Amerika kıtası keşfedildiğinde oraya medeniyetten önce ölüm gitti. Vahşet, hırsızlık, soykırım gitti. Peki daha sonra medeniyet gitti mi? Hayır! Çünkü oranın yerlileri Beyaz Adam’dan çok daha medeniydiler. Hırsızlığı, insan öldürmeyi bilmiyorlardı. Huzur içinde yaşayan büyük bir aile gibiydiler. Beyaz Adam gelince onu misafirperverce ve samimiyetle ağırladılar. Yiyeceklerinden bol bol ikram ettiler. Topraklarını açtılar. Hatta altınlarının da çoğunu karşılığında hiçbir şey beklemeksizin bu yeni misafirlerle (!) paylaştılar. Fakat Beyaz Adam’ın gözü doymuyordu. Ne kadar verirlerse hep daha fazlasını istiyordu. En sonunda canlarını da istedi. Verdiler.
Yazar: Bartolomé de Las Casas,
Çev: Meryem Ural
Şule Yay. 3. Baskı, Ekim 2015
“Kendisinden başka, kendi türüne zarar veren bir canlı göremiyorum yeryüzünde .”
İnsan diye bilinen bu canlının, hür olarak yaratılan hem kendi türüne, hem de Allah’ın en güzel biçimde yine insan için yaratmış olduğu tüm tabiata böylesine kinli olmasına ve zulmün bu kadar nasıl rahat işlendiğine anlam veremediğini düşünmek, yüreğinde merhametini kaybetmeyenlerin ve zihninde fıtratın kodlarını bozmayanların üzerinde kafa yorması gereken bir meseledir.
İktidarlarını, mazlumların gözyaşlarıyla güçlendiren zalimler, bunun devamı için her türlü zorbalığı mübah görmüş, hür doğanlar köleliğe mahkum edilmiş, zengin toprakların halkları açlığa terkedilmiş, iyi ve güzel olan her şey zalimlerin ellerine geçmiş, kendileri zafer şarkıları söylerken; yerli halkların sinelerinden acı, sefalet, hüsran ve gözyaşlarıyla birlikte gökyüzüne haykırılan ağıtları yükselmiştir.
Ancak yeryüzüne bakan merhamet sahibi insan, böyle bozuk bir düzenin nasıl işlediğini, bu çirkinliğin nereden ve nasıl kaynaklandığını merak etmektedir. “Yeni dünya düzeni”(!) dedikleri şey böyle bir şey midir? Medeni olmak demek aslında vahşi olmak demek midir? Bu zulümler bugünün dünyasının ürettiği şey midir? Yoksa bunlar geçmişten tevarüs eden bir miras mıdır? Veya eskiler temizdi de şimdikiler mi kirlendi?
Bu soruları uzatmak mümkündür. Ancak bizler biliyoruz ki her zulmün temeli de bir zulme dayanır. Yani bugünün zulmü dünün devamıdır ve bunun asıl temeli ta uzaklara şeytanın lanetlendiği döneme kadar uzanır. O gün bu gündür şeytan ve yandaşları zulümde oldukça maharetli ve tecrübelidirler. Yani bugünün zalimleri dünkü ustalarının çıraklarıdır ve büyüdükçe ustalaşanlardır.
Tüm bunları anlamlandırabilmenin ve sağlam bir temel üzerine oturtup meseleyi doğru okumanın ve doğru tespitlerde bulunmanın en kestirme yolu geçmişi anlamaktan geçmektedir. Geçmişini bilmeyenlerin bugüne dair sağlam bir fikri olamaz.
Sizlere bahsedeceğim kitap tamda bu düşünceleri körükleyecek, düşünmeye itecek ve geçmişin izlerinin peşinden, bugünlerde de nasıl koşulduğu açıkça görülecektir. Sizlere tanıtmaya çalışacağım kitap, Şule Yayınlarından 2015 yılında çıkan ve elimde üçüncü baskısı olan “Kızıl Derililer Nasıl Yok Edildi?” isimli kitaptır.
Kitabın yazarı Bartolome de Las Casas, yerli halka Hristiyanlığı aşılamak için Amerika’ya gitmiş bir papazdır. Kristof Kolomb’un yakın arkadaşlarından birisinin oğludur. 1522’de Dominiken tarikatına girmiş, ömrünü Kızılderililerin haklarını korumaya adamış ve onların lehinde yasalar çıkartacak kadar da başarılı olmuştur. Yazdığı eserlerde, Kızılderililerle İspanyolların nasıl karşılaştıkları ve İspanyolların yaptığı vahşeti, tüyler ürpertici bir şekilde anlatmaktadır. Kitap özellikle, İspanyolların yerli halka yaptıkları zulmü en ince ayrıntılarına kadar gözler önüne sermektedir. Yazdıklarını yayınladığı yıllarda resmi tarihçilerin saldırılarına maruz kalan Las Casas, yaşayan pek çok şahit göstererek anlattıklarının doğruluğunu ispat etmiştir.
Kitabın sunuş bölümünde Kristof Kolomb’un ayrı bir seyir defterinden de bahseder ve orada tuttuğu günlüğünden bir alıntı yaparak şöyle der:
“..Kristof Kolomb, seyahatleri boyunca bir seyir günlüğü tutmuştu.”
Bu günlük çok şey açıklıyordu. İspanyalıları başka dünyalardan gelmiş yaratıklar gibi gören Kızılderililer, sığ kıyıda, denizde yürüyerek teknelere yaklaşmış, ilk karşılaştıkları yabancılara çeşitli hediyeler sunmuşlardı. Kolomb, Arawakların barışçı ve yumuşak huylu insanlar olduğunu yazıyor ve ‘silah taşımıyorlardı’ diyor. ‘Silahın ne olduğunu da bilmiyorlar. Onlara bir kılıç gösterdim, keskin tarafından tuttular ve ellerini yaraladılar.’ Sonraki aylar boyunca Kolomb, günlüğünde yerli Amerikalılardan saygılı bir hayranlıkla söz ediyor: ‘Bu yerliler, dünyanın en iyi, en nazik insanları’ diye yazıyor. “Kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını, kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar.”
İspanya’daki patronlarından birine yazdığı bir mektupta da Kolomb, yerlileri tanıtmak için şöyle diyor: “Son derece sade, dürüst ve aşırı düzeyde eli açık insanlar. Herhangi birinden, sahip olduğu herhangi bir şey istenince, hemen veriyorlar. Başkalarına olan sevgileri, kendi özlerine olandan çok daha fazla.”
Ama bu övgüleri sıralayan Kolomb, günlüğün bir yerinde de şöyle diyor:
“Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.” diyor Kolomb. Aslında sevgi dolu savaş bilmeyen ve çok cömert olan bu yerli halka nasıl zulüm edileceğini bir çırpıda ağzından çıkarıveriyor.
Bundan sonra yerlilerin yok edilme siyaseti devreye girecek ve orada bulunan halk çok çirkin bir şekilde Kolomb’un başını çektiği Avrupalılar tarafından katledilecektir.
Kendisi de bir Papaz olan yazar Bartelome de Las Casas, yerliler hakkında diyor ki: “maddi varlık sahibi olma arzuları olmadığından gurur, hırs ve açgözlülüğü olmayan; sinirli ve kavgacı olmayan; nefret, intikam ve ihtiras bilmeyen bir halktı. Bizde zenginlik ve tatlı bir hayat içinde yetiştirilen Prens ve soylu çocukları bile onların köylülerinden daha narin değildir.” Yine yazara göre bu insanlar ihtiyaçtan fazlasını biriktirmeyi bilmeyen bir toplumdu.
Buna rağmen Avrupalıların zorbalıkları, iğrençlikleri öylesine artıyordu ki, yerliler bu insanların gerçek yüzlerini yeni fark ediyorlar, hemen tedbir almaya koyuluyorlardı. Bazıları karılarını, bazıları yiyeceklerini saklıyorlar, bazıları da ormana saklanmaya başlamışlardı. Artık katliam ve kan dökme öylesine haddi aşıyordu ki köylere baskınlar yaparak çoluk-çocuk, kadın, hamile, lohusa demeden karınlarını deşiyor, parçalara ayırıyorlardı. Dahası, Hristiyan görünümlü bu vahşilerin kimin tek bıçak darbesiyle bir yerliyi ortadan ikiye ayıracağı veya bir mızrak darbesiyle başını keseceği konusunda iddiaya giriyorlardı. Anne sütü emen bebeklerin ayaklarından tutup kafalarını kayalara çarpıyorlar, bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da gülerek şakalaşıyorlardı. Çocuklar suya düştüğünde: “ Kımıl kımıl oynuyorsun, seni komik şey seni” diyerek daha da iğrençleşiyorlardı. İsa ve On İki Havariyi kutsamak adına darağaçları kurup ayakları neredeyse yere değecek şekilde başta kabile reisleri olmak üzere on üç kişilik gruplar halinde yerlileri ateşe veriyor, diri diri yakıyorlardı. Bazılarını da, bütün vücutlarına saman yapıştırılarak ateşe veriliyorlar, çocukların annelerini ve önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçiriyorlardı. Sağ bıraktıklarının ellerini kesiyorlar ve bir mektup vererek ormana kaçanlara haber salıyorlardı. Böylece onların da gelmesini sağlıyorlardı. Ayrıca kestikleri ve parçalara ayırdıkları yerlilerin uzuvlarının da bulunduğu kasap dükkanlarında, vahşi köpekleri için yerlilerin parçalanmış vücutlarının bulunduğu yazılar asılıydı. Tüm bu zulümler kitabın daha başlarında geçmektedir. Öyle ki yazar kendi gördüğü ve başkalarından duyduğu kadarıyla neredeyse on ila elli milyon yerlinin bu şekilde katledildiğini beyan etmektedir. Papaz olan yazar, bunca zulümden tiksinmiş olduğundan yerlilerin ara sıra öldürdüğü Hristiyanları duydukça sevinmekte ve ”cehenneme gittiler” demektedir.
Yazar anlattıkları katliamların belki de yarısı olduğunu ifade ederken, başından geçen bir olayı şöyle aktarıyor: Bir gün evleri ateşe veren, sağ kalanları gemilere doldurup köle olarak satan bir kaptanı bu kötülüğünden dolayı kınadığımda bana şöyle cevap verdi:” Haydi canım sende! Beni yollayanlar savaşla yakalayamadığım yerlileri barışla yakalamam için emir verdiler.” “Aslında kendisinin de anne ve babasının olmadığını yerli halka anlatarak onlara yaklaştığını halkın ise ona güvendiklerini kendisi bana anlatmıştı.“ diyor kitabın yazarı.
Başında da ifade etmeye çalıştığım gibi zulüm yeni bir şey değildir ve Avrupa’nın tarihi kapkara lekelerle doludur. Bugün, özellikle Diyar-ı İslam’da mazlum halklara karşı yürütülen, orantısız güç kullanarak katledilen ve adına “medeniyet ve barış(!)” dedikleri bu zulüm tekniği ne kadar da birbirlerine benzemektedir.
Savaşları çıkaranların şeytanın çocukları olduklarını bizler çok iyi biliyoruz. Yine bizler biliyoruzki kökü, feryat ve figan üzere atılmış olan, temelleri kan ve gözyaşlarıyla birlikte gasp edilmiş haklar üzerine inşa edilen her “medeniyet” yaşadığı sürece zulüm yaymaya devam edecektir.
“Allah güzel bir misal getirdi: Güzel bir sözü/ameli, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. Rabbinin izniyle her zaman güzel yemiş verir. Kötü bir sözün/amelin misali ise, gövdesi yerden koparılmış o yüzden ayakta durma imkanı olmayan bir kötü ağaca benzer. (İbrahim s. 24-16)
Kökü zulüm olanın meyvesi de zulüm olur. O yüzden kökü kurutmadan dalları budamak bir sonuç vermez. Zira daha da güçlenir.
İmam Şafi güzel demiş: Hak ile batıl arasında geçen savaşa katılmadıktan sonra nerede olursan ol, ne fark eder?