Şeriat Üzerine

Laik-demokratik kültürden tamamen türedi bir ‘şeriat’ kurmuş olan müstekbirler bu ‘şeriat’tan geri dönüşün asla söz konusu olmadığını söyleyerek, Allah’a ve O’na ait olan her şeye meydan okumaktadırlar. Ümmetin adı İslam, yaşadığı hayat liberal demokrat bir muhafazakarlıktır. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olduğu söylenen halkın akidesi İslam’a dayanmamaktadır, ahlakı İslam ahlakı değildir. İdeal insan tipi olarak toplumun kıble güzergahına heykeli dikilen kişiler tamamen seküler, hatta şeriata savaş açmış siyasi figürlerdir. Ümmet yok, toplum vardır ve toplumsal yapıda İslam sadece kültürel bir katkıdır.

Tanım

Kur’an doğrudan tabiatın içinden bir kelimeyi alarak Şeriat için isim yapmıştır. Lügat alimi İsmail b. Hammad el-Cevherî (ö.400), şeriatı “Allah’ın kulları için dinde şeriat yani sünnet kıldığı şeydir” diye tanımlamaktadır.[1] Şeriatla sünnet kelimelerinin yakın anlamda kullanıldığı bir hadis de bulunmaktadır.[2] Muhammed b. Ahmed el-Ezherî (ö.370) ‘şra’ maddesinde şu açıklamaları yapmaktadır: ‘eş-Şer’u’, apaçık olan yolu takip etmektir. Şir’a ve şer’ (eş-şer’u) kelimeleri dindeki ilahi yol için istiare edilmiş olup yol, yolun başlangıcı demektir. Allah’ın kullara emrettiği namaz, oruç, nikah, hac vs. şeriat olarak isimlendirilir.[3] Eş-Şâriu, bütün insan toplumunun (âmme) gelip gittiği, en büyük yoldur.[4] Mısırlı dil bilgini İbni Manzûr’un (ö.711/1311) verdiği bilgiler biraz daha detaylıdır: Arap dilinde şeriat, suya götüren yol demektir. İnsanlar su için gidip gele gele orayı iyice belirgin hale getirirler ve su içmesi gereken kişiyi suya ileten bir yol olur. İnsanlar o sudan içerler. Suya ulaştıran yolu (evcil) hayvanların belirgin hale getirdikleri, yol yaptıkları da olur. Hayvanlar da suya gelirler ve sudan içerler. Şu var ki Arap ancak, kesintisiz ve durmadan akan suya ‘şeriat’ der. ‘Şeriat’ isminin verilebilmesi için suyun kesintisiz akması gerekir. Bir de suyun açıkta, herkesin görüp bildiği bir akarsu olması gerekir. İp sarkıtarak, kuyudan kovayla çekilen suya Arap şeriat demez. Gökten yağan yağmurlardan birikmiş su, ancak yere yatarak (ağzını suya uzatarak) içilebilir. İnsanların sahip oldukları develer bu sudan içebilirler ama bu tarz içmek insana uygun değildir.[5] Râğıb el-İsfahânî de şunu eklemektedir: “Şeriat/Din yoluna girenler doya doya kanarlar ve pâk olurlar. Kanmaktan kastedilen, kimi hükemânın şu söyledikleridir: Su içerdim fakat kanmazdım, Yüce Allah’ı tanıdığımda ise su içmeden de kandım.”

Terim olarak şeriat “açık ve doğru kurallar, yerleşik davranış biçimi (âdet)”, “bir semavî dine dayanan hükümler bütünü”, “İslâmî değerler bütünü”, “bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyici din esaslı kurallar” veya “bu nitelikte kural koymak” diye tanımlanmıştır. “Şârî” şeriat/hüküm koyucu demektir. “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” ilkesi gereğince şârî yalnızca Allah’tır. Allah’ın mutlak “şeriat koyucu” olduğuna bütün Kur’an ve hatta Rasûlullah’ın sünneti şahittir. Mütercim Asım Efendi (ö.1819) şeriatı Osmanlı Türkçesiyle şu şekilde tanımlamaktadır: “Hak celle ve alâ hazretlerinin ibâdına vaz ve ta’yîn eylediği dîn ve âyîne denir, tâ ki ona sülûk eyleyeler.”[6]

Allah Dinden Şeriat Kılmıştır

Kur’an’da şeriat kelimesi, her biri ‘şra’ fiilinin farklı bir türevi ve ikisinde fiil, üçünde isim halinde olmak üzere sadece beş ayette zikredilmektedir. Şûrâ suresinin 13 ve 21. ayetlerinde şerea-şeraû, Maide, 48’de şir’a, Câsiye, 18’de şeriat, A’raf, 163’te şurra’an şeklinde geçmektedir. İlk dört ayette ‘şra’dan türemiş kelimeler “bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyici din esaslı kurallar” anlamını ifade etmektedir. Dar anlamda şeriat “ameli hükümler bütünü”, geniş anlamda şeriat ise “Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütünü” olarak tanımlanmıştır.[7]

Din-şeriat ilişkisi en kapsamlı şekilde Şûrâ suresinin 13. ayetinde açıklanmaktadır:

“Dini dimdik ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimizi Allah size şeriat (yasa/din) kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu din müşriklere ağır geldi. Ama Allah dilediğini kendine seçer ve Kendine yöneleni hidayete erdirir.” (Şûrâ, 13).

Allah Din’den Nuh’a tavsiye (emr)ettiğini, Muhammed (as)’a vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye (emr)etiğini biz Müslümanlar için de şeriat yapmıştır. Bu ayete göre Allah Din’den bir şeriat kılmış ve onu bütün nebilere göndermiştir. Kur’an’a baktığımızda Nuh (as) nebîlerin başı, Muhammed (as) da sonudur. Her ikisi arasında gelmiş bütün elçilere hep aynı Din’den şeriat gönderilmiştir. Musa (as) ehli kitaptan Yahudilerin, İsa da Hristiyanların nebisidir. İbrahim (as) ise Yahudilerin ve Hristiyanların kendilerini nispet ederek muharref geleneklerine, şirkle karıştırdıkları din anlayışlarına meşruiyet (şer’îlik) kazandırmak istedikleri bir Nebî’dir. Sadece Muhammed (as)’ın ve Kur’an’ın İbrahim’i sahiplenmesi doğrudur ve hakkın ta kendisidir. Böylece Allah, bütün nebî/rasûllerin dinlerinin birliğini, şeriat denilen hukuk sistemi ve ahkamda ise, Din’in özüne ait olmayan bazı farklılıklar olabileceğini ifade etmiş bulunmaktadır.  Bu farklılık da Kur’an’la son bulmuştur çünkü Kur’an son kitap, Muhammed (as) da son nebî/rasûldür. “Artık Din de Şeriat da Kur’an’dır” demek doğru bir ifadedir. Kur’an hem Yahudilik ve Hristiyanlığı hem de beşeriyete kurtuluş reçetesi gibi sunulan bütün düşünce ve öğretileri neshetmiş bulunmaktadır. Muhammed (as)’a Din’den bir şeriat yapılmıştır ve ona vahyedilen bu şeriat, Allah’ın Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye (emr)ettiklerinin aynısıdır.

Din tektir: Allah katında din tekdir, o da İslam’dır.[8] Bütün nebîlere hep aynı din gelmiş, aynı dini tebliğ etmişlerdir. O sebeple Allah’ın elçileri arasında herhangi bir ayrım yapmak abestir. Ayette din kelimesi harfi tarifli olarak ‘ed-Dîn’ şeklinde kullanılmıştır.

Burada dini nasıl tanımladığımız önemlidir. Mevdudî dini, “Bir kimseyi otorite kabul etmek suretiyle, onun yol göstericiliğine uymak ve böylece onun emirlerine tabi olmak” şeklinde tanımlamaktadır.[9] Her kim Allah’ı otorite kabul eder, sadece O’nun yol göstericiliğine uyar, O’nun emirlerine tabi olursa, o kişi Allah’ın dinini din edinmiş olur. Her kim de başka bir beşerin, bir liderin, önderin, devrimcinin vb. yol göstericiliğine tabi olur, onu otorite kabul ederse, onu ilah edinmiş, onun önerilerini de din edinmiş olur.

Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya şeriat kılınan, Muhammed ümmetine de şeriat kılınmıştır: Allah diyor ki, ey Muhammed, sana ve Nuh’a, asılda aynı olan, şeriatların muhtelif olmadığı tek bir dini emrettik. Tevhid akidesi, namaz, oruç, zekât, hac, Allah’a salih amellerle yakınlaşmak, doğruluk, ahde vefa, emaneti sahibine vermek, sıla-i rahim; küfrün, adam öldürmenin, zinanın, yaratılmışlara eziyet etmenin haram olması vd. İşte bunların tamamı o bir tek dine ve birlik halindeki millete ait şeriat (yasa)dır. Bunlar, sayıları ne kadar az ya da çok olursa olsun, nebîden nebîye değişmeyen hükümlerdir. İşte Allah’ın, “Din’i ikame edin ve onda ayrılığa düşmeyin emrinin anlamı budur.[10]

Dini ikame edin, onda ayrılığa düşmeyin: Ayetten (Şûrâ, 13) Muhammed (as)’a vahyedilen şeriatın özü ve özetinin bu olduğunu öğreniyoruz. Bu öz icabı Allah Din’de tefrikaya düşülmesini istememekte, bu sebeple uyarmaktadır. Zira din zaten tefrikayı bitirmek için vardır. Bizden istenen tefrika değil, dini hâkim kılmamızdır. Allah’ın bütün nebîlere gönderdiği tek din olan İslam’ı ikame etmek, öncelikle tevhid akidesini hâkim kılmak, sonra da İslam’ı amel, muamelat, hükümler ve ahlak olarak yaşam haline getirmektir. Dinin ikamesi en başta Allah’a, rasûllerine, kitaplara ve ceza gününe iman etmek, Allah’a ve Rasûlüne itaat etmekle olur. İslam’ı ikame etmek, yeryüzünde A’dan Z’ye bütün gereklilikleriyle İslam binasını kurmak, İslam’ın dışındaki düşünce sistemleriyle uzlaşmamak, bilakis onlarla mücadele etmekle olur. Dini ikame etmek süreklilik, kesintisiz olmak ve istikrar ister.[11] Ebu’l-Âlâ Mevdudî’nin (ö.1979) şu sözleri ‘isikrar’a dairdir: “Daha önce gelen Peygamberler nasıl yeni bir dini tebliğ etmemişlerse, Hz. Muhammed de (sa) önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri aynı dini şimdi sizlere tebliğ etmektedir.”[12]

Din/şeriat bilfiil uygulanmadan dinin ikame edildiğinden bahsedilemez. Din hükmedilen değil, hükmeden, mahkûm değil, hâkim olmuşsa, ikame edilmiş demektir. Bir toplum inançta İslam, yaşamda seküler ise, din fasıklığa ve münafıklığa alet edilmiş demektir. Halbuki hak gelmiş, bâtıl zail olmuştur. İslam gelmiş, İslam’ın dışındaki bütün ‘din’ ve düşünceler, felsefi görüşler bâtıl olmuş, geçerliliğini yitirmiştir. Müslümanlar olarak (ferdi planda) dine göre yaşamamız, başkalarına da dinin iyi olduğunu söylemekle yetinmemiz ‘dinin ikamesi’ değildir.[13] Dini ikame etmekten bahsetmek için toplumda modacıların, bankerlerin, dansözlerin değil, Allah’ın sözünün geçmesi gerekir.

Dini ikame etmek namaz kılmak değil, namazı toplumun yaşam tarzı haline getirmektir; oruç tutmak değil, orucu hak ettiği saygınlığına kavuşturmaktır; örtünmek değil, örtüyü toplumun en büyük değerlerinden biri yapmaktır; faiz yememek değil, faizi haram bilen, alın terinden başka gelirlere gözünü dikmeyen bir toplum ve yönetim oluşturmaktır; marufu işlemek, münkerden uzak durmak değil, marufun emredildiği, münkerin yasaklandığı bir ülke inşa etmektir. Kısacası İslam ne zaman toplumun ve devletin dini yapılırsa, din o gün ikame edilmiş olacaktır.

Bir toplumun din olarak İslam’ı seçtiği ve ondan razı olduğu, toplumun bütün değerlerinin İslam’a dayanmasından anlaşılır. İyinin ve kötünün, faydalının ve zararlının belirleyicisi İslam’dır. Hayatı helal ve haram, günah ve sevap gibi kategorilere ayırmak sadece İslam’a özgüdür. Din’in ikame edildiği bir toplumda hayat bu kavramlara göre şekillenir. Haram-helal, günah-sevap, farz, mubah, mendup, mekruh ölçülerine göre şekillenmiş bir toplum İslam toplumudur, darul İslam’dır. İslam toplumunda mesela İsrail ürünlerini boykot etmek gibi ‘arızî’ bir durum yaşanmaz. Çünkü Yahudilerin ürünlerini sadece İsrail Gazze’ye saldırınca boykot etmek saçmalıktır. İsrail’in Filistin’i işgali zaten Müslümanlara en büyük saldırıdır. İsrail kurulduğu günden beri Müslümanların darul harbidir. Ayrıca bir saldırısı bekleniyorsa, büyük oyunun tuzağına düşülmüş demektir. İsrail’le normalleşme yarışına giren sözde İslam ülkelerinin yöneticileri, çantalarında taşıdıkları İslam ümmetinin bütün izzet ve şerefini Siyonistlere peşkeş çekiyorlar demektir. Allah kafirleri, zalimleri, saldırgan İslam düşmanlarını veli edinmekten tüm müminleri mutlak surette menetmektedir. Müslümanların Müslümanlarla velayet, kafirlerle beraet ilişkileri vardır. (el-Velâ ve’l-berâ). İslam ümmetinin kimlerle hangi siyasi birlikleri kuracağı, hangi uluslararası pakta üye olup, hangisine olmayacağı, hangi devletle siyasi ilişkisinin ne düzeyde olacağının en temel belirleyicisi İslam’dır. İslam ülkesinin yeraltı ve yerüstü kaynakları İslam ümmetinin malıdır, kafirlere peşkeş çekilemez.

Müslümanlar olarak tarihte birebir örneği bulunmayan koşullarda yaşamaktayız. Toplumun şu veya bu şekilde İslam’la bir bağı olsa da siyasi sistem İslam’a kökten karşıdır. Eğer bazı tezahürlerini ‘İslam’ sanmak gibi bir cehalete düşmezsek, İslam’ın kamusal alandan mutlak surette tard edildiğini görürüz. Varlık sebebi bu ‘necip Millet’i yönetmek olan Devlet, İslam’a tam bir düşman muamelesi yapmaktadır. Yönetim tamamen veya kısmen dine dayandırılamamakta, dayandırılması teklif dahi edilememektedir. Bununla beraber devlet yönetiminin, İslam’ın siyasi taleplerinden bütünüyle vazgeçmiş, Allah’ın değil, toplumun ‘zinde güçlerini’ razı etmiş, kimlikleri de ‘muhafazakâr’ başlığıyla değişmiş kadrolara verilmesi halk kesiminde bir kafa karışıklığına sebebiyet vermektedir. Halbuki sorun çok basittir: Rejim kimsenin kendisini ele geçirmesine izin vermemekte, bilakis kendisi, onunla iş tutmaya yeltenen herkesi ele geçirmekte ve kendine benzetmektedir. Namaza kökten karşıt olarak kurgulanmış siyasal rejimi ‘namaz kılanların’ yönetmesi, din düşmanlığını din sanmamız içindir. Din insanlara hükmeder ama içinde yaşadığımız rejimde insanlar dine hükmetmektedirler. İslam insanın Allah’ın iradesine göre yaşama manzumesidir. İçinde yaşadığımız ülkede ise laik hayat tarzı -haşa- Allah’a da öğretilmek istenmektedir.[14] ‘Dindar’ kitlelerin boş vakitlerini abdest, namaz, teravih, bayram, kandil geceleri vb. etkinlikleriyle geçirmelerinde hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Ezan 17 sene susturulduktan sonra muhafazakâr bir iktidar döneminde yeniden serbest bırakılmışa da o artık eski ‘ezan’ olmaktan çok uzaktır. Ezanın Müslümanları namaza çağırdığını söylemek bir yanılsamadır. Olsa olsa ‘ezan’, bilinçleri dumura uğratılmış kitleleri, Allah’tan başka kişi ve kurumlara tapılmasını görmemeye, duymamaya ve anlamamaya çağırmaktadır denebilir. Kısacası insanlar Allah’a değil, Allah’ı hayata asla karıştırmayan bir kurulu düzene taptırılmaktadırlar.

Şeriat Müşriklere ‘Ağır Gelen’ Şeydir

Ayeti kerimede (Şûrâ, 13) “kendilerini çağırdığın şey müşriklere ağır geldi” buyrulmaktadır. Putların, putperestliğin ve şirkin tamamen reddedildiği tevhid akidesi doğal olarak müşriklere büyük/ağır gelecektir. ‘Büyük gelmekte’, yani müşrikin nefsi tevhidi gönül huzuru ile kabul edememekte, içine sindirememektedir.[15] Müşriklerin yanında Allah tek olarak anıldığı zaman canları sıkılacağını, içlerini sıkıntı basacağını (işme’ezze) Kur’an haber vermektedir.[16] ‘İşme’ezze’ fiili tiksinmek, nefret etmek, ürpermek, kasılıp büzülmek anlamlarına gelmektedir. Katâde kelimeye büyüklenmek, küfretmek ve nefret etmek anlamını vermiştir.[17] Ayşe Arman’ın röportaj yaptığı bir kadın yazar, “Türban beni irkiltiyor, göz sinirlerimi geriyor, ruhum kaldırmıyor, boğulma hissi geliyor. … bende ruhsal bir sıkışma yaratıyor.” demektedir ki,[18] söyledikleri tam olarak ‘işme’ezze’ sözcüğünün yaşanmış biçimidir. Allah tek olarak anıldığı zaman kafirin kalbi gam ve öfke ile dolmakta, yüzü duygularına tercüman olmaktadır. İstibşâr ise bunun tam zıddıdır. Kişinin kalbinin sevinçle dolması ve yüzüne etkisinin yayılması da istibşâr halidir.[19]

Deyim yerindeyse, kafirlerin kimyasını bozan, aşkın (müteal) bir Allah inancı değildir; onların kalbini sıkan, kin ve nefretlerini artıran, “bir tek Allah” inancının hayata karışması, hayatın bütünüyle Allah’a has kılınmasıdır. Dinin Allah’a has kılınması, hayatın Allah’a has kılınmasıyla eş anlamlıdır. Allah helal ve haram kavramlarıyla insan hayatına sınırlar getirmektedir. İnsan eylemleri ya meşru ya da gayrı meşrudur. Dünyada olup biten her şey ya haktır ya da batıldır. İnsanın hiçbir eylemi yoktur ki ya sevap ya da günah kapsamına girmesin. İnsanın rabbi, ilahı ya Allah’tır ya da herkes ve her şeydir. İnsanların içinden birilerinin sırf ‘gözü açık’, kurnaz ve nüfuz sahibi olması, onların diğer insanlara tanrılık taslamalarını haklılaştırmaz. Müşriklere ağır gelen, şirk ve küfür esasına göre düzenlenmiş toplumsal ve kamusal hayatın tümüyle reddedilmesidir. Allah -haşa- “Allah’a inandım de, dilediğini yap!” demiş olsaydı, o zaman müşriklerin içlerini sıkıntı basmazdı, hatta bütün müşrikler ‘şeriatçı’ olurlardı.

Fakat Muhammed (as)’ın Allah’ın emri ile yaptığı çağrı (İslam tebliği) müşriklere ağır gelmiştir. Müşrikler bu ‘ağırlığı’ kaldıramadıkları için, başkası değil de Muhammed (as)’ın nebî olması sorunmuş gibi davranmışlardır. Oysa onların kalbini sıkan Muhammed ismi değil, dinin/şeriatın bizzat kendisiydi. Muhammed ismi bilakis onlarda emniyet ve güven anlamına eliyordu.

Allah’ın Şeriatı – İnsanların Şeriatı

“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? Şayet o ‘nihai karar’ olmasaydı, aralarında derhal hüküm verilirdi. Gerçekten zalimler için can yakan bir azap vardır.” (Şura, 21).

“Din’den şeriat yapan” ortaklar: Şerîk Allah’a ortak yapılandır. Zemahşerî, “onların ortakları”, kendilerine yeniden dirilişi inkâr etmeyi, şirki ve sadece dünya için çalışmayı güzel gösteren şeytanlarıdır çünkü onlar şeytandan başkasını tanımıyorlardı demektedir.[20] Bu tanıma “insan ve cin şeytanları” kaydını eklememiz uygun olacaktır. Müşriklerin, Allah’a eş koştukları varlıkları ikinci, üçüncü, beşinci Allah saydıkları sanılmamalıdır. Hiçbir müşrik eş koştuğu hiçbir şeriki/reisi/endâd’ı Allah sanmamaktadır. İnsan insanı Allah’a, hüküm koymada, ilke, kanun, kural ve yaşam tarzı ihdas etmede otak yapmaktadır. Müşriklerin şerikleri, Allah’ı sever gibi sevdikleri nüfuzlu kimselerdir. Kur’an bunları bazen ‘nidd/endâd’,[21] bazen haham, rahip [hoca],[22] bazen reisler (seyyid/sâdât), bazen de büyükler (kuberâ) olarak anmaktadır.[23] Tasavvufun şerîkleri daha başkadır. Allah katında ise bunlar, müşriklerin kendilerinin ve atalarının taktıkları kuru isimlerden başka bir şey değildirler.[24] Allah yaratmada olduğu gibi, hüküm koymada da ortak edinmemekte, hiç kimseyi hükmüne (hüküm koyucu oluşuna) ortak yapmamaktadır.[25]

Allah biz insanlar için “Din’den şeriat” yaptığı gibi (Şûrâ, 13), müşriklerin ilah bildikleri insanlar da insanlar için “Din’den şeriat” yapmaktadırlar. (Şûrâ, 21).

“Dinde şeriat yapan ortaklar”ı sadece insanların kendilerine yalvarıp yakardıkları, dua ettikleri, adına kurbanlar kestikleri, bu şekilde Allah’a ortak koştukları varlıklar olarak anlamak yanlış ve yanıltıcı olur. Dinde şeriat yapan ortaklar, insanların, tıpkı Allah gibi hüküm koyucu kabul ettikleri kimselerdir.[26] “Dinde şeriat yapan ortaklar” sadece, adına kurbanlar kesilen, kendisinden şefaat umulan ‘evliya’ olsaydı, işimiz nispeten kolaydı. Hatta bu anlamda Allah’a şirk koşmanın azalmaya yüz tuttuğu dahi ileri sürülebilirdi. İkinci anlamda yani kendilerine tıpkı Allah gibi hüküm koyma yetkisi tanınanlar ve kendilerinde tıpkı Allah gibi hüküm koyma yetkisi bulunduğunu vehmedenler söz konusu olduğunda, bitmesi şöyle dursun, Mekke cahiliyesini de aratacak şekilde, daha da koyulaşmaktadır.

Allah Rasûlü’nün Rabbi tarafından, neredeyse müşriklerin, Allah’ın ona vahyettiğinden başka şeyleri Allah’a iftira olarak isnat etmesi için fitneye düşürecekleri hususunda uyarılması çok öğreticidir. Cenabı Allah Elçisine, seni sebatkar kılmasaydık, neredeyse azıcık da olsa onlara meyledecektin ikazını yapmaktadır.[27] Rasûlullah -haşa- Allah’ın varlığı ve birliği hususunda şüpheye düşmeyeceğine göre, ‘düşme tehlikesi’ herhalde Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmek hakkında olmalıydı. Allah’ın uyarısı sn derece dokunaklıdır: “Eğer seni sebatkar kılmasaydık az kalsın onlara meyledecektin!” Rasûlullah’ın uyarılmasından acaba bizim hissemize ne düşmektedir? Mevdudî bu uyarıya şu açıklamayı getirmektedir: “Hiç kimse, hatta Allah’ın Rasûlü bile, Allah’tan yardım almaksızın bâtıl ve küfrün saptırıcı metotlarına karşı koyamaz.”[28] Rabbinin uyarıları ve yardımı sayesinde Rasûlullah (sav) bâtıl cephesinden esen rüzgarlardan hiçbir şekilde etkilenmemiş, kafirler duruşunda zerre kadar esnetememişlerdir.

Uluslar Allah’ın şeriatına paralel şekilde yeni bir hukuk düzeni, yeni bir dünya görüşü ve yaşam tarzı icat ve ihdas etme hakkına sahip değildirler. Müslümanım diyen bir kavim, okun yaydan çıktığı gibi Din’den çıkmadığı sürece şeriatın çağın gerisinde kaldığını, çağa ayak uyduramayan şeriatın yerine, aklın ve bilimin ışığında laik-demokratik bir hayata geçileceğini söyleyemez, ‘muasır medeniyet seviyesi’ diye bir ülkü edinemez. Çünkü Müslümanların ülkülerinin mahiyetini de Allah belirlemektedir. Müslümanın tek hedefi vardır, o da Allah’ı razı edecek bir hayatı yaşamaktır. Allah İslam’dan razıdır, laik-demokratik bir hayat tarzından asla razı değildir.[29]

Laik-demokratik kültürden tamamen türedi bir ‘şeriat’ kurmuş olan müstekbirler bu ‘şeriat’tan geri dönüşün asla söz konusu olmadığını söyleyerek, Allah’a ve O’na ait olan her şeye meydan okumaktadırlar. Ümmetin adı İslam, yaşadığı hayat liberal demokrat bir muhafazakarlıktır. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olduğu söylenen halkın akidesi İslam’a dayanmamaktadır, ahlakı İslam ahlakı değildir. İdeal insan tipi olarak toplumun kıble güzergahına heykeli dikilen kişiler tamamen seküler, hatta şeriata savaş açmış siyasi figürlerdir. Ümmet yok, toplum vardır ve toplumsal yapıda İslam sadece kültürel bir katkıdır. ‘Halkın yüzde doksan dokuzu Müslüman’ söylemi sadece, topyekûn irtidat halini örtme çabasıdır. Kur’an’ın ‘şürekâ’ dediği ortakların işlevini Mevdudî şu şekilde açıklamaktadır: “Onların ortaya attıkları düşüncelere, akidelere, nazariyelere, iman edilir ve ahlaki kaideler, kültürel normlar şeklinde ihdas ettikleri değerler ölçü olarak kabul edilir. Onların icat ettikleri kanunlara, dinî törenlere, örf ve adetlere uyulur. Kişisel ve toplumsal hayatı düzenlemede, alış-verişte, mahkemelerde, siyasette, yönetimde, hep onların kararları esas alınır. İşte bu, o insanların tabi oldukları şeriatlardır. Yani bu, Allah’ın dininin karşısında kendi başına müstakil bir dindir.”[30] Ortada Allah’ın tertemiz yarattığı fıtrata, Dine ve şeriata yabancı, korsan bir beşerî ‘şeriat’ bulunmaktadır. Bu şeriat hem kevnî şeriata hem ilahi şeriata meydan okumaktadır.

İslam Şeriatından Başkası Geçersizdir

Maide suresinin 48. ayetinde Şeriat’a ilişkin nihai açıklamalar yapılmış, son şekli verilmiş gibidir. Ayetin bağlamı, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmektir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fasık[31] olduklarını bildiren üç ayetin akabinden bu ayette öncelikle Kur’an’ın, kendinden önceki kitapları hem tasdik edici hem de onları murakabe edici, hakemlik vasfına dikkat çekilmekte, Allah’ın hükümleriyle hükmetmesi Muhammed (as)’a bir kere daha emredilmektedir. Kur’an Rasûlullah Muhammed (sav)’e, önceki kitapları tasdik edici ve hak olarak indirilmiştir. Bir ağacın dalları gibi, Kur’an’la, önceki kitaplar aynı Kaynak’tan neş’et etmişlerdir. Kur’an’a itiraz eden herkes hak düşmanıdır, hakka itiraz etmekte, hakka savaş açmaktadır.

Kur’an, daha önce inmiş kitaplar (Tevrat ve İncil) üzerinde müheymindir. Müheymin koruyan, gözeten, tanıklık eden, barındıran, doğrulayıp destekleyendir. Kur’an diğer kitapların gözetleyicisi, denetleyicisi, murakıbıdır. Onların hem sübutuna hem de sıhhatine (kaynağının ve doğruluğunun kesinliğine) şahitlik edendir.[32] Kur’an ‘Kitab’ı korur ve gözetir çünkü önceki tüm kitapların öğretileri onda vardır. Önceki kitapları gözetir ki, gerçek öğretileri kaybolmasın, tahrife kurban gitmesin. Kur’an o kitaplarda Allah’ın, değişmeden kalan sözüne şahitlik eder, insanların katıp karıştırdığı tevil ve tefsirleri seçip ayıklar. Kur’an’ın doğruladığı Allah’ın sözü, karşı çıktığı ise insanların kattıklarıdır.[33] Bu ayette (Maide, 48) Kur’an’ın yüce mevkii açıklanmaktadır. Kur’an diğer kitaplara tabi olmaz, onlardan bağımsız ve müstakil bir Kitaptır. Kur’an önceki risaletlerin sicil kaydı, doğruluklarının şahidi, bütün geçmiş kitapları -tahriften önceki halleriyle- tasdik edicidir.[34]

Muhammed (as)’ın, Allah’ın indirdiklerinden başka hükmedeceği hiçbir kaynak yoktu. Onun tek kaynağı vardı, o da Kur’an’dı. Kendisine gelen Hak’tan sonra, başkalarının (şirk mahreçli) arzularına tabi olamazdı. Farzı muhal böyle bir keyfiliğe düşse, Allah’ın hükümlerinden sapsa ve beşerî birtakım umdelere yaslansaydı, o zaman Allah ona hayatın da ölümün de sıkıntılarını kat kat yaşatırdı.[35] Kur’an’ın müheymin olmasının bir boyutu da budur. Muhammed (as)’ın, Allah’ın indirdiği Şeriat’tan başka hiçbir referansının olmadığı anlamındaki bu ilahi yasa, Rasûlullah’tan sonra, zamanın sonuna kadar bütün müminleri de bağlamaktadır. Rasûlullah’a verilmiş yegâne mucize olan Kur’an bu hususta söylenecek bir söz bırakmamıştır. Muhammed (as)’ın “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmesi” emredilmekte, kendi gibi beşer olan herhangi bir şahsın arzularına uyması yasaklanmaktadır. (Maide, 48). Allah’ın indirdikleri Kur’an’dır. İnsanların hevaları ise, laiklik, demokrasi, liberalizm, insan hakları, feminizm, hümanizm gibi kavramlar ve onların içine sığdırılan her türlü beşerî tasavvur, öğreti ve ideolojidir.

“Her biriniz için bir şeriat ve bir minhâc kıldık” buyrulmaktadır. “Şir’aten” şeriat demektir. Şir’a ile insanların ebedi hayata ve hakiki mutluluğa ulaşmaları için Allah’ın koyup teklif ettiği hususi ahkam ve dosdoğru olan mezhep temsil edilmiş, yani din kastedilmiştir.[36] Minhâc ise, dinde yürümekte olduğunuz açık-seçik bir yol demektir. Şir’a ve minhâc kelimelerinden hareketle, her topluma birbirinden farklı, ayrı (hatta birbirini nakzeden) bir şeriat verildiği iddia edilemez. Mevdudî diyor ki, “Dinde birlik, şeriatlarda farklılık” düşüncesi şeytanidir ve bu düşünce giderek tıpkı Pavlus’un yaptığı gibi, şeriatsız bir din, şeriatsız bir İslam, ahlak kurallarına riayetten(!) ibaret bir dua dini vücuda getirmekle sonuçlanır.[37]

Bütün nebîler ve kitaplar aynı ilahî yaşama programını öğretmişlerdir, hepsi de birbirini doğrular ve destekler. Sadece bazı kanunların ayrıntılarında farklılıklar bulunur.[38] Hamdi Yazır minhâc’ı açık, vazıh yol olarak tanımlamakta, Fransızcaya ‘metot’ kelimesiyle tercüme edilebileceğini belirtmektedir. Terim olarak şir’a, zamanın ve mekânın değişmesine göre farklılaşabilen dinin füruu; minhâc ise daima sabit ve açık-seçik, kesintisiz olan dinin aslı diye tanımlanmaktadır.[39] Minhâc Hakka ve ebedi saadete götüren yolda uygulanabilecek program, yürüme tarzı, dine/usule dayalı yöntem, yaşama biçimidir.[40] Zemahşerî diyor ki bu ayet, bizden önceki şeriatlarla amel etmemizin gerekmediğine delildir. Bir de ayette İslam şeriatının ve onun, kıyamete kadar baki ve kalıcı olan kerîm kitabının konumuna işaret etmek maksadıyla Nebî (sav) açıkça anılmamış, onun yerine Kur’an zikredilmiştir.

Ayeti kerimede, “aralarında Allah’ın indirdikleriyle hükmet, sana hak geldikten sonra sakın insanların heva ve heveslerine uyma” uyarısı yapılmaktadır. Allah’ın indirdiklerine tabi olup, insanların hevalarına uymama uyarısı hem Câsiye, 18 hem de Maide, 48 ve 49. ayetlerde yinelenmektedir. Bu konuyu örneklendirmemiz gerekirse, mesela zina hususunda “Allah’ın indirdikleri” şudur: Bütün Müslümanlar, “zinaya yaklaşmayın çünkü o bir ‘fahişe’ (çirkin iş) ve kötü bir yoldur”[41] ilahi buyruğuna göre uyarılmalı, zinaya götüren yollar da engellenmelidir. Zinanın cezası ise (İslam adliyesinin uygulaması gereken) yüz değnektir.[42] Gayri İslamî rejimlerin “heva ve heves”i ise en başta zinayı masumlaştırmakta, zinaya götüren bütün yollar, vasıtalar ve ortamlar serbest bırakılmakta, insan nefsi azdırıldıkça azdırılmaktadır. ‘Günah Cumhuriyeti’nde insanları zinadan uzak tutacak, Allah korkusundan başka hiçbir engel bulunmamaktadır. Zina suç olmaktan çıkarılsın ya da çıkarılmasın, zina suç sayılıp bir ceza verilsin ya da verilmesin, laik-demokratik rejimlerin zina ile ilgili mevzuatları da tamamen heva-heves ürünüdür. Çünkü sonuçta Allah’ın indirmediği hükümlerle hükmedilmektedir. Allah’ın hükümleriyle hükmetmemenin dindeki fetvası da Maide suresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinde verilmiştir. İkinci bir örnek olarak, cinayet suçunu verebiliriz. Adam öldürmelerde “Allah’ın indirdikleri” şudur: Haksız yere bir cana kıymak bütün inanları öldürmek gibidir, bir canı kurtarmak da bütün insanları yaşatmak gibidir.[43]  Adam öldürmenin ya da yaralamanın dindeki cezası kısastır ve Rabbimiz, kısasta bizim için hayat olduğunu bildirmektedir.[44] Beşerî rejimlerde katillere birkaç yıl hapis cezası verilmesi, onun da ayrıca bazı indirimlere tabi tutulması hak olmadığı gibi, müebbet hapis cezası verilmesi de hak değil, heva ve heves ürünüdür. Bu tür yargılamalar adam öldürme fiilinden daha büyük bir cinayettir. Öldürme ve yaralamada tek doğru Allah’ın emri olan kısas cezasıdır. Kısasın dışındaki her türlü ceza zulümdür.

Ayeti kerîmede (Maide, 48) “Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı” buyrulmaktadır. Allah bütün insanlığı tek bir şeriat üzere toplar, hiçbir ihtilafın yaşanmadığı tek bir ümmet, tek bir din yapardı. Lakin Allah, indirdiği muhtelif şeriatlarla tüm insanları denemek istemiştir. Bakalım bu şeriatların hallere ve zamana göre -füruatta- değişen maslahatlara mebni olduğuna itikat edip, boyun eğecek misiniz, yoksa şüphelere tabi olup, amelde gevşeklik mi göstereceksiniz?[45] “Öyleyse hayırlarda yarışın” (Maide, 48) ama kafirlerin şeriatlarına uymakta değil! Zira hepiniz Allah’a döneceksiniz ve Allah, ihtilafa düştüğünüz hususları size haber verecek, yani haksızlıklarınızı size açıklayacaktır. Ayet böyle son bulmaktadır.

Allah İsrail oğullarına ‘bu emir’den (Din’den) bir şeriat vermiş ama onlar kendilerine gelen bu İlim’den sonra aralarındaki azgınlık ve haddi aşmadan dolayı ihtilafa düşmüşlerdir. (Câsiye, 17). Sonra Allah ‘bu emir’den Muhammed (as)’ı bir şeriat sahibi kılmıştır. Muhammed (as)’ın bu şeriata uyması, asla bilmeyenlerin hevalarına uymaması gerekmekteydi. (Câsiye, 18). İsrail oğulları yoldan çıkınca, insanları ‘bu emr’e (Din’e) çağırma işi Allah tarafından Muhammed (as)’a (ve onun ümmetine) verilmiştir.[46] Dine dayanan bir şeriat (tarikat ve minhâc / yol ve metot) üzere. (Câsiye, 18).[47] Kıblenin tahvili,[48] insanlığa liderlik yapacak yeni kadronun bayrağı devralmasını muştulayan en önemli bir dönemeçti. Allah Elçisine, delillerle ve hüccetlerle sabit olan şeriata tabi olmasını, hiçbir hüccetleri olmayan cahillerin hevalarına tabi olmamasını tembihlemektedir. Cahillerin dinleri heva ve bidat üzerine bina edilmiştir. Allah Rasûlü’nün o cahillerle hiçbir velayet bağı olamazdı. Çünkü onların velayetleri, tıpkı kendileri gibi zalim olanlarla idi. Muttaki müminlerin velisi Allah’tır, onlar Allah’ı veli edinirler. Zalimlerin velayeti ile müminlerin velayeti arasında aşılmaz bir fark vardır.

Değerlendirme

Din tektir ve sabittir. Şeriat ise fürûatta bazı küçük farklıkları içerir. Şeriat yer yer Din anlamında kullanılmaktadır. Günümüzde çok zaman İslam reddedilmek istendiğinde İslam yerine şeriat kelimesi kullanılmaktadır. En azından Muhammed (as)’ın tebliğinden sonra İslam’la şeriat arasında bir ayrılık kalmamıştır. Tarihin bildiği bütün meşru sistemler içinde şeriat tek sistemdir.[49] İslam’a göre Allah tek olduğu gibi hakikat de tektir. Şeriat altında insan toplumu, herkesin aynı zamanda bir öğrenci ve öğretmen olduğu büyük ölçekli bir okuldur.[50] Hiçbir sosyal birim -aile, millet, toplum, devlet- kendini mutlaklaştırarak hukukun kaynağı ya da kriteri haline getiremez.[51] İslam bütün insan hayatını içine alan geniş bir hukuk (şeriat) geliştirmiştir. İslam hukukunda bütün işler onun konusuna girecek şekilde ya vacip (zorunlu) ya mubah (izin verilmiş) ya mendub (tavsiye edilmiş) ya mehruh (tersi tavsiye edilmiş) ya da haram (yasaklanmış)dırlar. Ahlak eş, çocuklar ve akrabaya iyi davranmayı tavsiye ederken hukuk, onların beslenmesi, korunması ve bakılmasını, kişinin kendine bakmasıyla aynı derecede olmasını öngörür.[52]

Kâinat kevnî bir şeriata tabidir. Kevnî alemin bir parçası olan insanın hayatı da bir yönüyle kevnî şeriata tabidir. İnsan hayatı için Yaratıcısı ayrıca münzel bir şeriat belirlemiştir. Şeriat “gökten indiği sanılan” değil, “gökten” yani Allah katından indiği kesin olan bir ilahi programdır. Şeriat dindir.

Şeriat kelimesinin kökeni, onu çok güzel anlatmaktadır. Şeriat demek suya giden yol demektir. Ama her su değil, herkesin açıkça görüp bildiği, tertemiz, içenlere lezzet veren, susuzluğu gideren, hayatımızı idame ettirmemize yarayan akar su şeriattır. Kuyunun dibindeki ya da yerlerde çamurun ortasında birikmiş su şeriat değildir. Darbelerin planlandığı kuytu köşelerde, kuyu gibi derin, yeraltı localarında, herkese açık-seçik olmayan, sadece birkaç darbeciye açık olan, izbe yerlerde kotarılmış ihtilal ideolojileri ile şeriat iki ayrı dünya, iki ayrı alemdir. Su nasıl hayatsa, şeriat da öyle hayattır. Şarî, herkesin gidip geldiği en büyük yoldur. O yol herkese açıktır, mübahtır, herkesin hayrınadır. Sadece gizli-kapaklı işleri olanlar şârî’den hoşlanmazlar. Su yolu demek olan şeriat bütün insanların, bütün canlıların ve hatta bütün kâinatın hayrınadır. Şeriat kainatla bütünleşiktir, ‘organik’tir. Demokrasi gibi siyasetler ise yaratılışa ve kâinata yabancıdır, inorganiktir. Laik-demokratik felsefe aslında züccaciye dükkanına girmiş fil gibi, hayatı kırıp dökmekte, hakikati bölmekte ve parçalamaktadır. Ama zorun zoruyla insanlığa rahmetmiş gibi telkin edilmektedir. Şeriat denilen su yolunu sadece insan ve cin şeytanları kötüleyebilir, değersizleştirmek isterler. Çünkü onların su gibi rahmetle bir işleri yoktur. Onlar hayatı rahmet değil, azaba ve gazaba döndürmek isterler. Öte yandan hayvanlar da bir ‘su yolu’ oluşturabilmektedirler fakat onların yolu insanlar için uygun değildir. İnsanlar bir devenin su içmesi gibi içemezler. Suya götüren, su içiren ve insanı suya kandıran yol ne güzel bir yoldur. Ve bu yol sürekli, daimî ve kesintisizdir. İnsanların kurdukları rejimler en fazla on yıl dayanmakta, ardından büyük arbedelerle birlikte tamiratlar, tadilatlar yapılmaktadır. Allah’ın insan için kurduğu şeriat sisteminin ana ilkeleri ise yüz yıl da geçse, bin yıl da geçse eskimemekte, hep taze kalmaktadır. Yüz yıllarca gürül gürül akan bir pınar gibi şeriat da kıyamete kadar gürül gürül akmaya, dünyaya hayat bahşetmeye deva edecek, onu durdurmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Hiç durmadan akan berrak suyun insana hayrı gibi, şeriat da insan için pür hayırdır, baştan sona iyiliktir, rahmet ve merhamettir. Şeriat insan için ana kucağı, baba ocağıdır. İnsanlar şeriatı kötüleyen, Allah’ın bu en büyük hayrını kendilerinden uzak tutmaya çalışan şerlileri tanımalı, üzerinde oynanan büyük oyunları görmelidirler. Bütün dünya toplumları önünde sonunda ya Allah’ın tertemiz dini olan Şeriat’a teslim olacaklar ya da dünya kendilerine yetmeyen çıfıt çetelerin azgın icraatları neticesinde ateş çukurlarına yuvarlanacaklardır.

Şeriata dair sözümüz bitmiş değildir.

[1] Cevherî, es-Sıhâh, ‘şra’ md.; Ezherî, Tehzîbu’l-Luğa, ‘şra’ md.

[2] Muslim, Sahih, 5/Mesacid, Hadis no: 257, I/453; Talip Türcan, Şeriat, DİA, XXXVIII/571-574.

[3] Ezherî, Tehzîbu’l-Luğa, ‘şra’ md.

[4] Ezherî, Tehzîbu’l-Luğa, ‘şra’ md.; Kurtubî, el-Camî li-Ahkâmi’l-Kur’an, XVIII/451.

[5] İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, ‘şra’ md. Ayrıca bkz. Ezherî, Tehzîbu’l-Luğa, ‘şra’ md.

[6] Mütercim Asım Efendi, Kâmûsu’l-Muhît Tercümesi, ‘şra’ md., IV/3391.

[7] Talip Türcan, Şeriat, DİA,

[8] 3/Âl-i İmran, 19.

[9] Mevdudî, Tefhim, V/222.

[10] Ebû Bekir İbnu’l-Ârâbî, Ahkâmu’l-Kur’ân, IV/89-90.

[11] Ebû Bekir İbnu’l-Ârâbî, Ahkâmu’l-Kur’ân, IV/89-90.

[12] Mevdudî, Tefhim, V/221.

[13] Mevdudî, Tefhim, V/223.

[14] 49/Hucurat, 16.

[15] Tahir b. Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XXV/54.

[16] 39/Zümer, 45. Ayrıca bkz. 17/İsra, 46.

[17] İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, ‘şmz’ md.

[18] Hürriyet, 13 Ocak 2008.

[19] Zemahşerî, Keşşaf, IV/132.

[20] Zemahşerî, Keşşaf, IV/218.

[21] 2/Bakara, 22, 165; 14/İbrahim, 30

[22] 9/Tevbe, 31.

[23] 33/Ahzap, 67.

[24] 53/Necim, 23.

[25] 18/Kehf, 26.

[26] Mevdudî, Tefhim, V/235.

[27] 17/İsra, 73-74.

[28] Mevdudî, Tefhim, III/127.

[29] 5/Maide, 3.

[30] Mevdudî, Tefhim, V/235.

[31] 5/Maide, 44, 45, 47.

[32] Zemahşerî, Keşşaf, I/640.

[33] Mevdudî, Tefhim, I/489; Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, III/1696.

[34] Ebu Zehra, Zehratu’t-Tefâsîr, IV/2223.

[35] 17/İsra, 75.

[36] Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, III/1697.

[37] Mevdudî, Tefhim, V/223.

[38] Mevdudî, Tefhim, I/489.

[39] Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, III/1697-1698.

[40] Zeki Duman, Beyânu’l-Hak, III/521.

[41] 17/İsra, 32.

[42] 24/Nûr, 2.

[43] 5/Maide, 32.

[44] 2/Bakara, 179; 5/Maide, 32, 45 vb.

[45] Zemahşerî, Keşşaf, I/640; Mevdudî, Tefhim, I/489-490.

[46] Mevdudi, Tefhim, V/324-325.

[47] Zemahşerî, Keşşaf, IV/289.

[48] 2/Bakara, 143-145 vd.

[49] İsmâil Râci Farukî, İslam Kültür Atlası, 297.

[50] İsmâil Râci Farukî, İslam Kültür Atlası, 298.

[51] İsmâil Râci Farukî, İslam Kültür Atlası, 300.

[52] İsmâil Râci Farukî, İslam Kültür Atlası, 301.

Mehmed Durmuş / İktibas Nisan Sayısı