor. Bizim mücadelemiz insanların bu ifsattan kurtarılıp dinin güzelliği ile tanıştırılmasıdır.

Bu ortamda savrulmamaları için Müslüman gençlere ne tavsiye ediyorsunuz?

Rabbimizin bize Kur’an’ı göndererek ve Hz. Peygamber aleyhisselamın da bize bizzat yaşayarak öğrettiği İslam, bizlerden İman etmemizi ve bu iman üzere yaşamamızı isterken aynı zamanda bu imanı ilim üzere temellendirmemizi istiyor. Allah’ın dinine iman eden ve bu din uğrunda çaba göstermek isteyen kardeşlerimiz öncelikle iman ettiği dini öğrenmek zorunda. O dinin kitabını ve Hz. Peygamber’in sünnetini öğrenmek zorunda. Bu temel şarttır… Çünkü insan bilmediği şeyin şuurunda olmaz. Bilgi olmadan şuur gelişmez. Hem doğru davranış biçimi oluşmaz, hem de davetçi kişiliği oluşmaz. İnsan bilmediği şeyin nasıl davetçisi olacaktır? Davet dedik çünkü davet bütün Müslümanların her çağdaki sorumluluğudur. İmanla İslam’la tanışmış insan bu güzelliğin zekâtını ödemesi gerekir ki bu zekât da davettir. O yönden bir kimse İslam saadetine ulaşmışsa, kendi yakın arkadaşlarına da bunu taşıyabilmelidir. Davette asl olan yaşayarak insanlara örneklik etmektir. Tıpkı Allah Rasulü ve muvahhit öncüler gibi… Hayatımızla, dinimize insanları hayran bırakmaktır. Onlara sözlü bir davette bulunmasak bile bizim duruşumuzdan etkilenerek inancımıza yaklaşabilmeliler. Endonezya ve Malezya’nın Müslüman olma süreci hep anlatılır. Hiçbir davet yapmadan oradakiler Müslüman tüccarların yaşantılarını gözlemleyerek Müslüman olmuştur. Onun için yaşantımıza çok dikkat edeceğiz.

Söyleşi: Aydın Başar / Burhan Dergisi