Sendromlar Arasında Din Dili

Din adamlarının ve bahsi geçen dindar grupların tartıştıkları konuların ne’liğini bir kenara bırakırsak ilk göze çarpan, içine düşülen psikolojik sendromların etkisi olarak gözüküyor. Bu sebeple öncelikle neyin tartışıldığına değil, güncel tartışmaların özneleri konumunda olan figürlerin ve onların destekçisi olan kesimlerin psikolojilerine ışık tutmak gerekiyor.

Her psikolojik sorunun sosyolojik yansımaları vardır. Toplumsal gerçekliğin akışı da aynı şekilde insan ve grup psikolojisine tesir eder. Kendi kamusal alanını kuramamamış sosyal gruplar, gerçekle ideal arasında psikolojik bir gerilim yaşarlar. Bu gerilimlere, düşünce ile pratik arasındaki çatışmaların da eklenmesi ile sosyal bir hırçınlığa dönüşen tepkilerle karşılaşılır.

Nitekim modern dönemde inanç grupları arasında görülen tartışmaların psikolojik bir zemininin de olduğu ilk etapta göze çarpmaktadır. Kamusal alanın referans çerçevesinin seküler vurgusu, gün geçtikçe ahlakî sınır ve metaforların hayattan çekilmesine neden olmakta ve bu durum dindar gruplarda bir tükeniş hissine dönüşmektedir. Bu his oranınca da yeni ve modern hırçınlık biçimleri ortaya çıkmaktadır. Kendi değerler sistemine ait bir dünyayı kuramamak, varoluş alanlarında yeterli ve tutarlı tatmin sistemleri üretememek gibi sebepler bu grupları tek düze bir söyleme hapsediyor. Bu söylemde tepkiselliğin belirleyiciliği öne çıkıyor. Bu tür bir sıkışma yaşayan dindarlık türleri, muhafaza kaygısının ürettiği bir çeşit ötekinden tiksinme tavrı üretiyor. Söylemin en vurucu tarafı da bozulmanın yüksek sesle ifade edilmesinin bir çığlık türüne dönüşerek kurucu bir misyon olarak algılanması.

Öte yandan bu söylemde sahih olana övgü, geleneğin keşfinden duyulan psikolojik haz, varoluşsal güven sistemlerinin nostaljik bir geçmiş üzerinden yeniden üretilmesi, aklî ve kalbî olandan önce hissiyat düzeyindeki dengeyi besleme telaşı gibi unsurlar belirleyici oluyor. Kamusal alanın aklı ve baskın kültürel üretim tarzı ile girilen mücadelenin psikolojisi, tükeniş ile direnme arasında duygusal iniş-çıkışlara neden oluyor. Bu da bir yandan hamle, bir yandan da geri çekilme gibi git-gelli tavır alışlara sebebiyet veriyor. Bazen bu geri çekilme, sosyal gerçeklikten uzaklaşma, sürgit devam eden ve kamusal öznelerin paylaştığı gerçeklik modelinden köktenci bir kopuşa neden oluyor. Yeni bir dünya ve yeni bir hakikat düzlemi arayışı öne çıkıyor. Bu mekânda inşa edemeyince, zamanda ikamesini mümkün kılan yeni tarihsel aralıklar aranılıyor. Zihin ve ufuk oraya hicret ediyor ve modern zamanlara yönelik yaşam arzusu sönerek yerini bir köktenci bir tiksintiye bırakıyor.

İçine düşülen bu psikolojik durum, din dilinin doğasını ve dini tartışmaların rengini belirleyici tavır olarak öne çıkıyor. Din adamlarının ve bahsi geçen dindar grupların tartıştıkları konuların ne’liğini bir kenara bırakırsak ilk göze çarpan, içine düşülen psikolojik sendromların etkisi olarak gözüküyor. Bu sebeple öncelikle neyin tartışıldığına değil, güncel tartışmaların özneleri konumunda olan figürlerin ve onların destekçisi olan kesimlerin psikolojilerine ışık tutmak gerekiyor.

“Soyutlanma Sendromu”

Psikolojide insanın çevre şartlarındaki değişim üzerinden girdiği bazı sendromlardan bahsedilir. Bunlardan biri, bahsettiğimiz grup psikolojisini anlamak için gayet elverişli gözüküyor. Bahsetmek istediğimiz sendromların ilki, uzun süre diğer insanlardan soyutlanan ya da çevreden gelen bilgi çeşitliliğinden yoksun kalan insanlarda ortaya çıkıyor. Buna psikolojide “soyutlanma sendromu” adı veriliyor.

Saatlerce tek başına yolculuk yapmaya çalışan kamyon şoförlerinde, bir hücreye kapatılmış mahkûmlarda, kutup bölgeleri ya da çöllerde keşif yolculuğu yapan kişilerde, maruz kaldıkları tekillik ve tecrit sebebiyle psikolojik bir çevrilme görülüyor. Soyutlanma sendromunun belirtileri çeşitli aşamalardan geçerek ilerliyor. Buna göre, başlangıçta kişi zamanını düşünerek geçirebilir, ancak sonunda uyuklamaya başlar. Fakat zaman ilerledikçe, düşüncelerini yönlendirebilme ya da net bir şekilde düşünme konusunda zorlanma ortaya çıkar. Huzursuzluk, hırçınlık ve düşmanca duygular belirir. Daha sonra dışarıdan bilgi gelmemesinin yarattığı boşluk, düş kurularak giderilmeye çalışılır. Davranışlar giderek çocuklaşır. Bunu oldukça canlı bir biçimde algılanan görme ve işitme sınırları (gerçekte var olmayan nesneler görme, sesler duyma) izler. Sonuncu evrede kişi kendisini, kendi dışında bir yerde, örneğin karanlığın içinde bir ışık biçiminde algılar.

Bu sendromun sebebi bilgi/uyaran yokluğu ya da aynı tür ve tekdüze bir bilgi rejimi ile çevrelenmiş olmaktır. Kişi bu durumundan normale dönse de içine girilen durumun etkisi hemen yok olmaz. İnşa edilen dünyadan somut dünyaya geçmekte zorlanmalar başlar. Geleneğin içerisinde kendisine tarihsel bir koordinat seçmiş zümrelerde, niteliksel olarak farklı bir zaman diliminde yaşamayı tercih etmiş zihinlerde görülen, kendi etrafına inşa ettiği gerçeklik modelleri üzerinden yaşanılan bir tür soyutlanma sendromudur.

Bu psikoloji, öyle bir gerçeklik inşa ediyor ki hissiyat, devamlı soylu bir geçmişe atıflar yaparak, oranın dekorunda sanal bir yaşam üretmeye çalışıyor. Bu sebeple söylem revaçta olan sağduyuyu sarsan hırçın ve keskin bir dile evriliyor. Bu dil, insanları hayata bağlayan her türlü bağlamın karşısına, geleneğin bir teklifini koyarak, gelenek ile günceli yarışa sokuyor. Tabii ki güncel her hali ile profan olanı, gelenek ise bütün müştemilatı ile mübarek ve kutsal olanı temsil ediyor veya bütün pratikleri ile kutsanıyor.

Soyutlanma sendromunun inşa ettiği dil, güncel ve kurucu Müslüman aklın yeni olan bütün kültür üretimine radikal bir iğrenme ile bakıyor. Her türlü değişimi, bireysellik ve fikir özgürlüğünü bozulma ve sapma sayıyor. Sendromun sonunda ortaya çıkan belirtilerde olduğu gibi huzursuzluğu hırçınlık, hırçınlığı düşmanlık, düşmanlığı çocuklaşma, çocuklaşmayı ise kendini kutsamaya varan bir tür naiflik takip ediyor. Giyim kuşamından, kadın erkek ilişkilerine kadar daha birçok konuda üretilen dil, soyutlanmış bu zihinlerin kurgu dünyalarına atıf yapıyor. Tabii ki bu yaklaşımdan türeyen enerji, kaba ve trajikomik pratiklere dönüşüyor. Güncel yaşam alanının daraltılması, dinin daraltılmasına sebep olurken, dinin prensiplerinin daraltılması sebebiyle ortaya çıkan pratikler ise bir başka kompleksli kesimin varlığına ruh üflüyor. Bu ikinci kesim, varoluşsal anlamını bütünüyle gelenekçi psikolojinin ürettiğine borçlu olmakla birlikte ondan mustarip bir fiyakaya içine giriyorlar.

Güçlü Olan Tezin Gölgesinde Durmak

Modern kamusal alanın doğasının ve orada üretilen akıl konusunda ikinci tür tepki akademi ve ilahiyat çevrelerinden bir kesimden geliyor. Onlarda da bir tür hırçınlık ve tiksinme, tavrı belirgin. Fakat bu tavır, bir tür geri tepme olarak kamusal alanın kendisine değil, oraya uyum sağlamakta direnen geleneğe yönlenmiş olarak ortaya çıkıyor. Modernliğin seküler üretim biçimleri karşısında soyutlanmayı tercih eden zümrelerin ürettikleri tekdüze ve çelişkili pratikleri, bu ikinci kesimin yaşam enerjisine dönüşüyor.

Dinin iç ahengi ile modernlik arasında ortaya çıkan tenakuzlarda bu ikinci kesimdekiler, modernliğin ürettiği kültürün, dolayısı ile güçlü olan tezin gölgesinde durmaktan vazgeçmiyorlar. Bu kültürün anlam kalıplarından geleneği hizaya çekme görevini haz alarak yapıyorlar. Bu konuda ürettikleri dil, bir tür tıraş usturasının ya da ameliyat aletlerinin işlevine benzer bir görev ifa ediyor. Akıl, bilim, aydınlanma ve modernlik gibi kelimeler, bazen kesme biçme aletleri olarak geleneğe yönelik bir tür estetik cerrahinin aracı oluyor. Bazen de bir tür oto-sansür olarak geçmişe yönelik bir tür makyaj malzemesi aleti olarak kullanılıyor.

Dinin iç ahengine yönelik bu yaklaşım, gelenekteki birikeni, elindeki kalıba dökemediğinde onu reddetmekte bir sakınca da görmüyor. Kimisi Hz. İsa (as)’ı baba buluyor, kimisi Hz. Hızır kıssası üzerinden Allah’ın ahlakîliğini sorguluyor, kimisi ilahî kelamın ontolojisini tahribe kalkıyor. Bunu da militan bir misyonla ve tahkir edici bir dil ile gerçekleştiriyorlar. Uydurulan dinin mensupları, tinerciler ve şizofrenler kelimeleri havalarda uçuşuyor. Bu yaklaşım bazı kavramları tartışırken insanın mekân ve zamanla ilişki içinde var olan bir varlık olduğunu gözden kaçırıyor. Çünkü insanların mekân ve tarih gibi değişkenlere bağlı olarak algılayışları, kabulleri ve sorgulayışları değişebilmektedir. Dinî tasavvurlar dönüşebilmektedir. Oysa bu hiç hesaba katılmıyor. Kozmolojik tasavvurdaki değişim, dini kavramların algılanmasında, tasavvur ve tasdik sistemlerinin düzenlenmesinde de bir değişim ve yeniden inşaya neden olmaktadır.

Bu sebeple çağdaş algı düzleminin değişmesi gerçeklik modellerini inşa eden farklı tutumları kötülük öznesine dönüştürmez. Öncelikle onların bağlamlarını anlamaya çalışır. Yeni bağlamları öne çıkarıp eskileri kriminalize etmek ancak modernlik adına radikal bir misyon sahibi olmakla açıklanabilir. Çünkü değişimin doğası, kendisine negatif veya pozitif bir misyon yüklenilecek bir durum değil, anlaşılmaya çalışılacak ve yorumlanacak bir olgudur. Fakat bu yaklaşım, modern olanın prestijine sığınarak dini, üzerine geçmişin rutubeti çökmüş bir olguya dönüştürme kolaycılığa kaçmaktadır.

Modernliği dinin karşısına bir karşı dogma olarak çıkartan bu zihniyet, sistemden kovmak istediği geleneksel bir kavram veya algıyı, önce soysuzlaştırmakta ve başka din ve kültürlerden onlara genelojik kimlik çıkartmaktadır. Mehdi, nüzûl-i İsa meselesi gibi kabullerin başka yerlerden intikal ettiğini söylemek, hatta bu haberlerin varlığına inananları aşağılamak ve bunu sonraki nesillere tevarüs ettiren özellikle ilmiye sınıfındaki zevatın dinî, ilmî, aklî, zihnî naifliğinin hatta ihanetlerinin ürünleri olarak görmek açıkçası etiketçi bir kolaylıktan başka bir şey ifade etmez. Bu tür yaklaşımlar, modern hazlar üretebilir, duygusal zaferler kazandırabilir ama metodolojik hatalara düşmekten de kimseyi korumaz. Çünkü bütünün içindeki bir kavramın devşirildiğini söylemek, bütünün devşirildiğine yönelik imayı da kendi içinde barındırır.

Yapısökümcü bu aklın din diline verdiği zarar, bu dilin amacı olan mesaja yönelik tahribat yanında hafif kalmaktadır. Dinin kendi inşa ettiği mefhumları, bilim sınamasına tabi tutmanın verdiği psikolojik üstünlük, dinin hanesine değil seküler bilimin hanesine yazılan bir puan olarak dinin inşa ettiği sağduyuyu bozmakta ve din için yeni bir referans kaynağı olarak bilimi ve araçsal aklı adres göstermektedir.

Bu kesim kendisinin karşısında yer alan her düşünce örgütlenmesini, uydurulan dinin tasavvur dünyasının çocukları olarak nitelemekte ve kendilerinde doktrin parçalama vazifesi görmektedirler. İstismar edilen her kavram üzerinden geleneğe gol atma telaşı içerisinde olan bu yaklaşım, dinin tasavvur yapısını teolojik bir beden öngörüsü üzerinden değerlendirmek gibi bir sonuca denk geliyor. Nasıl ki bir beden kendi yaşam tarihi içerisinde birçok enfeksiyonla karşılaşıyorsa bu yaklaşım sahipleri için de dini kavramların ve bunlara yönelik algıların bir kısmı modern zamanlarda bedende enfeksiyon ve mitler üretiyor. Bu kesimin teklifi, enfeksiyon üreten organın bu bedenden alınmasına yönelik bir refleksten oluşuyor. Bu organ alınınca kurtuluşun geçekleşeceği ve din için sıhhat kriterinin yeniden geçerli olacağı gibi bir kabulden hareket ediliyor. Bağlamlar düzenine bakmadan birçok kavram kolaylıkla bünye dışı ilan edilebiliyor.

Nitekim kuran kıssalarının gerçekliği, mehdi, şefaat, salavat, taklit, ilahi kelamın ontolojisi, hadis inkârcılığı vb. birçok kavramın başına gelen de bundan başkası değildir. Yapı içi ilişkilerde ilgili organın neye tekabül ettiğine dair bütüncül bir fikirden hareket edilmeyince metotsuz ve tutarlılık kriteri meçhul bir operasyon anlayışı ortaya çıkıyor. Zaman geçtikçe yeni algı dünyasında sorun çıkaran teolojik ağırlıklardan da kurtulunması gerekiyor. Cihadı istismar eden birileri ortaya çıkınca cihadı reddetmek için ilahi kelamın ontolojisi üzerinden müdahale gerçekleşiyor. Mucizelerin izah edilememesi sebebiyle reddedilmesi, Kur’an kıssalarının gerçekliği ile ilgili tartışma üzerinden dönüştürülüyor. Rüya ve keramet gibi kavramlar istismar edildiğinde, dinin ürettiği bütün tutum çerçevesinden ilgili kavramlar kazınıyor.

Dolayısı ile bu üslupla gidilirse bahsi geçen teolojik bedende alınmadık organ kalmayacaktır. Modern algılar düzeniyle çatıştıkça beden boşalacak ve zamanla bu beden, birilerinin gelip tarihsel otopsisinin yapılabileceği bir cesametten başka bir şey ifade etmeyecektir. Oysa ki gelenekler, dinin ana algı biçimlerini ele veren soylu (genelojik) içerikler taşımaktadır. Dolayısı ile her kavramın izlenilen bir dünya manzarasına ait olduğunu unutmamak gerekir. Yoksa manzarası değişince kavramlarını da değiştirme ihtiyacı duyan reaksiyoner bir duygu dünyasının ve günün iradesinin esiri olmaktan kurtulmak, kaçınılmak olacaktır. Belki de bugün modernlik adına üretilen yeni kabullerimiz sonraki çağların ve yarınların hurafe nitelemelerine uygun hedeflere dönüşmekten kurtulamayacaktır. Hatta geleneğin hurafelerinden daha acımasızca eleştirilecek modern hurafeler yakıştırması ile yaftalanarak.

“İkarus Sendromu”

İkinci yaklaşımın temelinde de aslında bir tür psikolojik sendromun olduğunu ifade etmek gerekir. Ben bunu psikolojide “ikarus sendromu” olarak tanımlanan davranış güdülenmesi ile ilişkilendirmek istiyorum. Bilindiği üzere İkarus, Yunan mitolojisinin bir kahramanıdır. İkarus, ile babası bir kulede hapsedilmişlerdir. Babası kulede bulduğu balmumuna kuş tüylerini yapıştırarak İkarus için kanatlar yapar ve kuleden atlayarak ona üstündeki güneşe ve altındaki denize fazla yaklaşmadan uçmasını sıkıca tembihler. İkarus’un uçmaya başlamasıyla gökte mükemmel bir şekilde süzülüşü kendisini büyüler ve babasının söylediklerini unutur. Mükemmellik ve kibir duygusunun verdiği sarhoşlukla güneşe doğru yükselir ve balmumunun erimesi ile kanatları dağılır ve yere çakılarak ölür.

İkarus’un adını alan bu sendrom ise genellikle hava gösterisi yapan pilotlarda, motosiklet sürücülerinde görülen bir durumdur. Mükemmel hareketler yapan bir gösteri pilotu ya da yüksek hızla onlarca arabayı sollamayı başarabilen bir motosiklet sürücüsü, kendi tutumunun mükemmelliğini düşündüğünde aslında en büyük hatanın içine düşmüştür. Tam bu anda istenmeyen durumlarla karşılaşılabilir. Kendine duyulan aşırı güven ve kibir gerekli tedbirleri alma ve hassas olunması icap eden usuller konusunda bir körlüğe sebebiyet verebilir ki bu sendromu yaşayan bir motosikletçi, bir-iki derken son sollamasında bir yere çarpar ya da bir duvara yapışmak kaçınılmaz olur.

Akıl ve bilim gibi iki kanada sahip olmanın ve bunların paradigmatik güçlerine vurgu yapmanın hazzını yaşayan aksiyoner ve eleştirel bir din dilinin, fast-thinker denilebilecek akademik figürlerin, hesabı verilmemiş usulsüz kur-geç yaklaşımlarının metodolojik hatalara düşmesi kaçınılamaz bir gerçekliktir. Kendi üslup imkânlarından duyduğu memnuniyetin başkalarını aşağılamaya yönelik bir tavra dönüştüğünün farkına varmayan bu zihniyet, bizzat geliştirdiği özgüven sebebiyle çuvallayacaktır. Uçmanın öz-stratejileri unutulup, İkarus sendromu içine düşüldüğünde narsist bir cendereye düşmek kaçınılmazdır. Çünkü dinin inşa ettiği kurucu akıl, eleştirel akçıla, ilk aklın temkini de üstünlük hazzına dönüşmüştür.

Nitekim bu aklın, Müslüman halkların siyasetine yönelik kayıtsızlık ve ilgisizlik içinde olmasına rağmen teolojik açıklara karşı duyduğu ilgi ve hassasiyet gözlerden kaçmayan bir durumdur. Bu yaklaşımın modernist tabular dışındaki tabuları yıkmaya yönelik duyduğu örgütlü heves, bu heves sebebiyle tercih edilen düşmanın “gelenekçi” olarak kurulması, Müslüman toplumların durumlarına yönelik eleştiri ve yargıları modern ve emperyalist güç ilişkilerine başvurmadan inşa etme çabası, şiddeti yaratan toplumsal ilişkilere değinmeden yapılan doğalcı ve paradigmatik şiddet temsil ve izahları, şiddetin sebebini dışarıdan gelen etki yok sayılarak sadece paradigmanın içinde aranması gibi yaklaşımlar hep bu sendromun bir yansıması niteliğindedir.

Sonuç olarak ifade etmek gerekir ki her iki sendromun ürettiği bir tür saklı narsizim ve megaloman kişilik tipleridir. Bir tek farkla ki biri gelenekçi narsist diğeri modernist narsistir. Birinin hayata karşı tutumu yeniklik ve buruk bir hüzün, diğerinin ki ise kendi Ben’inden, kendini inşa eden aidiyetlerden tiksinme şeklinde tezahür etmektedir.

Freud’un meşhur eseri Matem ve Melankoli’de ifade ettiği gibi “hüzünde değersiz ve boş olan dünyadır, melankolide ise Ben’in kendisidir.” Maalesef kamusal alan üzerinden gelişen ve sendromlarla yüklü okumaların inşa ettiği din dillerinin ilki reel dünyaya yönelik tiksintisiyle, diğeri ise kendi Ben’ine dair gizli bir değersizlikle yüklüdür. Bu psikolojik durumların cenderesinden çıkmak için ise özgüven yüklü yeni bir din diline ve entelektüel şehvet ve kibre kapalı ârif ve hakîm bir ilim adamı profiline ihtiyaç duyulduğu aşikardır. Çünkü insanın, kendini suçladığı paranoid durum ile başkasını suçladığı depresif durum arasından çıkarak ruh halini bu uçlardan kurtaramaması halinde makule varması zordur. Belli ki makul düşünmek için suçlama psikozundan çıkıp usul ve vazife teyakkuzuna geçmek gerekiyor.

1) Engin Geçtan, Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, İstanbul: Metis Yayınları, 2003, s. 25.

Yörünge / Özkan Öztürk