Sıradan Bir Filistin Hikâyesi

Kenize Murad’ın 2004 tarihli ‘Toprağımızın Kokusu’ isimli kitabından yine o yıllarda yaşanan gerçek bir Filistin hikâyesi... Kötülüğün siyonist kafalarda on yıllardan bu yana ne kadar içselleştirilmiş bir şey olduğunu gösteriyor. Kitapta bunun gibi nice kahırlı hikâye var.

Kenize Murad’ın 2004 tarihli ‘Toprağımızın Kokusu’ isimli kitabından yine o yıllarda yaşanan gerçek bir Filistin hikâyesi… Kötülüğün siyonist kafalarda on yıllardan bu yana ne kadar içselleştirilmiş bir şey olduğunu gösteriyor. Kitapta bunun gibi nice kahırlı hikâye var.

“Ramallah’ın istila edildiği gündü; 28 Mart. Öğleden sonra saat ikide askerler kapımıza geldi. Burada beş arkadaş yaşıyorduk. Bizi dışarı çıkarttılar ve daireyi köşe bucak aradılar. Aynı şeyi apartmandaki bütün dairelere yaptılar. Her yeri aradıktan sonra, ellerimizi arkadan bağlayıp kafamıza bir kukuleta geçirdiler ve bizi zırhlı bir araca bindirip götürdüler. Ben çok korkmuştum; bir yerde durup hepimizi öldüreceklerini düşünüyordum. Sonunda, bize Ofer askeri kampı olduğunu söyledikleri bir yere vardık. Bizi indirip başımızdaki kukuletaları çıkardılar ve kendimizi birden sivil İsraillilerin karşısında bulduk. Her yaştan erkeklerin oluşturduğu çok kalabalık bir gruptuk.

Başımdaki kukuletayı çıkartır çıkartmaz, İsraillilerden biri bana sordu: “Hamas’tan mısın?” “Hayır” dedim “ben sanatçıyım.” “Sanatçı mı?’ diye sordu, ama başka bir israilli: “Onu bana bırak. Ben onunla meşgul olurum” diye araya girdi. Ve beni bir odaya çıkarttı, orada sorgu başladı. “Adın ne? Aile fertlerinin adları ne?” Rutin sorular. Sonra israilli ayrıntılara girmeye başladı: “Kız kardeşinin çocuklarının adı ne?” Ailemi görmeyeli uzun zaman oluyordu, yeğenlerimin adlarını artık hatırlamıyordum. İsrailli bana, “Ben sana söyleyeyim” deyip hepsinin adını tek tek saydı. Her şeyi biliyordu! Sonra bana, “Gazze’den sekiz yıl önce ayrıldın. Bu sekiz yıl boyunca ne yaptığını anlatmanı istiyorum” dedi. Okuduğumu, orada burada çalıştığımı… yani hatırladığım her şeyi anlattım. Saklayacak hiçbir şeyim yoktu. Sorgudan sonra, beni etrafı dikenli tellerle çevrili çadırların bulunduğu bir yere götürdüler. Burası hapis bölgesiydi. İnsanlık dışı koşullar içinde, her çadırda yaklaşık elli mahkûm kalıyorduk. Çok az yiyecek veriyorlardı, azıcık mayasız ekmekle birazcık yoğurt. Açtık, kendimizi pis hissediyorduk, yıkanmak için sadece birazcık soğuk su vardı, sabun bile yoktu, tuvaletler iğrençti.

Orada kırk üç gün kaldım, dört kez sorguya alındım. İşkence görmedim, ama dayak yedim. Bütün mahkûmları dövdüler. Bir yerden başka bir yere aktarılırken dayak yiyorduk; ne zaman askerlerle konuşsak, dayak yiyorduk. Sistemli bir biçimde.

Sonunda beni askeri mahkemeye çıkardılar. Yargıç bana, “Sen hiçbir şey yapmamışsın, ne Hamas’la, ne de Cihad’la bir ilgin var. Gerçeği söylemişsin. Serbestsin” dedi. Ama başsavcı itiraz etti: “Onu gönderemeyiz, onunla ilgili gizli bir dosya var” dedi. Yargıç: “Bana bu dosyayı kırk sekiz saat içinde getirin. Aksi halde serbest bırakılacak” dedi. Beni tekrar kampa götürdüler.

Aynı gün öğleden sonra, beni istihbarat subayının önüne çıkardılar. Adam masrafları onlardan olmak üzere, beni bir aylığına turist olarak Tel-Aviv’e göndermeyi ve İsrailli sanatçılarla tanıştırmayı teklif etti, ama kuşkusuz bir koşulu vardı: Ona işgale karşı direnen ve aşırı fikirleri olan Filistinli sanatçılar ve aydınlar hakkında bilgi vermemi istiyordu. Tabii ki reddettim. O zaman istihbarat subayı bana “Resim yaparken hangi elini kullanıyorsun?” diye sordu. Bu soruda kötü bir şeyler sezdim. Ona sol elimle resim yaptığımı söyledim. “Çok güzel, öyleyse benim bir portremi yap” dedi. Allahtan zamanında iki elimle de resim yapmaya çalışmıştım. İyi kötü bir portresini çizdim. Resim bitince, “Güzel olmuş, gidebilirsin” dedi. Ayağa kalkmak için ellerimi masaya koyduğumda, tüfeğinin dipçiğiyle sol bileğimi kırdı. Sonra beni, benim gibi serbest bırakılmış diğer adamlarla birlikte bir otobüse tıktılar. Bizi gecenin bir yarısı Ramallah barikatının yakınlarında bir yerde otobüsten attılar. Burası çok tehlikeliydi, çünkü sokağa çıkma yasağı vardı ve askerler hiç uyarmadan ateş açabilirdi. Barikatın etrafından dolanmaya hazırlandık, ben bileğimi sağ elimle tutuyordum, korkunç acı çekiyordum. Bir arkadaşın yardımıyla eve dönebildim. Hastaneye ancak ertesi gün gidebildim. Şimdi aşağı yukarı iyileşti, ama eski esnekliği yok tabii.”

Yeni Şafak / Gökhan Özcan