Mehmet Can, “Fail-Fiil Ayrımı“nı anlattı

Özgün-Der'de bu hafta konu "Fail-Fiil Ayrımı" idi. Mehmet Can'ın programdaki konuşmasının tam metnini dikkatlerinize sunuyoruz

i“Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını-fazlasını yüklemez.

Herkesin kazandığı (hayır) lehine, yaptığı (kötülük de) aleyhinedir.

“Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma!Rabbimiz bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!

Ey Rabbimiz, güç yetiremiyeceğimiz şeyi (biz yüklenmek istesek de) bize yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bizi esirge.Sen bizim Mevlamızsın (velimiz ve sahibimizsin). Kafirler topluluğuna karşı da bize yardım et.” (2-Bakara 286)

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun
Alemlere Rahmet olan Rasulullaha,
Ve tüm nebilere salat ve selam olsun!
Rahman’ın selamı siz değerli kardeşlerimin üzerine olsun inşaallah!

Değerli kardeşlerim!

Bildiğiniz üzere konu başlığımız “fail ve fiil ayrımı”.

Bizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilmiş olan Kitab-ı Kerim’i kendi bütünlüğü içerisinde doğru bir metot ile okumamız gerekirken, gerek bu metodu bilmemekten, gerekse nefsi zaaflar ve ön-kabullerle okumaktan kaynaklı olarak bazı hususlarda “ifrat ve tefrit” uçlarında gezildiğini görüyoruz. Şeytan ve dostlarının vesveselerle süslediği bu uç noktalarda gezenler ise bilerek ya da bilmeyerek hiç şüphesiz ki yine onları sevindirmekte ve onlara hizmet etmekteler… Bu uç noktaların oluşmasında kilit özelliği taşıyan meselelerden biri, hatta kanaatime göre en önemlilerinden biridir fail ve fiil ayrımı.

Bilindiği gibi “FİİL” olumlu ya da olumsuz bir iş-davranış anlamına gelirken, o fiili işleyen ya da o davranışta bulunan kişiye de “FAİL” denilmektedir.Peki ama bu ikisi birbiriyle bu kadar bağlantılıyken nasıl bir ayrımdan sözedilebilir? Bu ikisi birbirinden neden ve nasıl ayrı değerlendirilmelidir?

Yani örnek verecek olursak, nasıl olurda;

Çift sürene, çiftçi,

Ticaret yapana, tüccar,

Öğrenene, öğrenci,

Öğretene, öğretmen denmez?

Eğer bugün burada “FAİL” nedir?  “FİİL” nedir? Sorularına cevap arıyor olsaydık,  yine bu örnekleri verecek;

Çift sürmek fiil, çiftçi fail,

Ticaret yapmak fiil, tüccar fail,

Öğrenmek fiil, öğrenci fail,diyecektik…

Evet, belki dilbilgisi açısından durum böyle olabilir. Ancak meseleyi kavramsal olarak ele aldığımızda durum biraz değişiyor. Yine aynı örnekler üzerinden gidecek olursak;

Şehir hayatı yaşayıp geçimini ticaret yoluyla sağlayan bir adamın yaz tatilinde köyüne gidip akrabalarının tarlasında çift sürmesi bu adamı çiftçi yapmayacağı gibi çiftçi olan o akrabaların üç-beş mal alıp satmaları da onları hemen tüccar yapmaz!

Ya da bir öğrencinin kendisinden daha az bilgiye sahip olanlarla bildiklerini paylaşması o öğrenciyi öğretmen yapmayacağı gibi, hayatı boyunca öğrenmeye devam edecek olan öğretmenin de bu durumu kendisini öğrenci kılmaz…

Yani dilbilgisi yönünden fiili işleyen kişiye fail dense de hayatta örneklerini çokça gördüğümüz gibi failin işlediği fiil eğer o kişinin baskın vasfı değilse o kişi işlediği o fiille değil sürekli yapageldiği ve kendisinin baskın bir vasfı haline gelmiş fiille anılır… Örnekleri çoğaltmak mümkündür;

İlk defa yalanına şahit olduğumuz adama yalancı diyemediğimiz gibi,

Yalancı bir adamın doğrusuna rastladığımızda kendisine dürüst diyemeyiz.

Sakinliğiyle tanınan birisinin öfkelenmesi,

Öfkesiyle bilinen diğerinin sükuneti,

Cömertliğiyle tanınan adamın cimriliği,

Cimriliği ile bilinen diğerinin cömertliği… vesaire gibi…

Anlaşıldığı üzere bizler hayatlarımızda insanları bir vasıf ile anarken onların baskın vasıflarını dikkate alırız…Ve aslında İlahi kelama baktığımızda da kişilerden ya da faillerden çok fiillerden ve vasıflardan söz ettiğini görürüz. Kur’an’ın bu özelliğini evrenselliğinin bir getirisi olarak görmekle birlikte, bizlere de bu hususta bir usül öğrettiği kanaatindeyim.

Peki ama nasıl oluyorda dünya hayatına, yaşama dair olan meselelerde baskın vasfı dikkate alanlar, üstelik kendilerini Kur’an gibi bir kitaba nisbet ettikleri halde, önlerine gelene MÜMİN-MÜSLÜMAN-MUVAHHİD diyebildikleri gibi yine aynı pozisyondaki diğerleri önlerine gelene KAFİR-MÜNAFIK-MÜŞRİK diyebiliyorlar?

Dilerseniz yaşı müsait olanlara zamanda yolculuk, gençlere ise tecrübe sadedinde yakın geçmişimize bir göz atalım;

Uzun yıllardır geleneksel din anlayışının tesirinde kaldıktan sonra, apaçık bir tevhidi akideyle karşılaşan müslümanlar, güneşi unutturan hücre hapsinden, bir anda günyüzüne çıkarılan mahkumlar gibi aydınlık şaşkınlığına girmişlerdi. Tevhidi akideyle karşılaşmaları ve bu akideye iman etmeleri, hiç şüphesiz ki bu müslümanların dünyasını ve dünyaya bakışlarını değiştirmişti.

Tevhidi düşüncenin yansımasıyla, asırlardır karanlıkta kalan bazı yönelişler aydınlanmış ve kimlerin ne yaptıkları, ne durumda oldukları açıklık kazanmıştı.Çünkü tevhidin bilinmesi, şirkin ve şirki yönelişlerin de bilinmesini sağlamıştı.

Peki ne yapılacaktı?

Tevhide iman eden müslümanlar, içinde yaşadıkları çevreye ve hergün karşılaştıkları insanlara nasıl davranacaklardı?Tabi ki bu gibi soruların cevabı, sadece ve sadece şu sorunun cevaplanmasıyla mümkündü; Bizlere tevhidi ve tevhidin esaslarını ıklayan İlahi vahiy, bizleri bu önemli konuda hangi usule, hangi yola, hangi metoda davet etmektedir?”

Fakat bu önemli soru bazı kesimlerce hiç dikkate alınmadı. Kur’an-ı Kerim’in fiillere ve faillere yaklaşım konusundaki usulünü ve ehli kitab’a yaklaşım merhalelerini dikkate almak bir yana, bunların varlığını dahi bilmeyen bazı müslümanlar; fiilleri faillere, failleri fiillere nisbet ederek, en kısa yoldan sonuca gitmişlerdi!

Şu, şu fiiller şirk olduğuna göre, bu fiilleri işleyen her fail müşriktir. Dolayısıyle insanların kınamasından hiç çekinmeden, bu faillerin müşrik olduğu açıklanmalıdır.”

Ve açıkladılar da!

Anneler, babalar, abiler ablalar, dayılar amcalar…Hemen tekfir ediliverdi.Bu tekfir kasırgasına kapılanlardan biraz insaflı olanlar, tabi ki tebliğe de yer veriyorlardı.Bunlar karşı tarafı hemen tekfir etmiyorlar, Resulullah (s.a.v.)’in onüç yılda anlattığı gerçekleri, onüç dakika gibi uzun bir zamanda uzun uzadıya anlatıyorlar, sonra tekfir ediyorlardı!

Tevhidi bilgi ile muvahhid olduklarını zanneden bu insanlar, bu gerçekleri yaşamadan,bu gerçekleri yansıtmadan,bu gerçeklere yani İslam’a davet etmeden, zaten İslam’da olmayan insanları İslam’dan tekfir ediyorlardı! Sonuç ise malumunuz! Onları İslam’dan, kendilerini de insanlardan tecrit etmiş oldular.

Evet değerli kardeşlerim!

Yakın geçmişimizde bazılarımızın az bazılarımızın çokça düştüğü bir yanlıştı bu. Peki sonra ne oldu?İnsanlardan uzaklaşıp peygamberi bir metod izlediğini düşünen bu insanlarınbirbirleriyle olan bağları da ne yazık ki zamansız sorulara kurban gitti!

Kelime-i tevhid gerçeğinin genel düzlemde gündeme gelmesi, tevhidi akidenin ve tevhidle ilgili bazı kavramların açıklık kazanması, bunları kavrayan ve bu gerçeklere iman eden müslümanları birbirine yaklaştırmıştı. Bu dönemde gerçekleşen rahmetli yakınlaşma, müslümanların gündemine giren “Nasıl inanmalı?” sorusundan ve bu güzel soruya verilen gerçek cevaplardan kaynaklanıyordu.Geleneksel anlayışların, bid’at ve hurafelerin esas alındığı yorumlar, “Nasıl inanmalı?” sorusuna verilen tevhidi cevapları gölgeliyemiyor ve bunun aksine batıl itikadların gerçek çehresi günyüzüne çıkıyordu. Apaçık bir rahmet olan bu gerçekler, bu gelişmeler, rahmet dolu bu gerçeklere gönüllerini açan müslümanları birbirlerine yaklaştırmıştı.

Fakat bu rahmetli gelişmeler uzun sürmedi!Aynı itikada sahip oldukları için birbirlerini seven, birbirlerine yakınlaşan müslümanlar, itikadlarında bir değişiklik olmamasına rağmen birbirleriyle cedelleşmeye ve birbirlerinden uzaklaşmaya başlamışlardı. Karşılaşılan bu olumsuz durumun önemli bir nedeni ise, müslümanların gündemine zamansız giren Ne yapmalı?” sorusuydu.

“Tağutların yıkılması ve İslam’ın hakim olması için ne yapmalı?”

İşte zamansız olarak gündeme giren bu soru, aynı itikadla birbirlerine yaklaşan müslümanları, ayrı çözümlerle birbirlerinden uzaklaştıran bir soru olmuştu!.Bu dönemde “Ne yapmalı?” sorusunun yerine, “Ne yapmamalı?” sorusu müslümanların gündemine girseydi, hiç şüphesiz ki durumların netleşmesi açısından daha hayırlıolabilirdi.Çünkü bu dönemde müslümanların nehyedilmesi gereken fiiller, müslümanlara emredilmesi gereken fiillerden çok daha fazlaydı.

Hatırlayanlarınız olacaktır, bu dönemlerde karşılaşılanİzmir’deki müslümanlar ne yapıyor?” sorusuna, Mehmed ALAGAŞ ağabeyimin bazı kardeşlerimizi kastederek verdiği “Allah’a hamdolsun ki bir şey yapmıyorlar!” cevabı,genel keyfiyetten duyulan bu endişenin özel bir ifadesiydi.

Nitekim Türkiye genelinde müslümanların gündemine giren “Ne yapmalı?” sorusu ve bu soruya aranan cevaplar, kaçınılmaz olarak müslümanların önemli ihtilaflarına neden olmuştu. Çünkü “Ne yapmalı?” sorusuna verilen ortak bir cevap yoktu. Ortak bir cevabın olması bir yana, bu soruya birbiriyle çelişen, birbirini tekzip eden cevaplar veriliyordu!

Tabi ki bu durum şaşırtıcı değildi!

Çünkü herkes kendi kimliğine, kendi kişiliğine, kendi anlayışına göre cevaplar üretiyor ve bu cevapları savunuyordu. Kimlikler ve yönelişler farklı olduğu için, ileri sürülen ve savunulan çözümler de farklı oluyordu.

Halbuki herhangi bir soruna çözüm aramak, çözüm arayan kimsenin bilgi, tecrübe, vasıf, yetenek, özlem ve idealleriyle ilgili bir hadiseydi. Mesela; geçim sıkıntısına çözüm arayan bir insan bahçevan ise çözümü daha çok ekin yetiştirmekte, madenci ise daha çok maden çıkarmakta arayacak ve geçim sıkıntısındaki insanları buna davet edecekti. Nitekim “Ne yapmalı?” sorusuna aranan cevaplar da, bu sorulara cevap arayan kimselerin keyfiyetlerine göre değişiyordu!Genelde sadece fiiller üzerinde duruluyor ve hayırlı görülen her fiil “Bu fiil hayırlıdır” denilerek savunuluyordu.Savunulan fiiller, görünürde gerçekten hayırlı fiillerdi.Fakat bu fiilleri işleyecek olan faillerin durumu neydi?

Savunulan fiillerde hayır olduğu gibi, bu fiilleri işleyecek olan faillerde de hayır var mıydı?Oysa hepimiz biliyoruz ki fiillerdeki rahmet, sadece fiillerin keyfiyetinden kaynaklanan bir rahmet değildir. Nice rahmetli fiiller vardır ki, rahmetli vasıflara sahip olmayan failler tarafından işlendiği zaman, hayra değil şerre neden olabilmektedir.

Mesela “tebliğ”, esas itibariyle rahmetli bir fiil olmasına rağmen, bu rahmetin tecellisi mübelliğin vasıflarıyla ilgili bir hadisedir. Bel’amların veya münafıkların veya fasıkların söylediği hak bir sözün yansıması ile, peygamberlerin veya peygamberleri örnek alan mü’minlerin söylediği hak bir sözün yansıması arasında muhteşem farklar vardır. Mübelliğin durumuna göre yapılan bazı tebliğler insanları İslam’a yaklaştırırken, bazı tebliğler ise insanları İslam’dan uzaklaştırmaktadır.Dolayısıyle işlememiz gereken rahmetli bir fiile karşı ilk hazırlığımız, bu fiile yabancı olmayan bir kimliğe yaklaşmamızdır.

Meseleye böyle yaklaştığımız taktirde, “Nasıl inanmalı?” sorusundan sonra “Ne yapmalı?” sorusunun gündeme girmesinin zamansız olduğunu anlıyoruz. Oysa  o rahmet dolu “Nasıl inanmalı?” sorusundan sonra Türkiye’de yaşayan müslümanların gündemine girmesi gereken soru şuydu;

“Nasıl olmalı?”

İnandığımız tevhid akidesine göre nasıl olmamız gerekir ve nasıl olmalıyız?

Şayet “Nasıl inanmalı?” sorusundan sonra “Nasıl olmalı?” sorusu müslümanların gündemine girseydi, inanç ve akidede ortak bir noktaya yaklaşan müslümanlar, kimlik ve kişilikte de ortak bir noktaya yaklaşabileceklerdi. İnanç ve akideden sonra kimlik ve kişilik noktasındaki bu yakınlaşma ise hem müslümanların kardeşliğini pekiştirecek, hem de dahasonra gündeme girecek olan “Ne yapmalı?” sorusuna aranan cevaplarda, bu müslümanları birbirinden farklı ve birbirinden uzak çözümlere yöneltmeyecekti.

Çünkü “Ne yapmalı?” sorusuna cevap arayan müslümanlar, mü’minlikte ve müslimlikte kucaklaşan, ortak kimliklerle ve ortak ölçülerle,ortak yönelişlerde bulunan müslümanlar olacaktı.

Ama öyle olmadı…

Peki çok mu geç kalındı?

Aslına bakarsanız bizlerin yaşadığı bu tecrübeler yeniden BİSMİLLAH diyerek doğrulursak hayatımızın geriye kalan bölümlerinde daha sağlam adımlar atmamızı sağlayacaktır.Muhammed aleyhisselama kırkından sonra peygamberliğin geldiği düşünülürse, yeniden BİSMİLLAH demek için nefes alıyor olmamızın yeteceği bir gerçektir.Hele ki gençlerimiz için, eğer ders çıkarırlarsa bu tecrübeler bazen örnek bazense ibret vesikasıdır…

Değerli kardeşlerim!

Rabbimizin lütfuyla Tevhid gerçeğiyle tanışmış olan bizler, şirkten uzaklaşmak adına şirk fiili işleyen insanlardan da uzaklaşmamalı, insanları o fiillerden uzaklaştırmaya gayret etmeli ve içinde bulunduğumuz Rahmet’e onları da davet etmeliyiz. Ameli şirk ile itikadi şirki birbirine karıştırmamalı kendisinde şirk fiili gördüğümüz herkese müşrik damgası vurarak, “müşrik hukuku” başlatmamalıyız.Peki bu ayrımı nasıl yapabiliriz?

Bildiğiniz gibi Amel; eylem, hareket, davranış yani FİİL manasına gelir. İnsanın bütün bir yaşantısında meydana gelen fiil, eylem ve davranışlarındaki şirklere, kısaca ameli şirk diyebiliriz. Ameli şirk, bizzat fiil ve eylemlerde meydana gelen şirktir.Mesela gaybı bildikleri inancıyla kahinlere gitmek,değişik maksatlar için büyü veya sihir yaptırmak,göz boncuğu takarak, bunlardan fayda ummak,ölülerden veya birer mahluk olan yaratılmışlardan gaybi yardım istemek,Allah’tan başkasına kurban kesmek, insanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklarıyla ilgili olan Allah’ın hükümlerine rağmen kendi istekleri doğrultusunda hükümler koymak veya bu şekilde hükümler koyan müstekbirlere oy vererek onları meşru görmek ve onlara destek vermek ameli şirklerdendir.

Ameli şirkin kaynağında itikadi şirk olduğu gibi, bazı hallerde itikadi cahillik de olabilir. Gerçi itikadi cahillikte de şirki inanışlar vardır ancak bu inanışlar, hakka rağmen inanışlar değildir. Mesela İslam’ın sadece bazı ibadetler değil, başlıbaşına bir hayat nizamı olduğunu anlamalarına, alemler üzerinde mutlak hakim olan Allah’ın, insanların yaşantılarıyla ilgili olarak hükümler vazettiğini bilmelerine rağmen; bu İlahi hükümleri reddeden müstekbirleri meşru gören ve onları oylarıyla destekleyen kişilerin ameli şirklerinin temelinde, itikadi cahillik değil, itikadi şirk vardır.

Bu gibi konularda resmi veya gayriresmi propagandalarla aldatılan, hakkı ve gerçeği bilmeyen kimselerin fiillerinde ise itikadi cahillik bulunmaktadır. Nitekim bütün bunları dikkate alan İslam, fiil fail ayırımını yapmakta, fiil ile fail arasında bilinç bağı varsa, faili fiile göre sıfatlandırmaktadır.Böyle bir bağ yok ise fiili şirk olarak nitelemesine ve fiilin failini müslüman görmemesine rağmen, bu faile hakkı bildiresiye kadar “Sen müşriksin” diyerek ‘Müşrik’ sıfatını vermemektedir.

Kısacası kardeşlerim!

İnsanlarla olan ilişki ve diyaloglarımızda fiil ve fail ayırımını dikkate almadığımız sürece sorunlarla karşı karşıya kalacağımızın bilincinde olmalıyız.Çünkü itidalli davranılması gereken bu diyalog meselesi, ifratların ve tefritlerin oldukça yaygın olduğu bir meseledir.İnsanlarla belli sınırlar dahilinde ilişki ve diyalogların sürdürülmesi, insanları kurtarmaya talip olan bütün müslümanların özenle üzerinde durmaları gereken bir meseledir.

Çünkü peygamberi davete icabet ederek kurtuluşu seçen bütün insanlar, peygamberlerin veya müslümanların rahmetle yaklaştıkları, aynı rahmetle diyalog kurdukları insanlardır.Önemli olan bu diyalogların İlahi prensipler çerçevesinde ve bu prensiplere uygun olarak gerçekleştirilmesidir.

Asr ı saadet dönemi müslümanlarının insanlarla olan rahmetli diyaloğu, cahili denizlerde bocalayan gemilere uzanan bir merhamet halatı gibidir. İlahi ölçülere olan sadakatleri ile sırat ı mustakim üzere olan bu müslümanlar ise, hiç kuşkunuz olmasın ki mustakim birer rıhtım gibiydiler. Bu müslümanların cahil insanların yanına gitmesi, onları ziyaret etmesi, elbetteki rıhtımdan ayrılmaları manasında değildi.Çünkü bu müslümanlar inançlarıyla ve amelleriyle, mustakim yolun, mustakim yolcularıydı.

Gemilerle rıhtımın ilişkisine, gemilerle rıhtımın diyaloğunu sağlayan halatlara bakarak, gemilerin rıhtımı sürükleyeceği endişesine kapılmak ise, böylesi müslümanlar için yersiz bir endişeydi. Çünkü gemilerle rıhtım arasındaki mesafenin küçülmesi ve bu iki unsurun birbirine yaklaşması demek, rıhtımın gemilere değil, gemilerin rıhtıma yanaşması demekti!

Dolayısıyle;

İnsanlarla diyalog kurmak ve bu diyaloğu istemek demek, insanlarla aramızdaki halatları atarak, bu insanların bizden tarafa yüzmesini beklemek değildir.

İnsanlarla diyalog kurmak ve bu diyaloğu istemek demek, diyalog için mustakim rıhtımdan ayrılmak ve gemilerden tarafa geçmek de değildir.

İnsanlarla diyalog kurmak ve bu diyaloğu istemek demek, su üstünde şişirilmiş dubalarla yüzen legal platformları mustakim birer rıhtım zannederek, küfür kayalıklarındaki Baba’lara halat uzatmak hiç değildir!

Fakat ne yazık ki, internet çağıyla birlikte insanlarla olan ilişkilerdeki doğru davranışlardan ziyade, yüzlerce yanlış yaklaşımların revaçta olduğu bir döneme geldik.Radikallikten veya muttakilikten ödün vermeyen birçok kardeşimiz, muttakiliği yanlış yorumluyorlar.

İlahi vahye göre nefislerine karşı muttaki, çevresindeki insanlara karşı müsamahakar davranmalarıgerekirken; nefislerine karşı müsamahakar, çevresindeki insanlara karşı muttaki davranmayı tercih ediyorlar!

Böylesine tersyüz edilmiş bir muttakilik anlayışı adına, en yakın akrabalarıyla dahi ilişkilerini koparıyorlar!Cahili toplumlarda yaşayan insanlarla olan ilişkilerinde, fiil fail ayırımı yapmayı hiç düşünmüyor her yanlış fiili, failiyle birlikte mahkum ediyorlar. İçkiden nasıl uzaklaşmak gerekiyorsa, içki içen insanlardan da aynı şekilde uzaklaşıyor, İslam’dan ve tevhidden bihaber olan insanların şirk olarak adlandırılan fiilleri, bu fiillerin failleriyle birlikte dışlıyorlar! Faizden nasıl nefret ediliyorsa, kapitalizmin şoku altında parasını bankaya yatıran, krediye ya da faize bulaşan şaşkınlardan da aynı şekilde nefret ediyorlar!

Yanlış fiillerden uzaklaşmak adına, bu yanlış fiillerin faillerinden, yani koskoca bir toplumdan da uzaklaşıyorlar!

Pekiiiii…

Buraya kadar hep insanlardan uzaklaşmaktan, köprüleri atmaktan bahsettik. Ya diğer taraf?Madalyonun öteki yüzü nasıl? Bir tarafta ifrat kol gezerken diğer tarafta tefrit hastalığı almış başını gidiyor!

İnsanlarla ilişki kurabilmek için her fedakarlığı yapan, her tavizi veren bu kimselerde de fiil fail ayırımıyok. Diyalog adına her faile yaklaşan, her faili hoş gören bu kimseler, faillerle birlikte fiilleri de hoş görme yanlışına düşüyorlar. Çünkü yanlış fiillerin faillerine hoşgörünebilmeleri için, faillerle birlikte, bu faillerin fiillerini de hoş görmeleri gerekiyor!

Nitekim bu çarpık mantıkla, şimdiye kadar neleri hoş gördüler ve neleri hoş görmüyorlar ki! Diyalog adına İslami ölçü ve prensiplerinden taviz veren bu insanlar, diyalog kuruyorlar kurmasına ama mustakim bir rıhtım olma özelliklerini de kaybediyor ve her rüzgarla sallanan birer tekne durumuna geliyorlar!Camilerdeki insanlarla diyalog kurmak için cami cemaatlarına, partilerdeki insanlarla diyalog kurmak için parti cemaatlarına, kulüplerdeki insanlarla diyalog kurmak için kulüp cemaatlarına girmek ve bunlarla hemhal olmak, bu kimselerce İslami bir vecibe kabul ediliyor!

Nitekim bir ayakları camide, bir ayakları partide, bir ayakları falan kulüpte, bir ayakları filan mecliste olan bu şaşkınlar, kırka bölünmüş kırkayak durumuna geliyorlar!

Oysa ki Kitab-ı Kerim’de bizlere bildirilen peygamber kıssaları genel olarak ele alındığında fail ve fiil ayrımının titizlikle yapıldığını aşama aşama yol alındığını görürüz. Örneğin Lut Aleyhisselam,rahmet dolu bir neden ile kavmini Allah’a ve Allah’a kulluğa çağırıyordu.

Yaptıkları kötülük ne olursa olsun, onları yine de tevbeye ve Allah’a kulluğa davet ediyordu.Çünkü tevbe ederek Allah’a yöneldikleri zaman, Rahman olan Rabbimizi hiç kuşkusuz ki affedici olarak bulacaklardı. İşlenen kötülükler ne kadar geniş olursa olsun, Rahman’ın rahmeti elbetteki daha geniş, çok daha genişti.

Affedilmeyecek yegane kötülük, kötülüklerden vazgeçmemek ve tevbe etmemek idi.Önemli olan yaşama fırsatını yitirmeden, tevbe fırsatını kullanmak, kullanıvermekti.

Merhamet dolu bu umudla onları tevbeye, onları kurtuluşa çağıran Lut Aleyhisselam, onları ikaz ediyor ve onlara şöyle sesleniyordu;

Siz, göz göre göre, yine de o çirkince utanmazlığı yapacak mısınız? Siz gerçekten, kadınları bırakışehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz?Hayır, siz (ne yaptığını ve bunun sonucunu) bilmeyen bir kavimsiniz.(27-Neml 54.55)”.

Kavmine olan bu hitabında “Göz göre göre” ifadesini kullanan Lut Aleyhisselam, bu ifade ile onların kalplerini değil akıllarını muhatap alıyor ve yaptıkları işin kötülüğünü ve acı sonucunu akletmelerini istiyordu.

Bu ifade ile “Sizler Allah’ın erkeği erkek, kadını kadın olarak yarattığını açıkça görüyorsunuz. Bunu göre göre fıtrata ve ahlaka aykırı bu rezaleti nasıl yaparsınız?” diyor ve merhametli bir yaklaşımla bu rezillikten vazgeçmelerini istiyordu.

Lut Aleyhisselam’ın bu apaçık daveti, sapıklıktan gözleri dönmüş şehir halkı tarafından ne yazık ki inkarla karşılanıyordu. Kendilerine yaptıkları işin çok pis olduğunu söyleyen ve onları temiz bir hayata davet edenLut Aleyhisselam’a kızgınlıkları artıyor, artık onları şehirlerinde görmek istemediklerini belirterek;

“Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen (ve temiz kalmak isteyen) insanlarmış!(7-A’raf 82)” diyorlardı.

Kendi yurdundan ayrılma kararının onlara değil Allah’a ait olduğunu çok iyi bilen Lut Aleyhisselam ise kavmini yine ikaz ediyor ve onlara (kurtulması umud edilen) bir insan olarak değer vermesine ve merhametle yaklaşmasına rağmen;

“Gerçekten ben sizin bu yapmakta olduğunuza öfke ile karşı olanlardanım.(26-Şuara 168)” diyerek, yaptıkları çirkin işlere karşı gerçek duruşunu beyan ediyordu.

Değerli kardeşlerim!

Lut Aleyhisselam’ın bu duruşu gerçekten önemli bir duruş,örnek alınması gereken bir yaklaşımdır. İnsanların yaptıkları kötü işlere nefretle yaklaşırken, bu kötülükleri işleyenlere merhametle yaklaşılması,İlahi vahyin öngördüğü bir davranıştır. Nitekim tüm peygamberler ve davasının bilincinde olan tüm müslümanlar, cahili toplumlarda fiil-fail ayırımıyaparak Allah’ın hoşlanmadığı fiillere yani yanlış olan iş ve eylemlere, kesin bir tavırla karşı dururlarken; bu fiilleri işleyen faillere merhametle yaklaşırlar. Çünkü Allah’ın hoşlanmadığı fiilleri işleyen bu faillerin, yanlış ve çirkin işler yapan bu kimselerin, ne yaptıklarını bilmeyen cahil kimseler olması söz konusudur.

Bu nedenledir ki; cahili toplumlarda insanlara hakkı tebliğ eden bütün müslümanlar, insanlarayaklaşımlarında fiil-fail ayırımıyapmalıdırlar. Allah’ın hoşlanmadığı filleri kesin bir tavırla reddederlerken, bu filleri bilinçsizce işleyen insanlara merhametle yaklaşarak, onlara yaptıklarıişin ne kadar kötü ve çirkin olduğunu anlatmalıdırlar. Fiil-fail ayırımı yapacak olan bu bilinçli müslümanlar, yanlış fiille birlikte, bu fiili işleyen faili reddetmedikleri gibi; merhametle yaklaştıkları faili hoşgörmek adına, bu faillerin yanlış fiillerini de hoşgörmemelidirler. Çünkü hoşgörü adına insanların yanlış ve çirkin fiillerini de hoşgördükleri zaman, kendileri de onlara yani o çirkin işleri yapanlara dahil olmuş olurlar. Nitekim Allah’tan ve Allah’ın azabından korkan Lut Aleyhisselam “Gerçekten ben sizin bu yapmakta olduğunuza öfke ile karşı olanlardanım” derken, bu sözü sadece kendisi için, kendi duruşunu beyan etmek için söylüyordu.Çünkü bir kötülüğü işlemek ile, o kötülüğü hoş görmek arasında önemli bir fark yoktur.Bu İlahi gerçeği çok iyi bilen Lut Aleyhisselam, kavminin yaptığıkötülüklere öfkeyle karşı olduğunu beyan ederek, o kötülükler ile kendisi arasına uzak bir mesafe koyuyordu.

Yani kardeşlerim!

Her ne kadar insanların Basın-yayın faaliyetleri ve sanal ağlarla kafaları iğdiş edilse de, dostlarını düşman, düşmanlarını dost olarak tanıyor olsalar da, müslümanların İlahi gerçekleri bilmeleri ve insanlara bu gerçeğin verdiği güven ve sıcaklıkla yaklaşmaları gerekir.

İnsanları sömürmek isteyen ve insanlara düşman olan politikacılar, insanlara dost gibi yaklaşırlarken, tüm insanları ve insanlığı kurtarmak isteyen müslümanlar, insanlara neden düşman gibi yaklaşsınlar ki!.

Günümüz müslümanlarının, bu hususu dikkate alarak insanlarla olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmeleri gerekiyor. İnsanları dışlayıcı veya hor görücü tavırlarla insanlara yaklaşmak, müslümana ve müslümanın misyonuna yakışmamaktadır.Çünkü toplumla alış veriş içinde olabilmek, yani toplumdan toplumsal gerçekleri alırken, topluma verilmesi gereken mesajı verebilmek, o toplumdaki insanlarla kurulan dialog ile mümkündür.Nitekim böylesi olumlu alış verişler, olumlu ve güzel ilişkilerle oluşturulan düzlemlerde gerçekleşebilecektir.

Bazı kardeşlerimiz belki de bu ifadeleri yine yadırgayıp; “Toplumdaki müşriklerle ve kafirlerle nasıl sıhhatli ve olumlu ilişkiler kurabiliriz!” diyecekler. Çünkü bu kardeşlerimiz, küfür veya şirk fillerine karşı göstermeleri gereken ve gösterdikleri tepkiyi, aynı şekilde bu fiillerin faillerine karşı da göstermektedirler.Oysa tekrar altını çizerek belirtmek isterim ki,bu fiilleri reddetmekle yükümlü olmamıza rağmen, faillere karşı biraz daha farklı, biraz daha esnek yaklaşmamız gerekir.

Çünkü Kur’an-ı Kerim öncelikle küfür veya şirk fiillerini yargılamakta, bu fiillerin ne olup, ne olmadığına açıklık getirmekte ve bu açıklıktan sonra o fiilleri işlemeye devam edenleri müşriklik veya kafirlikle yargılamaktadır. Küfür ve şirk fiillerini işleyen insanların özellikle Mekki surelerde “Ey müşrikler!” veya “Ey kafirler!” hitaplarıyla değil de, “Ey insanlar!.” hitabıyla muhatap alınması, anlatmaya çalıştığımız bu gerçeği beyan etmektedir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz özellikle Efendimiz (s.a.v.)’i ve onun şahsında bütün davetçi müslümanları, öncelikle bu yaklaşıma davet etmektedir;

Bismillah…..

“(Ey Muhammed) De ki: “Ey insanlar, eğer benim dinimden yana bir kuşku içindeyseniz, ben, sizin Allah’tan başka ibadet ettiklerinize ibadet etmiyorum, ancak ben, sizin hayatınıza son verecek olan Allah’a ibadet ederim. Ben, mü’minlerden olmakla emrolundum.” (10 Yunus 104)

Meseleyi sadece fiil bazında değerlendirecek olursak, Allah’tan başkasına ibadet eden kimseler en açık ifadesiyle müşriktir. Ancak ayet i kerimede de görüldüğü gibi bu kimselere yaklaşım “Ey müşrikler!” ifadesiyle değil, “Ey insanlar!” ifadesiyledir. Bu yaklaşımın özünde, Allah’a inandıklarını söylemelerine rağmen Allah’tan başkaşeylere ibadet eden bu kimseler müslüman kabul edilmemekle beraber, onların yine de insan olarak muhatap alınması ve onlara insan olarak bir değer verilmesi sözkonusudur.

Meselesine vakıf olan bir müslüman,müslümanlığa değer verdiği gibi insana, insanlığa da değer verir. “Müslüman olmayan kimselerin hiçbir değeri yoktur” ifadesiyle anlam kazanan yaklaşımlar, Kur’an-ıKerim’e uygun yaklaşımlar değildir.Hepimiz biliyoruz ki şanı yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de müslüman olmayan bütün bir insanlığı muhatap alarak ve onları kurtuluşa davet ederek, onlara insan olarak bir değer vermektedir. Dolayısıyle insani değerler, müslümanın reddedeceği veya hiçe sayacağı değerler değildir.

Herhangi bir insanı,insani değerlerin yücelerek somutlaştığı, müslüman bir kimliğe davet edebilmemiz için, onun insani değerlerine sahip çıkmalı ve bu insani değerleri bir kalkış düzlemi kabul etmeliyiz. Denizde boğulmakta olan bir insanı kurtarmak için; nasıl ki önce dibe batırıp, sonra yukarıya çekmek gibi bir uygulamada bulunmuyorsak, küfri veya cahili bataklıktaki insanları kurtarmaya çalışırken de, onları hor görerek, aşağılıyarak dibe batırmamıza hiç gerek yoktur.

İlahi davet için muhatap aldığımız bütün insanlara, öncelikle insan oldukları için değer vermemiz, insanlarla ilişkilerimizde gözardı edemeyeceğimiz bir prensip olmalıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’e göre onurlu müslümanlar, iyiyi kötüden ayırd edemeyen, kendileriyle alay eden, kendilerine değer vermeyen cahillere dahi, insan olmalarıhasebiyle bir değer vermekte ve onlara “Selam” diyerek, onların selametini dilemektedirler;

Bismillah…

O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendilerine muhatap oldukları zaman da “Selam” derler.” (25 Furkan 63)

Cahili toplumlarda yaşayan ve İlahi davetle yükümlü olan müslümanlar, iyiliğe iyilikle karşılık verdikleri gibi kötülüğe de yine iyilikle karşılık vermektedirler;

Bismillah…

“Ve onlar Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret mutluluğu) onlar içindir.”(13 Ra’d 22)

“İşte onlar; sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir ve onlar kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”(28 Kasas 54)

Kötülüğü iyilikle uzaklaştırmak,kötülük yapan insanlara merhamet duymakla ilgili bir meseledir. Ölümcül bir hastanın tüm hakaretlerine tahammül eden insanlar, nasıl ki o hastaya acıdıkları için tahammül ediyorlarsa; müslümanlar da kötülerin feci akibetini dikkate alarak onlara acımakta ve onları bu feci akibetten, cehennem azabından kurtarabilmek için iyilik ve merhametle yaklaşmalıdırlar.

Çevresindeki insanlara iyi ve güzel muamelede bulunan bir müslümanın, cahiller veya şirke bulaşan insanlar tarafından sevilmesi, bu müslümanın kimlik ve kişiliğini gölgelemez.

Bir müslümanın böylesi davranışlarda bulunarak müslüman olduğu için sevilmesi, topluma fiili bir tebliğ olup, sözlü tebliğ için de rahmetli bir zemin oluşturacaktır.Çünkü tüm insanlar,insan olarak değer verdikleri, sevdikleri kimselerin sözlerini dikkate alarak dinleyebilirler.

Kaba, hırçın veya bencil davranışlarımızla nefretini uyandırdığımız bir insana,İslami bir mesaj iletmemiz, iletebilmemiz mümkün değildir.

Topluma mesaj götürmek isteyen bir müslümanın, İslam’ın sınırları içindeki güzel davranışlarda bulunarak, insanlar tarafından sevilmeyi istemesi, kesinlikle ve kesinlikle bir maraz da değildir.

Çünkü müslümanlar bilirler ve iman ederler ki, bütün bir insanlık kendilerini sevse; bu sevgi, müslümanların Rabbimiz katındaki durumlarınıdeğiştirmez.Önemli olan Rabbimizin bizleri sevmesi ve bu sevgiye layık olmamızdır.

İşte bütün bunları dikkate alan bir müslümanın, insanlar tarafından sevilmeyi istemesi, bu müslüman için nefsi bir istek değildir. Burada önemli olan husus, o insan tarafından sevilmemiz değil, o insanın bir müslümanı sevmesi, sevebilmesi ve bu sevgiyle müslümanlığa yakınlaşabilmesidir.

Mesela şahsım olarak insanların beni sevmesini ve severek dinlemelerini isterim. Onlara kendimi sevdirebilmek için onlar gibi ölçüsüz davranmaktan Rabbime sığınmakla beraber, Rabbimin belirlediği sınırlar dahilindeki güzel davranışlarla, her vicdanda bulunan insani duyguları uyandırabilmek için özen gösteririm.Çünkü bilirim ki, benim bir müslüman olarak sevilmem, beni seven insanları İslam’a yaklaştırabilecek bir sıcaklık, bir yumuşaklık olacaktır.

Meselenin bu boyutuna dikkat ettiğim gibi, bunun aksi bir durumuna düşmekten de Rabbime sığınırım. İnsanlarla olan ilişkilerimde yaptığım bir hatadan dolayı, şahsımda İslam’ın ve müslümanlığın yargılanmasından Allah’a sığınırım.

Böylesi bir hatada bulunduğum zaman o insana “İslam’da ve müslümanlıkta böyle bir davranış yoktur. Yaptığım bu hata İslam’dan değil, benden kaynaklanan bir hatadır. Dolayısıyle bende gördüğün bu hatayı İslam’a nisbet ederek, İslam’ı bu şekilde değerlendirme..” derim.Çünkü güzel hal ve davranışlarla bir kişiyi İslam’a yakınlaştırmanın büyük bir hayır olduğunu bildiğim gibi, kötü ve çirkin davranışlarla bir kişiyi İslam’dan uzaklaştırmanın da başlı başına bir şer olduğunu bilirim.

Nitekim meseleye bu şekilde yaklaşan ve insanların hayrına vesile olmak isteyen bütün müslümanlar, insanlarla olan tüm ilişkilerinde, insanlarla yaptıkları alışverişlerde, iyilikten ve fedakarlıktan yana olan müslümanlardır.Müslümanların yoksul ve fakirlere yardım ederlerken din ayırımı gözetmeyen bir yaklaşımda bulunmaları da, insana değer veren aynı gerçekliğin bir başka boyutunu göstermektedir.

Çevremizdeki insanlara meşru işlerinde yardım etmemiz, onlara merhametle yaklaşmamız, aç ve yoksulların ihtiyaçlarını Allah adına gidermeye çalışmamız, evlilik çağına gelmiş gençlerimizi evlendirme çabamız, insanların birçok gerçeği müşahhas olarak görmelerine neden olmaktadır.

İktidar heveslisi politikacılar;

“Bizleri oylarınızla iktidara getirin de, sizlere yardım edelim!”yalanlarını uydururlarken, müslümanlar iktidar olmadan, iktidara gelmeden bu insani işlevi yerine getirmektedirler.

Nitekim İlahi davete öncelikle yoksulların ve fakirlerin icabet etmesi, müslümanların yaklaşımlarıyla somutlaşan bu gerçeği, öncelikle yoksulların ve fakirlerin görmelerindendir.İslam’ın insana değer verdiğinive insanın,İslam ile değer kazandığını bilmelerindendir.

Evet değerli kardeşlerim!

Ağır tecrübelerle öğrendiğimiz ve öğrenmeye de devam ettiğimiz bu mühim meseleyi kısacık zaman dilimine sığdırabilmek gerçekten kolay değildi. Tüm boyutlarıyla yeterince ele alamadığımı düşündüğüm fail ve fiil ayrımı meselesine en azından dikkatleri çekme ve üzerinde düşünmeye teşvik etme gayretim inşallah sizleri sıkmamış ve faydalı olmuştur. Son bir hatırlatma yaptıktan sonra sözlerimi başladığım gibi Allah’ın ayetiyle noktalamak istiyorum;

Unutmayalım ki;

İzmir’den Ankara istikametine yola çıkmış bir adamla Ankara’dan İzmir istikametine yola çıkmış başka bir adamın Afyon’da bir dinlenme tesisinde tanışıp birlikte çay içmeleri nasıl onları YOLDAŞ yapmıyorsa;

Haktan batıla doğru yürüyen ile batıldan hakka doğru yürüyenin bir noktada buluşması da bu kişileri yoldaş yapmaz. Zahiren aynı noktada gibi görünselerde esasen bambaşka yolun bambaşka yolcularıdırlar. Ve hiç şüphesiz bizlerin de onlara yaklaşımı bir olmayacaktır! Fakat hangi tavır ile yaklaşırsak yaklaşalım özünde “MERHAMET” duygusu olacaktır inşallah!

EUZUBİLLAHİMİNEŞŞEYTANİRRACİM BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

“Ey iman edenler, Allah yolunda sefere çıktığınız zaman (karşınızdakini) iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mümin değilsin” demeyin. Allah katında çok ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti, o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (4-Nisâ 94)

 SADAKALLAHÜLAZÎM

 Hepinizden allah razı olsun.

Rabbim bizleri ifrattan da tefritten de korusun,

İtidal içinde emrolunduğu gibi dosdoğru yaşayan kullarından etsin inşallah!