Aslında soru şöyle sorulabilirdi: Millî Eğitim Bakanı Nureddin Topçu’dan haberdar mı?
Soru cevabını ifşa ediyor aslında. Tanısaydı, okusaydı başka, bambaşka bir programla çıkardı karşımıza.
Asıl felaketimiz, diplomalı okur yazarlığı çoğaltmak, gerçek okur yazarı azaltmak; “milli eğitim” bunu yaptı ve yapmaya devam ediyor.
Türkiye diplomalı okur yazarlıkta, ilk öğretimde yüzde yüze yaklaşıyor. Bu alfabe inkılâbı yapılırken en yakın hedefti. Mustafa Kemal Paşa 1928’de Sarayburnu konuşmasında bütün milletin en fazla on-on beş yıl içinde okur yazar olacağını söylemişti; Latin harfleri sayesinde tabiî… Harf inkılabından on yıl sonra vefat ettiğinde, okur yazarlık oranı yüzde yirmilerdeydi.
Alfabe ile okur yazarlık arasında kurulan bu ilişki inandırıcı olabilir mi? Arap alfabesi okur yazarlığa mâni, Latin alfabesi ile mesele çözülür! Kemal Paşa’nın tezi sağlığında iflas etmişti. Şu sıralar Latin alfabesi kullanan Türkiye ile Arap alfabesinden vazgeçmeyen İran’ın okuryazarlık oranları neredeyse aynı.
“Arap alfabesi”ne rahmet okutan yazı sistemleri var dünyada. Çin, Kore, Japon yazıları…Üç ülkede de okuryazarlık yüzde yüze yaklaşıyor. Japonlarda alfabeler kademe kademe. Birinci kademede Katakana alfabesi var ve 46 karakterden oluşuyor. Kanji alfabesinde onbinlerce karakter varmış, 1945 karaktere düşürülmüş. Bunların dışında özel isimleri yazmak için 983 karakterlik bir liste de mevcutmuş…
Milleti yüzde yüz diplomalı okuryazar yapmamıza az kaldı, peki sonuç ne? Türkiye kitap okurluğu sıralamasında diplerde yer alıyor. Orta öğretim öğrencilerinin okuduğunu anlama konusundaki vahim durumu Pisa ölçümlerinde ortaya çıkmıştı.
Başarıyı rakamlarda, istatistiklerde aramak neyi değiştiriyor? Bütün milli eğitim bakanları daha çok okul yapmakla, derslik açmakla, ikili öğretimi kaldırmakla öğündüler. Bunlar öğünülecek şeyler elbette. Fiziki şartları iyileştirmek gereklidir, fakat yeterli midir? Bunun üzerinde duran olmadı.
Konuyu dağıttık sanki. Nureddin Topçu, Türkiye’de eğitim-öğretim sistemi ile ilgili düşünen ve sıradanlığa düşmeyen nadir fikir adamlarımızdan birisi. Kendisi maarifin içinden geliyor, 40 yıl lise öğretmenliği yapmış. Gerçek anlamda “muallim”. Yalnız Nureddin Topçu, eğitimin, öğretimin daha doğrusu “maarif”in ruhunu kavramış ve ona göre düşüncelerini derinlemesine ifade etmiştir.
Şu sözü hüsnü hatla yazıp maarif vekillerinin fonuna asmak gerekir: “Öğrenmek zekânın, yapmak ahlâkın işidir!”
Koskoca bir maarif sistemini yalnız bu cümlede ifade edilen hükme göre tanzim etmek mümkündür. Milli Eğitim, adına rağmen gerçekte öğretim bakanlığıdır. Eski yeni, gerekli gereksiz bilgilerin genç beyinlere aktarıldığı devasa bir cihazdır. Bu aktarma işindeki başarısı ayrı mesele, bu bilgilerin gençleri merak uyandırarak araştırmaya sevk etmesi durumu ile karşılaşmıyoruz. Gençlerin ite kaka da olsa kitap okumaya, ufuklarını genişletmeye yönelik bir tutumlarının olmaması en güçlü delilimiz.
Topçu, “çocuğa herşeyi öğreten mektep onu ne kadar düşüncesiz yapabiliyor” diyor. Tahsil aslında bilgi öğretmek yanında değer kazandırmalıdır. Milli Eğitim gençlerimize hangi değerleri kazandırıyor? Nureddin Topçu, eğitim sistemi içinde değer kazandırıcı müfredatın nasıl bir değişim geçirdiğini şöyle özetliyor: “İnsanı düşündürecek felsefe kültürü okullarda şöyle bir inkılâp geçirdi. Önce metafiziğin Allah bahsi lise programlarından çıkarıldı, sonra Allah’a götürüyor diye ruh bahsi de atıldı. Daha sonra varlık üzerinde düşündürdüğü için bütün metafizik bahisleri lise felsefe programlarından çıkarıldı. İnsanı tanıtan ahlâk bahsi lise felsefe programların ufak bir köşesine sıkıştırıldı…”
Topçu’nun söylediklerine son noktayı biz koyalım: Ve sonunda felsefe dersleri seçimlik hâle getirildi!
Topçu’nun asıl mesleği “muallimlik”ti. İlim kökünden “muallim”in çağrışım zenginliği karşısında “öğretmen” “sözcüğü!” ne kadar âcizdir!. Topçu bir mürebbî olarak şöyle söylüyordu: “Gencimizin ruhu sarsıntı halindedir. Gençler spor, siyaset ve kazançtan ibaret üçüzlü hayat maddeciliğine daha beşikten blaşlıyarak meftun yetişmektedirler. Bu üçüzlü belâ onların ruhunda güneş ve tabiat, aşk ve miraç yaşatmıyarak, varlığını maddenin altında ezilmiş bir iskelet halinde beşikten mezara kadar takip ediyor ve bir çelenkle sarıp toprağa teslim ediyor.”
Türkiye’nin Maarif Davası Milli Eğitim Bakanı’nın başucu kitabı olmalı!
Not: Bu yazı başlığını on yıl önce de kullanmışım. O zaman -hikmetinden sual olunmaz- bir hanım bakan yapılmıştı. Tabii sorumuz cevapsız kalmıştı, şimdi de cevap beklemiyoruz.
Kitap hattı:
Bana Öğretmenini Söyle!
Öğretmen, fakat şair Hüseyin Akın’ın kitabı. Öğretim sistemi üzerinde içeriden konuşan, yazan çok fazla yok. Öğretmenler robotlaşmış âdeta. İnsan yetiştirmekle bitki yetiştirmek arasındaki fark üzerinde düşünen çok az. Hüseyin Akın bu basmakalıplığa karşı kalemini esirgemeyen bir yazar. Bir kitap dolusu yazı, sırf başlıklarını okumak bile sarsıntıya yol açıyor. Onun kitabını okurken Topçu okumuş bir öğretmenin duyarlığına sahip olduğu görülüyor. (Şule yayınları, 0212 528 23 57).
Karar / D. Mehmet Doğan