Fotoğraf yazı ve şiir : M.Akif Coşkun
(İktibas Dergisi Ekim 2022 )
Silüetin gözünde biz, ışıktan aldığımız aydınlıkla daha bir aydın görünürken bizim gözümüzde o, simsiyah bir elbise giyinip kimliğinden arınmış bir halde sadece sureti ile durmaktadır. Sadece özgül hatlarıyla seslenmektedir bana. Bense özgül hatlarımın çepeçevre sardığı kimliğimi açığa vurmaktayım ona. Monochrom bir dialog mu? Yahut bir duello mu? Yerine ve durumuna göre hem ikisi hem de hiçbiri.
Gardımızı almış hazır bir vaziyetteyiz.
Artık birbirimizi okuyabiliriz?
Işığın aydınlattığı insanın bize anlatageldiği coğrafya üzerine çok şey söylenebilir. O coğrafyanın ana hatları, yüzündeki ifade, bakışlarındaki derinlik, duruşundaki irili ufaklı boşluklar bize türlü okumalara olanak sağlar. O coğrafya tüm çıplaklığıyla kendini ilan eder bize.
Fakat ışığı arkasına aldığında durum farklı bir boyuta evrilir. O biraz önce bahsettiğim hususlar birden buharlaşır ve karşımızda gördüğümüz silüet hal sanki kendimizden de bir nüveyi yansıtıyor gibidir. Türlü eşyaların, mimari yapıların, canlıların ve özellikle insanın silüet halinin dikkatimizi üzerine çekmesinin nedeni budur. Gördüğümüz silüet, ışıkla aramıza girene ait olsa da, yüzümüzden aydınlığımızı alıp kendi üzerine giymiştir. Bizden alınan aydınlıkla kendisini tamamen karartıp içinde bulunmuş olduğu mekanı ve zamanı da genele yaymıştır. Tıpkı bir şiir gibi asli unsurlarını kendi içine mahremlerken görenin gözünde göreceli bir hale dönüşmüştür. Şiirin belki de en hikmetli yanı da budur. Sadece tek bir histen mülhem yazılan şiir, onu her okuyanda farklı hisler uyandırıyorsa vazifesini yerine getirmiştir. Siliüetin doğasında da bu vardır ve bu, sadece görenin kendini aradığının bilincinde olmasıyla ortaya çıkmaktadır.
Kalabalıkların silüetini izlerken, o kalabalıkların içinde yaşayan bir kimse olarak toplumsal zayifetlerimizi (ve de sahip olduğumuz değerlerimizi) yüzümüze vurur (hatırlatır). Kalabalıkların silüetinde suretler birbirinden ayırd edilemez durumdadır. Herkes bu anlamda eşittir. Suretlerin statüsü adeta eşitlenir. Kişilerin bireysel dışavurumları buharlaşır ve herbirinde kendimizin farklı bir yansımasını görmeye başlarız. Bu toplum içinde ben ne kadar ihmalkarım, ben ne kadar müsrifim, ben ne kadar merhametsizim, ben ne kadar anlayışsızım, ben ne kadar dilsizim, ben ne kadar sağırım, ben ne kadar hissizim, ben ne kadar kibirliyim? Ben ne kadarım yani hülasam ne kadar? Kendimizi bu kadar olumsuzlamaya hakkımız var mı? Hiç mi iyi tarafımız yok bizim? Elbette vardır bunu da ancak o silüetin tekrar arkasına aldığı ışık kaynağına yüzünü çevirerek okuruz.
karıncalar habercisidir hicretimizin
yakındır tardımızın bir ocağa daha
Terkedişlerin hikayesini yazarız bazen. Aslında o kendimizin hikayesidir. Bazen yaşamışlıklarımızın ve bazen de yaşayamamışlıklarımızın hikayesidir. Bir yerden, bir şeyden, bir kimseden uzaklaşmakla ona olan düşüncelerimizden de uzaklaşacağımız inancı en büyük yanılgıdır. Terk ettiğimiz her neyse , terk etme sebebimiz her neyse onun düşüncesi her zaman bizimle beraber yolculuğa çıkar. Ya o bize yük olur yahut biz ona yük oluruz. Hikayemizin vazgeçilmez öğesi budur.
Olsun da. Olmalı da.
Kendimizle hesaplaşmanın acı vermediğini kim iddia edebilir?
mahcup aksinden kaçan insan
silüetine kanatlanıyorsa
ne ayağına dolanan beden
ne üzerine bir dağ gibi kurulan vatan
ne de yağmur damlasının
merhametine sığınıp saçlarına emanet düşen
sevdası umurundadır