Lale Devri:Sefahatin Kısa Tarihi

Memleketinin insanı ağır geçim sıkıntısı çekerken, sultanın ve sadrazamın bu gereksiz harcamaları halkın büyük tepkisini toplamıştı. Osmanlı tebaasında var olan mücadeleci ve savaşçı ruh varlığını kaybetmeye başlamış, yerine saray eğlenceleri yerleşmiştir. İçtimai yapıda dünyevileşme hız kazanmış, ibadet ayı Ramazan da dahi eğlence hız kesmeden devam etmiştir. Kendi halkının sıkıntılarından habersiz yaşayan sultan ve sadrazam, ne lüksten ne şatafattan ne de israftan ödün vermek istememektedir.

Tarihimiz bugünümüze benzerliği ve yaşadığımız döneme ışık tutması bakımında olağanüstü hadiselerle doludur. Tarih bir milletin hafızasıdır demişler. Tarihe bakar günü ihya eder, müstakbeli inşa edersiniz. Tarihini bilmeyen milletler, hafızasını kaybetmiş, gününü ihya edemeyeceği gibi, müstakbelini de inşa edemez. Tarih bir millete, geçmişinde yapılan iyi ve güzel şeyleri hatırlattığı gibi, başına gelen musibetlerin tekrarının da önüne geçilmesine yardımcı olur.

Müslümanların yakın denebilecek tarihinin bir dönemi vardır ki, bağımsız bir dönem olarak ele alınmasa da, kısa zamanda vukua gelen hadiseler bakımından ibretliktir. Bu dönemin adı, “Lale Devri” olarak zikredilir. Tarihi kaynaklarda 1718–1730 yılları arasında yaşanan kısa bir dönemdir. Saltanat koltuğunda Sultan III. Ahmet, Sadrazamlık makamında ise Nevşehirli Damat İbrahim Paşa oturmaktadır. Lale Devri adeta sefahatin, zevki sefanın ve israfın kısa tarihidir.

Sultan III. Ahmet’in ve Damat İbrahim Paşa’nın dönemi siyasi, askeri ve iktisadi olarak büyük sıkıntıların ve askeri yenilgilerin yaşandığı bir dönemdir. Devam eden savaşlar sonucunda yaşanan iktisadi buhran, savaş giderleri için bir süreliğine konulan ve sonrasında devamlı hale gelen ağır vergiler, devletin önemli gelir kaynaklarından biri olan arazilerinin ömür boyu olarak tahsis edilmeye başlanması, zaten yoksul olan üretici kesimi zor durumda bırakmıştı.  

Memleket ahalisi ekonomik olarak büyük sıkıntılar çekerken başta Sultan III. Ahmet ve damadı olan sadrazam İbrahim Paşa, devletin ileri gelen yöneticileri, kendi etrafı israfa ve lükse varan harcamalarda bulunmaktaydı. Bu durum yaşam mücadelesi veren tebaa üzerinde devlet ricaline karşı hoşnutsuzlukları, kin ve düşmanlığı beslemekteydi. 

Küçük kasabalarda ve taşrada yaşayanlar geçim sıkıntısı yüzünden büyük şehirlere göç ediyor, köyler boşalıyor, üretim düşüyordu. Bu durum da haliyle gelirlerin azalmasına sebep oluyordu. Asırlardır baba ocağında yaşayan taşra ahalisinin geçim sıkıntısı nedeniyle köylerinden ayrılması, hem kendileri için büyük sorunlar ortaya çıkarmaya başlamış, hem de göç ettikleri şehirlerde sorunlar çıkmaya başlamıştır.

Ekonomik sıkıntıların had safhaya çıkmasına rağmen, devlet kadrolarına usulsüz atamalar yapılması, devlet kadrolarında boş kalan yerlerin doluymuş gibi gösterilerek hazineden ödenek sağlanması, yapılan usulsüzlüklerin başında gelenlerdendi. Tarım toplumu olarak varlığını sürdürmeye çalışan devletin, üreticinin taşradan şehirlere doğru göç etmeye başlaması üzerine gelirleri düşmüş, giderleri karşılayabilmek için esnaf sınıfına hem ağır vergiler yüklemeye hem de vergi çeşitlerini artırmaya başlamıştır. Şehirlerde durum böyle olduğu gibi kırsalda da vaziyet bundan farklı değildir.

Gerek devletin askeri, siyasi ve ekonomik durumu gerekse ahalinin çektiği geçim sıkıntısı, köylerin boşalması, şehirlerde nüfusun artması, işsizlik problemleri büyük bir kaosa doğru gitmesine rağmen, sultan ve damadı sadrazam lüks ve şatafatlı yaşantılarından ödün vermiyor, kendi halkından kopuk bir hayat yaşamaya devam etmektedir.

Sultan sarayında şatafatlı yaşantısını sürdürürken, sadrazam İbrahim Paşa matbaa açmaya, bir tercüme heyeti oluşturarak Doğu ve Batı eserlerinin çevrisine, büyük kütüphanelerin inşasına, el sanatlarına dair faaliyetler yapılmasına, çiniciliğe, kâğıt ve kumaş fabrikalarının kurulmasına çalışıyordu. Fakat büyük geçim derdi çeken ahalinin gözünde bu faaliyetlerin hiçbir anlamı yoktu. 

İbrahim Paşa aynı zamanda hayranı olduğu Batı tarzı mimariye de yönelmişti. Özellikle Fransız tarzında yalılar, köşkler ve konaklar inşa ederken, bu mimarinin getirdiği ahlak ile lüks ve şatafata, sefahat ve israfa da kapıları ardına kadar açmıştı.

Fransa’dan getirilen planlara göre inşa edilen yapılarda Avrupa tarzı mimarinin tesirleri kendisini çok bariz olarak göstermeye başlamış, inşa edilen binaların duvarlarına Avrupalı ustalar tarafından Avrupa tarzında süslemeler yapılmıştır. Devletin mali olarak hazinesinin boşaldığı, halkın ise geçim derdi ile inlediği dönemde, Damat İbrahim Paşa tarafından Sadabat Kasrı inşa edilmiş, mekân devlet bürokrasisi tarafından kısa sürede eğlence merkezine dönmüştür. İstanbul Kâğıthane deresinin iki tarafı beyaz köşklerle donatılmış, Paris’e benzetilmeye çalışılmıştır.   

Damat İbrahim Paşa tarafından yapılan diğer köşklerin adları da kaynaklarda geçmektedir. O köşkler Salıpazarı’ndaki Emnâbâd, Cağaloğlundaki Ferahâbâd, Alibeyköy’deki Hüsrevâbâd, Bebek’teki Hümâyunâbâd, Defterdar’daki Neşatâbâd ve Üsküdar’daki Şerefâbâd kasırlarıdır. Ayrıca Üsküdar ve Kadıköy sahillerinde köşkler inşa edilmiştir. Çeşmelerin en önemlisi Bâb-ı Hümâyun önündeki III. Ahmed Çeşmesi olup bu yapı daha sonra Azapkapı, Tophane ve Üsküdar meydanında yapılanlara örnek olmuştur. 

Memleketinin insanı ağır geçim sıkıntısı çekerken, sultanın ve sadrazamın bu gereksiz harcamaları halkın büyük tepkisini toplamıştı. Osmanlı tebaasında var olan mücadeleci ve savaşçı ruh varlığını kaybetmeye başlamış, yerine saray eğlenceleri yerleşmiştir. İçtimai yapıda dünyevileşme hız kazanmış, ibadet ayı Ramazan da dahi eğlence hız kesmeden devam etmiştir. Kendi halkının sıkıntılarından habersiz yaşayan sultan ve sadrazam, ne lüksten ne şatafattan ne de israftan ödün vermek istememektedir.

Devlet ricalinin bu lüks ve şatafatının, eğlence ve neşesinin, bu doğrultuda yapılan eğlence ve şenliklerin sembolü de lale olmuştur. Bu eğlence ve şatafatta lale öyle bir yer edinmiştir ki, sadece bahçelerde değil, gözün gördüğü her yerde varlığını göstermeye başlamıştır. Fakat halkın, lale ve lalenin sembol olduğu eğlencelerle, lüks ve şatafatla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Buna rağmen devlet ricali laleden ve eğlenceden hiç ödün vermemiştir.

Lalenin 800’den fazla çeşidi yetiştirilmiş, en güzel lale yetiştirme yarışmaları düzenlenmeye başlamıştır. Bu faaliyetler laleye olan ilgiyi alabildiğine yükseltmiş, lale soğanı fiyatları artınca devlet fırsatçılara karşı önlem almak zorunda kalmıştır.

Payitaht İstanbul, sultan, sadrazam ve yüksek devlet ricali, yokluk içinde kıvranan memleket insanına kulağını tıkamıştır. Köyler, kasabalar boşalmaya başlamış, geçim derdi ahalinin belini bükmüş, ağır vergiler esnafa soluk aldırmaz olmuş, fakat devlet erkânının bundan hiç haberi yoktur. Bu olumsuz tabloya rağmen, özellikle yaz gecelerinde eğlenceler alabildiğine gösterişli olmaya başlamış, halkın sıkıntısından habersiz azınlık yaz gecelerinde lalelerin altında kandiller yakarak, kaplumbağaların üzerine mumlar koyup şenlikler yapılmıştır.

Bu ziyafet ve eğlencelere yabancı elçiler de katılarak, devlet erkânıyla beraber gülüp eğlenmiştir. Memleketin büyük çoğunluğu yokluk içinde ezilirken, bir kısım mutlu azınlık dünyevileşmeye başlamış, saraylarda yaşayan devlet ricali, israfın şatafatın ve dünyevileşmenin öncülüğünü yapmıştır. Yaz bitip lale mevsimi sona erdiğinde Sultan Ahmed ve devlet ricali mekânların etrafını kapatarak, mekânı ısıtıp lale ve karanfil yetiştirmeye devam etmiştir. 

Eğlenceler, ziyafetler, helva sohbetleri kış gelince de hızını kesmemiş, yapılan şölenlere şairler, edipler, müzisyenler davet edilerek dünyevi etkinlikler sürmüştür. Hanedan ve mensupları yapılan israfın, eğlencelerin, ziyafetlerin başını çekmiştir. Sünnet ve düğün merasimleri günlerce haftalarca süren eğlencelerle yapılmıştır. III. Ahmed’in şehzadelerinin sünnet düğünü için Haliç’te kırk gün süren şenlikler yapılmıştır Sarayın başı çektiği bu zevk ve sefahat döneminde ahlak, yaşayış ve davranış kalıplarında, örf ve adetlerde değişmeler, geleneksel toplum yapısında çözülmeler başlamıştır. Yeni hayat tarzı lüks tüketimin de artmasına ivme kazandırmıştır.

Sultanın, sadrazamın ve bürokrasinin sefahate ve israfa düşkünlükleri, gelir seviyesi orta derecede olan azınlıkları da cezbederek, Müslümanların içtimai yapısını bozmaya, özellikle kadınların aşırı derecede süslenmelerine neden olmuştur. Kadınların bu aşırı süslenmelerinin önüne geçebilmek için ferman çıkarma ihtiyacı dahi duyulmuştur. Eğlence sektöründe ise Şair Nedim, dönemin zevk-ü sefasını şiirlerinde alabildiğine yansıtır. Nedim’in şiirlerini tahlil eden edebiyatçıların, O’nun şiirlerinde beşeri aşkın peşinden koşan, beşeri aşkın neşe ve hazzını soluyan bir şair olduğunu ifade etmektedir. 

Devletin tebaası büyük sıkıntı içindedir. Ne taşrada çiftçiler ne de şehirlerde esnaf ve tüccar işini çeviremez olmuş, ağır geçim şartları altında adeta inlemektedir. Fakat sarayda yaşayan sultanı ve sadrazamı ahalinin bu durumu adeta ilgilendirmemektedir. Kadim geleneğine bağlı olan toplumun bütün hassasiyetlerini görmezden gelerek, başta padişah ve sadrazam olmak üzere devlet ricali, gelenekleri zedeleyecek şekilde israf ve eğlenceye düşmüştür. Sarayın ölçüsüz ve müsrifçe masrafları, bu masrafları karşılamak için sadrazam tarafından konulan aşırı vergiler, halk tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştır. Damat İbrahim Paşa sadece bunlarla yetinmemiştir. Devlet kadrolarındaki muhaliflerini tasfiye ederek, boşalttığı mevkilere kendi akrabalarını ve yakınlarını getirmeye başlamıştır. Devlet bürokrasisindeki yüksek mevkileri kendi çevresindekilerle doldurmuştur. 

Dönemi inceleyen uzmanlar tarafından Lale Devri, Avrupa’ya olan yakınlaşma ve modernleşmenin başlangıcı olarak da kabul edilmektedir. Avrupa’da başlayan kapitalizmin tüketime dayalı üretimi Lale Devrinde Osmanlıya da sirayet etmiş, lüks tüketim, giyim kuşam, israf ve eğlence Avrupa memleketleriyle yarışmaya başlamıştır. Avrupalı olmak hevesi, devlet ricalinin emelleri arasına girmiştir. Bu dönemde ilk olarak Paris’e ve ardından Avrupa’nın çeşitli merkezlerine elçiler gönderilmiştir. Avrupa’ya elçi olarak giden devlet ricali, Avrupa’nın yaşam tarzını, kentlerini, tiyatro opera binalarını, evlerini, saraylarını, eğlence yerlerini dikkatle inceleyerek hazırladıkları sefaretnamelerle Payitahta ulaştırırlar. Avrupalı olmak hevesinin, Lale Devrinde nüksetmeye başladığı görülür.

Dönemin Paris Elçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmed Fransa’da kadınların içtimai yapıdaki konumlarını anlatırken, adeta büyülenmiş gibidir. Çelebi Mehmed, Fransa’da kadınlara gösterilen itibarın erkeklere gösterilenden kat kat fazla olduğunu, kadınların ne isterse yapabildiklerini ve istedikleri yere gidebildiklerini, kimsenin de bir şey diyemediğini ifade eder. Öyle ki, Fransa’ya kadınların cenneti denmekte, burada kadınların sözü geçmektedir. Gerçekten de, buralarda kadınlar hemen hiçbir zahmet ve güçlük karşısında değildirler. Her türlü istek ve arzuları vakit kaybedilmeden hemen yerine getirilmektedir. Çelebi Mehmed Paris’e hayran kalmış, sefaretnamesinin sonunda, “Paris… Yine Paris” demekten kendisini almamıştır. Paris izlenimlerine dair hazırladığı sefaretname Payitahta ulaştırılmıştır.

Lale Devrinde Payitaht İstanbul Avrupa tarzı yaşam şekline bürünmeye başlar. Dönemin ana karakterini eğlence ve şenlikler oluşturur. İstanbul’da yeni bir kentli sınıfı oluşur. Bu sınıf dönemin ruhuna uygun olarak yeme, içme, eğlenme, giyim kuşam gibi kendi geleneğinden ve inancından bağımsız alışkanlıklar edinir. Piknik alanlarında kadınlı erkekli ilişkiler yaşanmaya, kadınlar açık alanlarda ve eğlence etkinliklerinde, akşam eğlencelerinde bariz bir şekilde görünür hale gelir. Yapay havuz ve göller etrafında lale ve çiçeklerle donatılmış bahçeler çoğalır, yeni köşkler inşa edilir. Topkapı Sarayının eğlenceleri kapalı duvarların dışarısına taşarak halk tarafından görünür hale gelir ve bu eğlence ortamının halkta da yansıması görülerek İstanbul’daki kahvehane ve meyhane sayılarında artışlar görülür.

Lale Devrinde yaşanan bu sefahatin ve israfın ağır bedelini ise ödeyen mazlum mustazaf, fakir fukara halk, işini çeviremeyen küçük esnaftır. Hanedan mensupları ve devlet ricali sarayın içinde, lüks bir yaşam sürerken, bu israfın getirdiği mali yükü ise ağır vergilerle karşılar. Hemen her şeye vergi konmuş, vergiler çeşit olarak çoğalmıştır.   

En başta da değinmiştik. Tarih bir milletin hafızasıdır. Tarihini unutanlar gününü ihya edemeyeceği gibi, müstakbelini de inşa edemezler. Geçmiş dönemlerin ibret verici zaman dilimleri hakkıyla anlaşılmaz ise, şartlar oluştuğunda aynı sıkıntıların yeniden ortaya çıkması olağandır.

Devlet ricalinin esas vazifelerinden birisi, memleket ahalisini sıkıntılı bir hayata, muhtaç bir hale düşürmemektir. Devletin itibarı, halkının mutluluğuyla eşit orantılıdır. Devlet ricali ile halkı arasında organik bir ilişki bulunmalıdır. Bu organik ilişki suni bir hale gelirse, memleket olarak büyük badirelerin yaşanması kaçınılmaz olur. 

Şimdi lale devrinden üç yüz yıl sonra bugüne ne çıkar? Gerek devlet gerekse ahali olarak o günden bugüne işimize yarayacak malumatı devşirir isek, günümüz iktidarının lale devri iktidarından ne farkı vardır? Memleket insanı yokluk ve sefalet içinde kıvranırken, her yere beton dökerek, kapitalist sermayeyi azdıranların, kentsel dönüşüm adıyla kadim geleneğimizi mezara gömenlerin, mahalle kültürümüzü öldürenlerin ve bunları büyük bir işmiş gibi pazarlananların, ahalinin gözünde bir değeri var mıdır?

Geçim sıkıntısı ile kıvranan fakir fukaranın, işini çeviremeyen küçük esnafın, evine ekmek götürmekte zorlanan babaların, geçinemediği için yavrularını terk edip çalışmak zorunda kalan annelerin gözünde, hangi duble yolun, hangi tünelin, hangi köprünün kıymeti vardır?

Vatandaşına tasarruflu olmayı nasihat edenlerin kendileri israf, şatafat, lüks içinde bir yaşam sürmeleri, evsiz barksız gecekondularda yaşayan milyonlarca insanın nazarında kıymeti var mıdır? Ağır ve sürekli vergilerle, zamlarla yaptıkları israfı karşılamaya çalışan devlet ricalinin kıymet-i harbiyesi nedir? Her konuşmalarında milletin sıkıntısını görmezden gelerek, her şeyin iyi olacağını söyleyenlerin, fakat her geçen gün her şeyin daha da kötüye gittiğini gören memleket insanının nazarında, politik aktörlerin sözünün itibarı var mıdır?

Faizle para dağıtmayı marifet sayanların, kapitalist ideolojinin mabetleri bankaların her gün kazancını katlayanların, vatandaşına sürekli sabırlı olmayı nasihat edenlerin, her sabah uyandığımızda cebimizdekinin yarısını çalanların dürüstlüğünden bahsedilebilir mi?

Lale Devri ile başlayan Avrupa hayranlığı, Müslüman aleminde süreklilik sağlayan diğer bir husustur. Günümüz politik aktörleri de Avrupalı olmak, Avrupa gibi olmak, geleceğini Avrupa ile birlikte kurmak hevesini azami sınırda sürdürmektedir. 21. yüzyıl başlarında iktidara gelen muhafazakârlar, Avrupalı olmak yolunda politik seleflerine nazaran kat be kat mesafe kaydetmiştir.  

Hali hazırda yaşanmakta olan olağanüstü iktisadi sıkıntının nedenleri, Lale Devri şatafatının, israfının, seçkin azınlığın semirmesinin, devlet ricalinin hudutsuz harcamalarından kaynaklandığı açık değil midir? Saraylar, villalar, lüks arabalar, özel uçaklar, sınırsız hizmetkârlar, her bürokratın altında milyonluk arabalar müsrifçe bir yaşam tarzının göstergesi değil midir?

En büyük havalimanını yapmak, en büyük köprüyü kurmak, en uzun tüneli açmak, uzaya uydu göndermek, mahallelerimizi yıkıp devasa apartmanlar dikmek… Yokluk içinde kıvranan halkın nazarında bir anlam ifade eder mi? Devletin en üst merciinin her eline mikrofon alışında müjdeler vermesi ama hemen ardından insafsızca zamlar yapılması, buna rağmen işçinin emeklinin, küçük esnafın geçim derdiyle bunaltıcı bir hayat yaşaması, politik aktörlerin milletin aklıyla alay etmesi değil midir? 

Avrupalı olmak emeliyle, Avrupa uyum yasaları adı altında ekinimizin ve neslimizin ifsad edilmesi, her gün kuyumuzu kazanlara dost ve müttefik denilmesi, şölenler eğlenceler düzenlenmesi, kendi halkıyla bir ilişkisi olmayan sanatçıların akıl almaz masraflar yapılarak ağırlanması, politikacıların kendi vatandaşının durumundan bihaber olduğunu göstermez mi?

Bıçak kemiğe dayandı. Politikacıların aklını başına devşirme vakti gelmedi mi?

Yakup Döğer/İktibas Dergisi