Mescid

Kur’an dilinde bazen ‘beyt’ kelimesiyle de mescid kastedilir. Kur’an’ın çok açık tasrihi ile sabittir ki, yeryüzünde “Âlemler için mübarek ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (beyt: mâbed) Mekke’deki (Kâbe)dir.”

Mescid kelimesi, secde etmek fiilinden türemiş bir ism-i mekân olup, secde edilen yer anlamına gelir. Secde, iki türlüdür. Biri, canlı ve cansız bütün varlıkların / âlemlerin ister istemez Allah’a boyun eğmesi, O’na teslimiyet göstermesidir. Bu, kevnî bir secdedir. Yaratılmış olan her şey, Allah’ın kendisi için yarattığı işlevi -bilinçli ya da bilinçsiz olarak- yerine getirir. “Göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey, gölgeleriyle birlikte ister istemez sabah akşam Allah’a secde ederler.” (13/Ra’d, 15). Canlı bir organizma olarak insan da bu anlamda (gayri ihtiyârî) secde eden varlıklar kapsamındadır. Bu anlamıyla bütün kâinât bir tür mescid durumundadır.
İkinci tür secde ise sadece insana mahsustur ve iradîdir, bilinç eseridir, îmâna dayanır. ‘Mescid’ dendiğinde işte, insanın bu bilinçle secde ettiği mahal anlaşılır.
Secde, insanın alnının, burnunun, iki eli, iki dizi ve iki ayağının yere değdiği, âlemlerin Rabbi Allah’a tam bir teslimiyetin, kulluğu ifade etmenin gerçek bir biçimidir. Bu açıdan ‘mescid’ önemsenmeye değer bir mekandır. Secde kelimesi, Allah’a ibadet etmekten kinaye olarak da kullanılmakta ve Kur’an literatüründe ‘mescid’ denilince, sadece alın, burun, eller ve ayakların yere konduğu bir yer değil, genel anlamda Allah’a ibadet yapılan ma’bedler anlaşılmaktadır. Mescid kelimesi bazen ‘secde’ anlamında da kullanılmaktadır. (7/A’raf, 29, 31).
Kur’an dilinde bazen ‘beyt’ kelimesiyle de mescid kastedilir. Kur’an’ın çok açık tasrihi ile sabittir ki, yeryüzünde “Âlemler için mübarek ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (beyt: mâbed) Mekke’deki (Kâbe)dir.” (3/Al-i İmran, 96). Bu mâbedde apaçık işaretler, beyyineler, kanıtlar bulunmaktadır. (3/Al-i İmran, 97).
Daha Yesrib’e hicret edilmediği, dolayısıyla Müslümanların Peygamber Mescidini henüz inşâ etmedikleri dönemde, yani Mekke’de bulunan Kâbe’nin (Beytullah) haremine ‘el-Mescidul Harâm’ denmiştir. ‘Haram’ kelimesi kutsal, mukaddes, saygın anlamına gelmektedir. Kur’an’da bu terim, bizzat Kâbe anlamında kullanıldığı gibi, Kâbe’nin etrafındaki harem bölgesi anlamında da kullanılmıştır. Eğer ‘el-Mescidul aksâ’ tabiri ile, Kudüs’teki Süleyman mâbedinin kastedildiği kabul edilirse, Kur’an’ın zikrettiği ikinci en eski mescidin burası olduğu açıklık kazanmış olacaktır.
Aynı zamanda yeryüzündeki bütün mü’minlerin kıblesi olan Mescid-i Haram (2/144, 149-150) bu niteliği ile kendisini merkez, yeryüzündeki bütün mü’minleri ise bu merkez etrafında halkalar halinde saf tutmuş büyük bir cemaat halinde algılamamıza imkan vermektedir. Bir tek Allah’a iman eden, bir Peygamber’in önderliğinde, bir tek kıble (Mekke / Mescid-i Haram) etrafında saf bağlayan bir tek ümmet… Evrensel bir âile, evrensel bir cemaat, evrensel bir ümmet bilinci…
Görüldüğü gibi Muhammed (a.s) ve ilk mü’minler mescid kavramına henüz İslam’ın başlangıç döneminde aşina idiler. Çünkü yeryüzünün bu ilk mescidi el-Beytül Atîk’in (22/Hac, 29, 33) etrafında yaşıyorlardı. Bulundukları şehrin Mekke (Bekke)nin merkezinde Mescid-i Haram bulunuyordu. Müslümanlar için mescid kavramı o kadar bildik bir şey idi ki, Peygamber (a.s)ın en sadık dostu Ebubekir (r.a) kendi evinin bir bölmesini mescid edinmişti ve müşrikler bundan rahatsızlık duydukları için, o mescidi kapatması yolunda baskı yapmışlardı. Çok ilginçtir, ondört asır öncenin o günkü müşrikleri de, böyle bir mescidin Mekke’nin müşrik insanlarını Muhammed’in yeni dinine girdirmede bir ‘baskı’ unsuru, zorlama sebebi olabileceği(!) şeklinde kaygı taşıyorlardı. ‘Başörtüsü’ tartışmaları bağlamında, bunu toplumun geneli için bir baskı unsuru(!) olarak gören yorumlar bu bakımdan, Müslümanlar tarafından daha bir anlaşılır bulunmalıdır!
Rasûlullah (a.s)ın, Yesrib’e hicret eder etmez ilk iş olarak orada bir mescid inşa ettiği malumdur. Aslında ilk mescidin, henüz Medine’ye girmeden önce, 15 gün veya daha az bir süre kaldığı rivayet edilen Kubâ köyünde onun tarafından yaptırıldığı da bilinmektedir. Daha sonraları Rasûlullah haftanın belirli günlerinde bu mescide gidip namaz kıldırmıştır.
Medine’de Rasûlullah’ın da bizzat çalıştığı, mü’minler tarafından yapılan, oldukça basit malzemelerden yapılan sâde mescid, Mescid-i Nebî adını almıştır, hala da bu adla anılmaktadır. Bu mescid, gerek muhâcir, gerekse ensâr mü’minlerin sanki alın terleriyle birlikte imanlarını, azim ve kararlılıklarını, İslam’a, Rasûlullah’a olan bağlılıklarını, İslam yolundan dönmeyeceklerine dair yeminlerini, elleriyle ördükleri duvarların arasına harç niyetiyle akıttıkları bir yapıydı. Burası adeta İslam’ın ilk tüzel çocuğuydu. Yükselen, sanki mescidin duvarları değil de, İslam’ın yeryüzüne kök salan âmentüsüydü. İşte bu yüzdendir ki, Rableri’nin, “Daha ilk günden temelleri takvâ üzere kurulan mescid, içinde namaz kılmana daha layıktır” (9/Tevbe, 108) biçimindeki övgüsüne mazhar olmuştur. (Bu ayette kastedilenin Kubâ mescidi olduğu ileri sürülmekte ise de, bu yorum isabetli değildir). Çünkü bu Mescid’de temizlenmeyi, yani şirkten ve nifaktan arınmayı seven adamlar vardır. Allah’ın da sevdiği işte bu kimselerdir. (9/Tevbe, 108).
Peygamber (a.s)ın, çıkmak zorunda kaldığı memleketinden yeni geldiği Yesrib’de, ilk iş olarak bir mescid inşa etmesini nasıl yorumlamalıdır? Bu hâdise bize göstermektedir ki, yeni bir İslam toplumunun inşası, mescidden geçmektedir. Mescid Müslüman bir toplumun merkez üssüdür. Mescid, dört duvarla çevrili sıradan bir mekan değildir; o bir mâbeddir, Yaratıcı ile buluşulan, Allah’a ibadet edilen, Yaratıcı adına Peygamber’e (İmam’a) ahid verilen, kalp ile kafanın, akıl ile duygunun birleştiği bir kürsüdür. Herkes bilmektedir ki İslam’da bütün yeryüzü mescid hükmündedir. Allah’a secde etmek için illa da dört duvarla çevrili bir bina gerekmez. Fakat İslam toplumunun kalbi mesabesinde olması, birlikteliğin, cemaat ruhunun neşvü nema bulduğu, ‘İslam cemaati’ denilen sosyal varlığın fiiliyata geçtiği yer olması nedeniyle mescid kaçınılmazdır. Yani o dört duvarla çevrili mekan, oraya gelen mü’minlerle, mü’minlerin imamı ile ve mü’minlerin akîdesi (ideoloji) ile mescid olmaktadır.
Mescid aynı zamanda bir mekteptir. İslam’ın ilk dönemlerinde mescidler aynı zamanda medrese görevini ifâ etmekteydiler. Rasulullah’ın suffesi bunun ilk adımıdır.
Mescidler sadece ve sadece Allah içindir. Mescidde sadece Allah’a tapılır, Allah’dan gayrı bütün sanal, sözel, tüzel, kişisel, soyut veya somut putlar kesin bir dille reddedilir. Orası, Allah’dan başka hiç kimseye prestij edilmeyen bir ‘beytullah’dır, Allah’ın evidir. Allah’ın evinde Allah’dan başka kimin adı seslendirilir? Mecazen Allah’ın evi sayılan mescidlerde Allah’dan başka hiç kimseye ibadet edilmemesi için Kur’an açıkça uyarmıştır. (72/Cin, 18). Öyleyse mescidlerde Allah’ın dışında hiçbir insan veya ideoloji ta’zim edilmemeli, şirk koşulmamalıdır. Bu akideye bağlı kalan Müslüman geleneği, câmî ve mescidlerde herhangi bir resim, heykel v.b. bulundurmamış, sadeliğe önem vermiştir. Müslümanların camileri gerek mimari olarak gerekse sadelik ve ferahlık olarak oldukça etkileyicidir.
‘Allahu ekber’ sanki mescidin kod adıdır. İlâyı kelimetullah mescidden başlar. İslamî tebliğin merkezi mesciddir. Bu sebeple belirtilmelidir ki, mescid gibi bir kuruma sahip olan mü’minler, eğer ‘misyonerlik faaliyetleri’ gibi işleri kendileri için tehlike olarak görüyorlarsa, bunda bir tersliğin olduğu düşünülmelidir.
Bizzat Kur’an’ın ültimatomu ile sabittir ki, Mescid-i Haram insanlar için bir kıyam merkezidir. (5/Maide, 97). Mescid-i Haram’ın birer şubesi durumunda olan diğer mescidler de İslamî kıyamın, dirilişin ve yeniden İslamlaşmanın merkezleri olmak durumundadırlar. İslamî tebliğ gibi İslamî hareket de mescidden başlamalı ve mescidden yönlendirilmelidir.
İslam toplumunun yapılanmasının mescid merkezli olduğunu anlamak için, Peygamber (a.s)ın, tıpkı mescid gibi mütevâzî odalarını (hucurât) mescide bitiştirmiş olmasına bakmak gerekir. Bu yolla Peygamber (a.s) dinle dünyayı, dinle âhireti, din işleriyle dünya işlerini ayırmamış, bunların bir bütün oluşturduğu mesajını vermiştir. Hayatı, yaratılışı, varlığı, insanı bölen putperest seküler medeniyetin aksine, Din, bunları bir bütün kabul etmektedir. Varlığa, hayata, fıtrata yabancı putperest medeniyet, oluşturduğu iğreti toplumun merkezinden mescidi tard etmiş, onun yerine insanın zevklerini tatmine hitap eden tüketim ve eğlence merkezlerini, bankayı, borsayı, marketleri v.b. yerleştirmiştir. Günde beş kez Allah’a secde etmekten imtina eden, mescidden yalıtılmış bu iğreti toplumlar ömürlerini, anılan seküler merkezlerde şeytana secde ederek tüketmektedirler.
Şüphesiz mescidin esas işlevi, namazın ikamesidir. Fakat Peygamber (a.s)ın mescidinin sadece beş vakit namazın kılındığı ve namaz bitiminde kapısı kilitlenip çıkılan, içinde ‘dünya kelamı’ edilmeyen bir yer olmadığı gerçeği üzerinde düşünüp ibret almak gerekir. Mescid-i Nebî aynı zamanda Rasûlullah’ın devleti yönettiği siyasi bir merkez, askerî kararları istişare ettiği karargâh ve mü’minlerin bir anlaşma ile kardeş kılındığı faaliyet alanıydı. Bununla beraber şu bir gerçek ki, Mescid-i Nebî bir sivil toplum kuruluşu (STK) değildi.
Rasûlullah’ın, hariçten gelen elçileri de burada kabul ettiği bilinmektedir. Mü’min cemaatin meseleleri burada çözülmekte idi. Öyle ki mescid, bugünkü anlamda bir basın-yayın merkezi işlevini de üstlenmişti. Medine’de inen Kur’an ayetleri buradan, muhataplarına yayınlanıyor, alınan tepkiler bilahare yine buradan cevaplandırılıyordu.
O gün mescidde temerküz eden bütün bu fonksiyonlar, kendi kurumlarına ayrışmış, artık bunların her biri kendine ait binalarda ifâ edilmektedir. Fakat bu durum bizi, mescidin artık günümüzde işlevini büyük oranda yitirdiği gibi bir zehaba götürmemelidir. Çünkü, mescidde yapılan işler azalsa da, sosyal, akîdevî ve siyasî tavrın belirleyici merkezi olmaktan hiçbir zaman çıkmayacaktır. İslam toplumunda bütün siyasi, askeri, malî ve idarî politikalar, mescidde olgunlaşan anlayış doğrultusunda belirlenecektir. Mescid bu kurumlara yön verecektir. Önemli olan mescidin, ‘beytullah’ olma özelliğini yitirmemesi, ‘mescid-i dırâr’a dönüşmemesidir.
İslam’ın sadr-ı evvelinde Peygamber’in mescidi, içinde ibadet edilen, Kur’an eğitimi ve öğretimi yapılan, dinin tebliğ edildiği bir merkez idi. İnsanların orada yatması ve uyuması da sorun teşkil etmiyordu. Hatta mescidde -günümüzde tamamen unutulmuş ve kimsenin yapmaya cesaret edemediği- îtikaf ibadeti (2/Bakara, 187) yapılıyordu. Ne zaman ki İslam, melik-i adûdların (zalim sultanların) inhisarına kaldı, o zaman mescid de işlevini büyük oranda yitirdi. ‘Beytullah’ telakki edilen mescidler bu sultanlar zamanında ‘beytül melik’e dönüştü. Artık mescidler melikler lehine kamuoyu oluşturulan propaganda merkezleri haline gelmişti. Bir şehre yeni tayin edilen bir vali ilk önce oranın en büyük mescidine (câmî) gidiyor ve halkla mescidde tanışıyordu. Emevî valisi zalim Haccac misali, halk içinde işleyeceği cinayetlerin haberini de mescidlerde ilan ediyorlardı.
Günümüzde mescidler fiilen açık, fonksiyon olarak kapalıdır, tatil edilmiştir. Bu mekanlarda ‘kelimetullah’ değil, egemen rejimlerin ‘kelimesi’ îlâ edilmektedir. Mescidlere halkın gelmemesi değil, bilakis gelmesi istenmektedir. Din karşıtı yönetimler mescidlerin tamamen ‘cemaatsiz’ kalmasını kesinlikle arzu etmezler. Çünkü dînî bir geleneğe yaslanan toplumu sinema salonlarında değil, mescidlerde laikleştirebilirler. Camiler, hele de Cuma günleri halkı İslam karşıtı siyasete angaje etmenin en önemli araçları durumundadır. İslam karşıtı yürütülen bütün politikalar, ‘camilerin açık’ olmasıyla kamufle edilmekte, bu politikaların tepki doğurmaması için kullanılmaktadır. Tesettür yasağını bin yıl -kıyamete kadar- sürdüreceklerini ilan edenler, camileri neden kapatmazlar? İşte camiler, halkın bunu anlamaması için açık tutulurlar. Dolayısıyla mescidler üzerinden yürütülen bu politika, laikliğin ‘ete kemiğe bürünmüş’ halidir.
Mescidlere ilişkin bu tutum sıradan bir siyaset değildir. Bunu anlamak için, Peygamber dönemine bakmak gerekmektedir., Mü’minlerin Mekke müşrikleri tarafından Mekke’den hicret etmek zorunda bırakılmaları Kur’an tarafından, “Mescid-i Haram ehlini oradan çıkarmak” olarak tanımlanır ve bu hadise bir fitne olarak değerlendirilir. Fitne ise adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. (2/Bakara, 191, 217). Laik sistemlerin mescidlere ilişkin politikalarının gerçek anlamda bir fitne olduğu ne zaman anlaşılırsa, mescidler işte o zaman tekrar asıl fonksiyonuna kavuşmuş sayılacaktır. Kur’an’da değişik vesilelerle müşriklerin mü’minleri Mescid-i Haram’dan çıkmaya zorlamalarına veyahut da, Hudeybiye’de önleri kesilerek mü’minlerin Mescid-i Haram’ı ziyaret etmekten alıkonmalarına atıf yapılır. (5/Maide, 2; 22/Hac, 25; 48/Fetih, 25). Kafirler, Mescid-i Haram’ın en yakın mütevellileri olmadığı halde, öyleymiş gibi davranıyorlardı. Halbuki mallarını, sırf insanları Mescid-i Haram’dan engellemek için harcıyorlardı. (8/Enfal, 34, 36). Demek ki tarihin hangi döneminde hangi müşrik sistem mescidler için bir harcamada bulunuyorsa, bu harcamalar sadece ve sadece insanları Allah yolundan engelleme amacına yöneliktir.
Mekke müşrikleri, İbrahim Peygamber’in, oğlu İsmail’le birlikte, Allah’a şirk koşmamanın, O’na ibadet etmenin ve dini sadece Allah’a has kılmanın merkezi olarak yaptıkları Kâbe’ye açıkça tahakküm ediyorlardı. Halbuki müşriklerin, böyle bir mescidin koruyucusu, mütevellisi olmaya hakları olmadığı gibi (8/Enfal, 34), ne Mescid-i Haram’ı ne de Allah’ın diğer mescidlerini imar etme hakları yoktur. (9/Tevbe, 17-18). Hatta müşrikler şirkleri sebebiyle necis kabul edilirler ve Allah’ın mescidine yaklaşmamaları istenir. (9/Tevbe, 28). Bu yasak hicri 9. yılda gelmişse de kıyamete kadar geçerlidir.
Allah’ın mescidlerini müşrikler imar edemezler. “Allah’ın Mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve sadece Allah’dan korkan kimseler imar edebilirler. İşte bu kimselerin hidayete ermişler olmaları umulur.” (9/Tevbe, 18). Bu ayetin devamında, Mekke müşriklerinin hacılara su vermeleri ve mescide bakıp çekmeleri tenkid edilerek, bunun onların sâlih kimseler sayılmaları için bir ölçü olmadığı, zira insanların iyiliklerinin, Allah’a ve âhiret gününe iman etmekle ve Allah yolunda cihat etmekle anlaşılabileceği açıklanmaktadır. (9/Tevbe, 19). Bu ayetler bizim için ne ifade etmektedir? Demek ki her çağın mürâî müşrikleri, iman etmeyi gerektirmeyen, zevahire yönelik bazı ‘hayır’ görünüşlü işler yapabilirler, fakat bu yoldaki çabaları ve yaptıkları masraflar sadece insanları kandırmak içindir, insanları Allah’ın yolundan engellemek içindir.
Müşriklerin mescidleri imar etmelerini, bizzat kendi elleriyle mescid yapmaları veyahut da bizatihi mescidlere halı-kilim sermeleri şeklinde anlamamak gerekir. Müşriklerin mescid yapımına izin vermeleri, bu konuda zorluk(!) çıkartmıyor olmaları, mescidlerin ve görevlilerin masraflarını karşılıyor olmaları, yukarıda yer verdiğimiz Tevbe suresinin 17-19. ayetleri kapsamı dışında değerlendirilemez. Çünkü hangi dönemin müşrikleri olursa olsun, bunlar, sadece insanları Allah yolundan engellemek için bunca masrafı yaparlar. Mescidler ibadete açık(!) tutularak, topluma, kendilerinin din düşmanı olmadıkları, kendilerinin de ‘müslüman’ oldukları mesajını vermek isterler. Mescidlerde elbette ayetler ve hadisler ışığında vaazlar yapılmaktadır, fakat bu vaazlar, Kur’an İslamı’nı anlatmadığı ölçüde tolere edilmekte, ayetler ve hadisler bu doğrultuda tevil edilmektedir. Dolayısıyla Allah’ın indirdiği Din değil, rejime hizmet eden muharref bir din anlatılarak kitleler yanıltılmakta, din adına alternatif bir din, zalimlerin hoşuna gidecek bir ‘başka islam’ empoze edilmektedir.
Kur’an, Allah’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasını yasaklayan ve mescidlerin harâb olması için çalışan kimselerden bahseder ve onların en zalim kimseler olduğunu ifade eder. (2/Bakara, 114). Fakat bazı zamanlar bu zalimler Allah tarafından, bazı kulları eliyle engellenmektedir, aksi taktirde bütün ibadethaneler yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. (22/Hac, 40).
Bu anlatmaya çalıştığımız durumun örneği Rasûlullah (a.s) zamanında mescid-i dırâr olarak ortaya çıkmıştır. Mescid-i dırâr, kelime olarak ‘zarar veren mescid’ anlamına gelmektedir ve İslam’ın önünü kesmek, Muhammed (a.s)ın cemaatine fitne girdirmek için münafıklar tarafından tasarlanmış çok ciddi bir nifak projesidir. Fakat Allah’ın uyarısı ile Rasûlullah (a.s) o mescide gitmemiş, içinde namaz kılmamış (9/Tevbe, 107-108) ve hatta arkadaşlarını göndererek o nifak merkezini yıktırmıştır.
Dırâr Mescidi bağlamında çok önemli bir husus vardır. Münafıklar kafirlik olarak, tamamen zarar vermek için ve mü’minler cemaati arasına nifak sokmak ve Allah’a ve Rasûlü’ne savaş açmış bir adama destek vermek amacıyla böyle bir merkez kurmuşlardı. Fakat Kur’an onların bu nifaklarını ortaya çıkarttı, deşifre etti. O gün bu olayı vahiy açığa çıkardığı için hiç kimsenin itirazı mümkün olmamıştır. Fakat bugün aynı tür nifak merkezlerine dikkat çeken, münafıkların nifaklarına karşı mü’minleri uyaran kimseler, münafıklar tarafından, insanların niyetlerini okuma, yargısız infaz gibi yaftalarla damgalanmakta ve mü’minler tereddüte düşürülmektedir. Her çağdaki mescid-i dırârları deşifre etmek için vahiy mi gelmesi gerekir? Bu olayın Muhammed (a.s) zamanında vukû bulmuş olması ve buna ilişkin vahyin yönlendirmesiyle Peygamber (a.s)ın takındığı tavır, her dönem için örnek olamaz mı? Olaya bu açıdan bakan mü’minler, tereddütlerini gidermelidirler.
Şu var ki, günümüzde ‘mescid-i dırâr’, bizatihi mescid dışındaki kurumlar da olabilmektedir. Mescidin esas fonksiyonu Allah’a ibadet edilen yer olmasıdır. Buna göre, İslam’a alternatif olarak öne çıkartılan, Amerikan İslamı, liberal İslam, laik-demokratik İslam v.b. sahte İslamları kotaran kurumların hepsi de mescid-i dırârın modern versiyonu olarak algılanmalıdır. Allah’a ve Rasûlü’ne harp açmış sistemlerin eliyle işletilen bu kurumların dînî söylemleri mü’minleri aldatmamalı, Rasûlullah’ın mescid-i dırârda namaz kılmaktan men edilmesi misali, mü’minler de oraları meşrulaştıracak her türlü ilişkiden, tutum ve davranıştan kaçınmalıdırlar.
Biz Müslümanlar ‘mescid’siz yapamayız, mescidsiz bir hayat tasavvur edemeyiz. Mescid bizim evimizdir. Yeryüzünde bulunan binlerce mescid, gerçek fonksiyonuna döndürülmeyi beklemektedir. Bu süreçte ilkin, tıpkı Mûsâ ve Hârun’a emredildiği gibi (10/Yunus, 87), bizler de evlerimizi birer mescide dönüştürmeliyiz. Evlerimiz tıpkı Ebubekir (r.a)ın yaptığı gibi mescid olmadan, mahallemizde, ülkemizde ve yeryüzünde mescid inşâ edemeyiz.
Gayri Müslim kavimler sanırım, bu kadar mescide sahip olup da, sosyal, siyasi, fikrî ve dînî açıdan nasıl bu kadar sefâlet içinde bulunduğumuza şaşmaktadırlar. Yerine göre düşmanımızın şaşkınlığını gidermek ise hepimizin hayrına olacaktır…