Makyavelizmin Tamtamları

“Ortadoğu’da icra edilen bütün o diplomatik ve askeri çabalar Makyavelizmin tamtamları olarak tarihe geçmektedir.”

“Mülk adaletin temelidir.” Bilerek veya bilmeyerek böyle bir cümle kurduğumuz takdirde, ekseri insan bunun sehven yapılmış bir hata olduğunu düşünmeden edemeyecektir. “Adalet mülkün temelidir” demek istediğimizi oracıkta hemen bize hatırlatma ihtiyacıyla birileri muhtemelen araya gireceklerdir. Bazı klişelerin nasıl birer tabu haline geldiğini anlamak için verilen bu tepki biçimi güzel bir örnektir diye düşünüyorum. Bizim bununla düşünsel bağlamda bir yapı-söküm çabası içinde olduğumuzun fark edilmesi ise belki çok kolay bir iş değil. Hele bir de işi tezat sanatına bağlayarak tam bir anlam suikastine maruz kalmamız işten bile değildir. Değil mi ki, hiçbir şeyi yeterince düşünmeye zamanımızın kalmadığı bu hız ve iletişim dünyasında, kelimelerin ağırlığına artık güven duyamaz hale geldik. Enformasyon dediğimiz hadiseyi her gün ve sabah akşam kusar bir haldeyiz. Özlü söze buyur eden tarafıyla bugün Twiteer’ı bu noktada belki kutlamamız gerekirdi. Ama kabul edelim ki, olanla olması gereken arasında orada da yüz seksen derece fark olduğu aşikar. Cemal Süreya bundan 70 yıl kadar önce “Şiir geldi kelimeye dayandı” derken de benzer bir tepkiyi şiir adına ortaya koymuştu. Yazdığı şiirle o, bu anlayışın hiç şüphesiz en güzel örneklerinden birisini verdi.

Saklı haller, çelişkiler 

Gerçeğin hiçbir zaman söylendiği şekilde olmadığını biliyoruz. Belki de söyleyebileceğimiz en doğru, en evrensel hakikat bu. Söylemlerle pratik (gerçeğin hakikati) arasındaki mesafenin kapatılamaması biz insancıkların en temel sorunsallarından biri. Bu sebeple gerçeklerle tam anlamıyla yüzleşemiyor, yüzleşecek entelektüel cesareti ve dirayeti gösteremiyor, gerçekçilik adına tutarsızlığı makbul ve normal hale getiriyoruz. Mesele burada gerçekçiliği boş vermek değil. Ama yanılsamalarımızı küçümsemeye de hakkımız yok. “Adalet mülkün temelidir” mottosunun sadece hoş bir sedadan ibaret olduğunu söylemiyorum. Bunun normatif, hukuk değerlerimizle ilgili bir anlamının olduğunu yadsımamız söz konusu bile edilemez. Fakat yaşadığımız gerçekler dünyası içindeki karşılığı ve payı nedir diye bakarsak, kullandığımız dil ve kelimelerle ilgili sıkıntıyı görmeye başlarız. Hukuk pratiği içinde bile geçerliliği sorgulanabilecek bir durumdan söz ediyoruz. Yine de hukuk aklının normatif olarak adalet ilkesiyle çalıştığını kabul etmek zorundayız. Ne ki mülkten, başka deyişle güç ve varlık alanımızdan yani sahip olduğumuz türlü bireysel, toplumsal, siyasal varlık durumundan söz ettiğimizde, burada çok başka bir dünya ile karşı karşı karşıya geliyoruz: Adaletin yani hukuk mantığının bu mülk(iyet) alanları içinde fiilen geçerliliğini kaybettiği, dahası tersine çevrildiği bir dünya! Söz konusu mottonun mahkeme salonlarındaki anlam ve kıymeti, dışarıda hükmünü büyük ölçüde yitiriyor. Dışarıdaki dünya, adalet söylemini son derece karikatürize hale getiren bir aklın tahakkümü altında faaliyetini sürdürüyor.

İçimizdeki kurt 

Makyavelizm’in 15. yüzyılda Makyavel tarafından icat edildiğini söylememiz çok yanlış olur. İçeriği ve esası itibariyle baktığımızda Makyavelizm tarih boyunca var olmuş bir olgu. Makyavel bir taraftan aslında olgunun adını koyuyor. Ama bir taraftan da bunu idealize etmektedir. İşin ilginç ve önemli yanlarından biri, Makyavel’in siyaset teorisinin seküler ulus-devlet oluşumlarının başladığı sürece denk gelişidir. Tanrısal otorite anlayışı sönümlenmeye yüz tutmuş, iktidarın meşruiyet kaynağı insana dayalı olarak artık dünyevileşmeye başlamıştır.  İktidarı adeta bir fanus gibi korumakta olan metafizik “büyüsünden arındırılması”yla birlikte gücün bizatihi kendisi, iktidarın gerekçesi olarak kendisini göstermiştir. Daha doğru bir deyişle neden, nasıl var olduğumuzdan ziyade bizzat var olma ihtiyacı artık iktidar için yeterli bir gerekçedir. İnsan kendisini bu anlamda Kant’tan (reşit insan tanımından) çok önce keşfetmiş, Hobbes’in “insan insanın kurdudur” mottosuyla insanoğlunun en temel ve evrensel gerçeği ilan edilmiştir. Doğamız yani açık ve yalın gerçeğimiz budur. Dolayısıyla bireysel, toplumsal, siyasal vs. hangi bağlamda olursa olsun, egoizmi bir veri olmaktan öteye bir hedef ve gerekçe olarak almamız gerekecektir.

Egoizmin bir veri veya gerçeklik olarak kabul edilmesini yadsıyacak değiliz. Ancak Makyavelci bir anlayışla bunun bizatihi hedef haline getirilmesi, gücün ve meşruiyetin kaynağına dönüştürülmesi çok başka bir şey. Buradan hızlı adımlarla Niezstche’nin “güç istenci”ne, oradan faşizme doğru yürümek çok zor değil. Batı dünyası ekonomi-politik etkenlerin de devreye girmesiyle bu talihsizliği Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da muhtelif şekillerde yaşadı. Etnik mülkün ve asabiyenin adaleti nasıl evirip çevirdiğini, dahası iğfal ettiğini gördük. Tabii ki bunlar sadece ekstrem örneklerdir. Ekstrem olduğu için de beşeri vicdan tarafından kolaylıkla tart edilebiliyor. Normal zamanlar içinde faşizmin övgüsünü yapacak aklı başında bir insan olmaz. Evet ama buna bakarak kendimizi kandırmayalım derim. Mesele ekstrem durumlar değil. Mesele normal zamanlar içinde güç ve adalet ilişkisini ne şekilde yürüttüğümüzdür.

Adalet ve çıkar ayrışması veya çatışması söz konusu olduğunda yaptığımız tercihler, izlediğimiz politikalar gerek insan gerek toplum gerekse devlet olarak ne olduğumuzu ve olmadığımızı en sarih biçimiyle ortaya koyacaktır. Hangi çıkar türü bizi adaletten sapmaya itebilir? Bu sapmayı meşru kılacak tartışılmaz, haklı gerekçemiz ne olabilir? Kendimizi ve sevdiklerimizin çıkarlarını daha fazla gözetmekte hakkımız vardır, kabul, ama bunun sınırı ve ölçüsü nedir? Başkalarıyla aramızdaki ilişkiyi egosantrik, etnosantrik zeminlere oturttuğumuzda adaleti temin etme şansımız ne olabilir?

Deli Dumrul’un adaleti 

Meşru müdafaanın haksız muamele karşısında evrensel bir adalet ve ahlak ilkesi olarak kabul görmesi önemli. Bunun ceza hukukunda olduğu kadar uluslar arası savaş hukukunda da geçerlilik taşıdığı malum. İnsanların da ülkelerin de kendini savunma hakları her zaman baki. Ne var ki gerçekler dünyasında işler bu kadar basit ve net değil. Her şeyin her şeyle ilişkili hale geldiği kimi koşullar içersinde, meşru müdafaa ilkesiyle mütekabiliyet arz eden pek çok bağlam ve durumu tespit etmemiz mümkün olabiliyor. Zira, koruma hakkına sahip olduğumuz varlık alanımızın sadece fiziksel şiddetin konusu olduğunu kabul etmek pek doğru olmaz. Gerçekte fiziki, manevi, kültürel, toplumsal, hukuksal her türlü oluş halimiz, fiktif bir varlık alanı olarak ortaya çıkmakta ve dolayısıyla subjektif yani değişmeye açık, izafi hatta elastiki bir mahiyet taşımaktadır. Bunun için meşru müdafaa ilkesini insanların/toplumların bütün varlık alanlarına teşmil etmeye esasen hiçbir mani yoktur. Mesela bir Deli Dumrul çıkar da yaşadığımız ekonomi-politik düzenin hırsızlık ve sömürü üzerine kurulduğunu bilimsel, mantıklı, gerçekçi argümanlarla izah etmek isterse ne diyeceğiz? Fakat biliyoruz ki, tam da burada böylesi bir teşmil çabasını imkansız veya engelli bir pozisyona sokacak araçlar devreye girmektedir. Cari hukuk bu araçlardan sadece biridir. Weber’in hukukla ilgili “şiddetin tekelleşmesi” şeklindeki o çarpıcı tarifinde de bu engellemenin ipuçlarını “tekelleşme” metaforu üzerinden yakalayabiliriz. İdeoloji diğer bir engelleme aracı. Buna karşılık hukuku da ideolojiyi de arabaya koşan bir imkan ve yol olarak siyaset, adalet ilkesini yerinden etmeye ve/veya engellemeye en açık, en elverişli araç olarak rol oynamaktadır.

Tarih sahnesine modern dönemlerde uzlaşma ve adalet ihtiyacını karşılamak üzere çıkan siyasetin, adaletle egoizm veya adaletle güç arasında sıkışıp kalmış olması insanlık adına büyük bir bahtsızlık olsa gerek. Bu bahtsızlığı mesele edinmemiz, her şeyden önce güç ve adalet ilişkisini veya ikilemini nasıl çözeceğimize yönelik bir çabaya sahip olmayı bize icbar etmekte. Aksi halde gücün ve egonun siyasetine odun taşımakta hiçbir beis görmeyip devranın dönüşüne teslim olmayı kabulleneceğiz demektir. Gücün siyasetini anlamamız ve güçle adalet arasındaki salınımlı politikaları yeterince kavrayabilmemiz için uluslar/devletler arası ilişkilerin çok açıklayıcı veriler sunduğunu biliyoruz. Egoizmin bastırılmış veya kamufle edilmiş yüzü bilhassa uluslar arası ilişkilerde bütün çıplaklığıyla ve neredeyse dizginsizce ifşa edilebiliyor. Milli çıkarların birincil ve yegane öncelik haline getirilmesi devletler için de toplumlar/milletler için de yadırganmadan kabul görebiliyor. Zira “insan insanın kurdudur” demekte mütereddit olsak bile, -tabir caizse- “uluslar ulusların kurdudur” demekte hiçbir sakınca görmüyor, milli çıkar söylemleriyle bunu alabildiğine olağanlaştırabiliyoruz. İşin doğrusunu söylemek gerekirse, uluslar arası siyaset, ferdi ve toplumsal anlamda bütün iç yüzümüzü ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı işlevini görüyor. Kolektif, milli çıkara dayalı güç siyasetini tastamam normal hale getirebiliyoruz. Uluslar arası siyasetin tamamen güç ve çıkar ilişkileri üzerinden analiz edilmesi, ciddi bir problem olarak bile algılanmıyor. Gerekli hatta meşru olan yaklaşım biçimi bu.

İşin içine reel-politiği soktuğumuzda söylediklerimizin hiçbir anlamı kalmıyor denebilir. Ama öyle değil. Reel-politiği ıskalamak gibi bir ahmaklığa ve acziyete göz yummayı doğru bulmam. Bu anlamda gücün siyasetini yekten iptal etmek akılcı bir çözüm olmayacaktır. Buna mukabil, sözkonusu siyasetin dilini ve yaklaşımlarını aşan bir pozisyon geliştirmek, adalet temelli bir siyasetin icabı sayılmalı.

Kötü bir şaka gibi  

Amerika’nın Ortadoğu coğrafyasına yönelik adalet ve özgürlük iddialarını hiç kimsenin yuttuğunu sanmam. İş eğer Süleymani’yi katlederek İran’la savaş noktasına kadar geldi ve getirildiyse burada Amerika’nın keli artık iyice ama iyice görünmüş demektir. Ortadoğu’da icra edilen bütün o diplomatik ve askeri çabalar Makyavelizmin  tamtamları olarak tarihe geçmektedir. Güç siyasetinin uluslar arası hukuka ve evrensel değerlere rağmen nasıl bir zehirlenme olduğunu kavrayabilmek için, -bileşik kaplar yasası çerçevesinde- bireyden topluma, toplumdan devlete kadar bütün kademelerde sinsi bir şekilde de olsa hükmünü sürdüren egoizm gerçeğiyle gerçek bir hesaplaşmayı yapmak mecburiyetindeyiz. Son yüzyılda önce Milletler Cemiyeti, ardından Birleşmiş Milletler örgütü tarafından güç siyasetini evrensel değerler ve normlarla dizginlemeye veya aşmaya yönelik çabaların nispeten bile olsa boşa çıkıyor olması, insanlık durumumuzun ne kadar kritik ve karışık olduğunu ortaya koymaktadır. Diğer taraftan bütün hukuk yapılarında mündemiç olarak var olan egemenlik unsurunun (egemen gücün)  BM  Güvenlik Konseyi’nde de “beş büyükler” şeklinde kendisini göstermesi şaka gibi bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Buna Nabi Avcı’nın bir yazısının başlığından ödünçle “gerçek şakası” dememiz yerinde bir ironi olacaktır.

Açık Görüş / Ali K. Metin