Sadi Baba ve Ercüment Özkan: Bir Şeyh ve Bir İslamcı

Sadi abimiz, birkaç sene önce rahmete göçtü. Özkan da ondan çok önce. Bir taşra şehrinde, geniş dünyası olan bir şeyh ile merkezden gelen bir radikal İslamcı ile muhabbet kurmuştu.

Şeyh Sadi’ye Sadi abi derdik biz. Halk ise ona Sadi Baba diye hitap ederdi. Elâzığ’da yaşıyordu. Harputlu bir Kadiri tekkesinin son şeyhiydi. Bir konuşmamızda ailesinin 450 yıl önce Buhara’dan geldiğini söylemişti. Tatlı bir Harput şivesiyle konuşurdu. Bostan ve Gülistan’dan, Mesnevi’den bol bol hikâyeler anlatırdı. Uzun saçları, yumurta topuklu ayakkabıları ve siyah şalvarıyla sevimli bir Harput insanıydı.

Sadi Baba’nın etrafında akademisyenler de vardı, meyhaneden çıkıp tövbe etmek için yanına gelen sarhoşlar da. Ülkücüler de tekkesine gelirdi, İslamcılar da. Her zaman mütevazı, güler yüzlü ve tatlı diliyle konuşurdu. Halkla beraber yaşardı, farklılığını hiçbir zaman hissettirmezdi. Kendinizi bir otoritenin altında ezik hissetmezdiniz. Ne halktan para toplar, ne de insanlardan yardım alırdı. Küçük bir geçim dünyasıyla süren bir hayatı vardı. Bir İstanbul dönüşünde, Dolmabahçe sarayı ile ilgili izlenimlerini aktarmıştı. “Osmanlı orada kadınlaşmış, her yerinden ziynet akıyor. Dünyaya düşmüş. Bu da onun neden yıkıldığını gösterir”.

Sadi Abi, Elazığ’da Ercüment Özkan’ın çıkardığı İktibas dergisini ilk satan kişiydi. Görülmüş şey mi? Bir şeyh, tasavvufu en sert biçimde eleştiren bir şahsiyetin dergisini satıyordu. Bu dergi biz gençler için olağanüstü bir şeydi. Türkiye ve dünya haberlerini orada okuyorduk. Hele ki Sait Hatipoğlu, Aydın Menderes ve Mahir Kaynak ile yapılan söyleşiler bizim gözümüzü açıyordu. Başka bir dünyaya uyanıyorduk.

Ercüment Özkan’la Elâzığ’da hiç karşılaşmadım. Ankara’da bir defa ziyaret ettim. Ama Ercüment Özkan her Elâzığ’a gelişte Şeyh Sadi’yi ziyaret edermiş. Dostluklar kurulmuş. Son Elâzığ seyahatimde dostum Nedim Durgungül anlattı: Şey Sadi “hangi İslam” tartışmasından sonra bir hikaye anlatayım diyor. Bir çoban çok sevdiği köpeğine bir koyun ayırıyor. Derken bu koyunlar çoğalıyor ve gün geliyor köpek de ölüyor. Çoban, “bu koyunları ne yapayım” diye düşünüp duruyor. Sonunda kadıya gitmeye karar veriyor. Ona meseleyi anlatıyor. Kadı da git koyunları bana getir diyor. Çoban dışarı çıkıyor ve bir süre sonra şüpheye düşüyor. “Bu kadı bizim itin nesi oluyor” diyor kendi kendisine. Dönüp kadıya,” Kadı bey bizim itin nesi oluyorsunuz” diye soruyor. Kadı da bunun üzerine “Git ne yaparsan yap” diyor. Şeyh Sadi diyor ki “Bu hangi İslam diyenler” İslam’ın neyi oluyor ki? Ercüment Özkan menkıbeyi dergide yayınlıyor.

Özkan ile bir başka muhabbette Şeyh Sadi, “Saçımın telinden ayak tırnağıma kadar ben tasavvufum, Ercüment Özkan’ın fikirlerinin de başımın üstünde yeri var” diye konuşuyor. Özkan da “Sadi Bey’in tasavvufunun da benim başımın üstünde yeri var” diye mukabelede bulunur.

Sadi abimiz, birkaç sene önce rahmete göçtü. Özkan da ondan çok önce. Bir taşra şehrinde, geniş dünyası olan bir şeyh ile merkezden gelen bir radikal İslamcı ile muhabbet kurmuştu. Şeyh, sufiliğin güler yüzünü, genişliğini, derinliğini ve hakikatini taşıyordu üzerinde. Özkan da bütün doktrinel karşıtlığına karşın bu güzel Şeyh’in genişliğine saygı ve muhabbet duymuştu.

Demek ki Müslümanların farklı meşrepleri onların beraberliğine engel değil. En uç meşreplerde yer aldığını düşündüğümüz insanlar imanın ve hakikatin ruhuna vakıf olduktan sonra kardeş olabiliyorlar. Bir küçük şehrin büyük gönül sahibi ile bir büyük şehrin İslamcısı muhabbette buluşabiliyorlar. Muhabbet, bütün meşrepleri birbirine yaklaştıran, birbiriyle tanıştıran bir sır. Bugün bu sırra çok ihtiyacımız var. Şeyh Sadi’nin kalenderliğine, samimiyetine, irfani derinliğine ve dayanışmalarına ihtiyacımız var. Harput’un dünyayı umursamayan kalender Kadiri Şeyhi’nin genişliğine ve dünyayı aşan sükûnetine ihtiyacımız var. Ülkücüleri, İslamcıları, serhoşları (İslam’a derin saygıları olan tövbe arayışındakiler) ve dervişleri ilahi muhabbetin gölgesinde tutabilen irfan ehline ihtiyacımız var.

Yeni Şafak / Ergün Yıldırım