Elimizdeki kitap seksenli yıllarda yayınlanmış, fakat uzun zaman okuma fırsatı bulamadığım bir kitap. Bu kitabın adı şimdilerde birilerine çok itici gelen Kur’an Devleti’dir. Kitabın yazarı kendisini yakından tanıma fırsatı bulamadığımız Taha Abdulbaki Sürur’dur. Çok istememe rağmen ne yazık ki yazar hakkında doyurucu bir bilgiye ulaşamadım. Elimizdeki kitap 318 sayfa olarak Özgü Yayınları’ndan çıkmış, fakat yayınevi yayınladığı kitabın tarihi ve yazar hakkındaki bilgileri vermekten kaçınmış. Sehven mi veya kasten mi olduğunu bilmiyoruz. Okuyucu için ciddi bir eksiklikle yayınlanan bu kitabı Türkçeye çeviren H. Hüseyin Yılmaz ve Özgü yayınları. Yine de Kur’an Devleti’ni tercüme eden kardeşimize ve yayınevine teşekkür ederiz.
Sonraki yıllarda farklı yayınevleri tarafından basılan “Kur’an devleti” adlı kitaptaki bu eksiklik ne kadar giderildi bilmiyorum. Okuyucular olarak sizler de takdir edersiniz ki ortaya atılan bir düşünce, bir haykırış kimden çıkmış, hangi coğrafyanın rengi bu düşüncelere renk vermiş, insan merak ediyor. Hele de kitabın adı Kur’an devleti olunca insan daha bir heyecan duyuyor. İtiraf etmeliyim ki kitabı daha önceleri okuyamadığım için biraz hayıflandım. Bu yüzden konuya itibar eden kardeşlerimi -tabi okumayan varsa- haberdar etmek ve becerebildiğim kadar sizlerle paylaşmak istedim.
Elimizdeki Kur’an devleti adlı çalışmasında, Kur’an’ı ve İslam’ın yönetim şeklini 24 başlık altında ele alan Taha Abdulbaki Sürur daha ilk sayfalarda şunu söylüyor: “İslamiyet maddi olsun manevi olsun her şeyi hürriyetine kavuşturmuştur. Tek kelimeyle İslamiyet, yerlerle göklerin terazisidir. İnsanları birbirilerine bağlayan bir bağdır. Halkı idare eden sosyal bir adalet nizamıdır. Dünya hayatına yönelik bir inanç sistemidir.”
Kitabın daha başlarında Mekke’nin fethinin nasıl gerçekleştiği ile alakalı Hz. Ebubekir’e sorduklarında: “Biz, asker ve teçhizat sayesinde fethi başarmadık. Bu fethi başarmamızın yegâne sebebi, kalplerimizde yer yapmış iman kuvveti idi.” diye cevaplar. Ebubekir’in bu cevabından etkilenen Sürur; “bizdeki inancı bir tarafa bırakırsanız geri kalan kısmımız, sel köpüğünden başka bir şey değildir” diyerek imansız bir insanı tanımlarken köpüğe benzetir.
İlerleyen sayfalarda Sürur devlet başkanını şu şekilde tanımlar: “Devlet başkanı toplumun normal fertlerinden biri gibidir. Yiyecek, giyecek, binek vasıtaları hususunda normal yaşantıya sahip bir vatandaştan daha ileri gidemez. Devlet başkanı doğru yolda bulunduğu sürece, halkın kendisini desteklemesi, kendisine gerekli itaati göstermesi şer’i bir zorunluluktur. Devlet başkanı doğru yoldan ayrılacak olursa, durumun muhakemesini yapmak için Allah’ın kitabı hakem tayin edilir. Şûrâ meclisi toplanarak gerekli kararı verir.” Sürur’un kitapta defalarca tekrarladığı ve önemsediği birinci konu şûrâ meselesidir.
Medeniyeti bir güneşe benzeten Sürur “bir yerde batar bir başka yerde doğar” diyerek Batı medeniyetinin batış aşamasında olduğunu ve yerine doğacak medeniyetin İslam medeniyeti olduğundan hiç kimsenin şüphesinin olmaması gerektiğini söyler.
İslam’ı bir bütün olarak anlamak ve yaşamak istemeyen Müslümanlara şiddetli eleştiri getiren Abdulbaki Sürur: “İslamiyet; ibadetleri, kanunları, idealleriyle bir bütün olarak, batıl olan hiçbir şeyin karışmayacağı bir şekilde ya kabul edilir yahut da tamamen terk edilir. Ki, herhangi bir dağınıklığa, donukluğa, hareketsizliğe, keşmekeşliğe meydan vermesin. Namaz kılıp cihad vazifesini yerine getirmeyenler İslam’ı parçalamış olurlar. Böyleleri ölecek olurlarsa cahiliyet ölümü üzere ölmüş olurlar. Yaşayacak olurlarsa da münafık olarak yaşarlar.”
Düşüncelerini Kur’an ayetleriyle destekleyen Taha Abdulbaki Sürur’un fikirleri okuyucuya çok katı gelebilir ama Sürur’un ortaya attığı fikirler tamamen Kur’an mesnetli, dolayısı ile itiraz edenler yaşadıkları ile değil Kur’an ayetlerini delil olarak gösterip itiraz etmelidirler. Mesela yazar şu iddiada bulunuyor: “Emperyalistlerle sömürücülere boyun eğenlere, onlara zemin hazırlayanlara, zekât farz değildir. Asilere boyun eğip itaat edenlere hac farz değildir. Allah’ın koymuş olduğu sınırların çiğnenmiş olduğunu görüp de sesini çıkarmayan, eliyle, koluyla, engelleyici hiçbir faaliyette bulunmayan kişilerinde yapmış oldukları ibadetlerin zerre kadar önemi yoktur.”
Taha Abdulbaki Sürur’un son derece önemli düşüncelerini okuduğumuzda yüreğimize su serperken bazı düşünceleri de insanı endişelendirmiyor değil işin doğrusu. Kitabın 58. Sayfasında Batı medeniyeti hakkındaki düşüncelerini şu şekilde sıralamış yazar: “Kalkınmamıza yardım ve faydası dokunacak olan her türlü batılı sistemlerden iktibaslarda bulunmalıyız. Kalkınma için hazırlık, düzenleme ve üretim hususunda günümüz medeniyetinin programlarından yararlanmalıyız. İnceleme, tahsil, icat hususunda Avrupa’nın usullerinden faydalanmalıyız. Hülasa İslam’ın ruhuyla çatışmayan, rezaletlerden uzak, Avrupa medeniyetinin genel prensiplerini ve kanunlarını bizler de tatbik edebiliriz. Biz Avrupa’ya benzemeyeceğiz. Onun medeniyeti içerisinde erimeyeceğiz. Ama bununla beraber; bu medeniyetin sahip olduğu gücü, icat etmiş olduğu bilgilerin yüceliğini düzenlemiş olduğu fenlerle programları inkâr etmiyoruz.”
Bugün Müslümanların en büyük çelişkilerinden birisi batı medeniyeti ve onun icatlarına karşı bakış açısında olsa gerek. İslam’ın ruhuyla çatışmayan yeniliği, tekniği veya teknolojiyi ayırt etmek o kadar kolay bir iş olmasa gerek sayın Sürur. Çünkü hiçbir medeniyetin, buluş veya icadı tek başına size gelmez. Gelmesini istediğiniz zaman yanına alacağı valizinin içine felsefesini, ideolojisini, düşünce ve kültürünü de alır gelir. Biz sanırız ki sadece fen ve teknoloji ithal ettik, fakat aradan geçen uzun yıllar sonra bakmışız ki İslam toplumu dediğiniz toplumlar yaşam tarzları ve düşünceleri ile tamamen değişmiş, dönüşmüş ve batılılaşmış.
Yazarın Avrupa medeniyetine ve icatlarına yaktığı (iyi niyetli olduğunu düşünüyoruz) yeşil ışık elbette yeni bir fikir değil. Geçmişte de Avrupa’nın yaşam tarzından uzak kalarak fen ve tekniğini almalıyız diyen birçok iyi ve kötü niyetli Osmanlı aydın, âlim, düşünür ve devlet adamı gelip geçmiştir. Peki! Gelinen noktada bu mümkün olmuş mu dersek, kanıt ve sonuç olarak modern cumhuriyeti göstermek hiç de yanlış olmaz kanaatindeyim.
Günümüzde Kur’an’ı Kerim, sanki bizden başkalarına gönderilmiş olan bir mesaj durumuna düşmüştür diyen Sürur: “bugün dinimiz, nağmeleri anlaşılmayan, hidayet yolu belirtmeyen, bir takım belirsiz tılsımlardan, hecelerden ibaret kalmıştır” diyor.
“Müminlerin bir kısmı Kur’an’ı Kerim’in hem ibadet hem de bir teşri (yasama) hem bir idare hem de bir düzen kitabı olduğuna inanırlar. İman getirirler. Ama Kur’an’ı Kerim kendilerine bu inançlarını, bu imanlarını uygulama safhasına koymaları için çağrıda bulunduğunda, derhal şeytani felsefe faaliyete geçer. Etraflarına sihir saçar, gözlerini vehim perdesiyle perdelendirir. Kulaklarına ağırlık verir, akıllarını da batıl olan asılsız şeylerle karıştırır.” Sürur’un bu yaklaşımlarına katılmamak mümkün değil, çünkü günümüz modern müslüman insanının genel özeti bu.
İslam’ın siyasi boyutu yürürlükten kalkınca, mümtaz şahsiyetini, egemen düzenini, güçlü devletini kaybettikten sonra ibadetlerin hiçbiri artık var olamaz, var olsalar bile bir anlam ifade etmez diyen Sürur; “Bedirde cahiliye düzenine karşı dalgalanan bayrağın gölgesine sığınan ve Kur’an’dan esinlenen İslamî bir hükümet kurulmadıkça gerçek İslam ümmetinin teşekkül etmesine ve Kur’an düzeninin kurulmasına asla imkan yoktur” diyor.
Kitabın farklı bölümlerinde içi boş ve hamasi söylemlerden uzak, ayakları yere basan ve insanı heyecanlandıran yazar, çözüm yollarını yine Kur’an’dan aldığı destek ve cesaretle İslam toplumunun sosyal hayatına bir takım kurtuluş reçeteleri sunmaktadır. “Faizi yasaklamadan önce, fertlerin birbirini sosyal yönden destekleyen bir cemiyeti ve sosyal dayanışma bankalarını kurmalıyız. İslam’ın müminleri yapmakla mükellef kıldığı dostluk, kardeşlik yardımlaşma havasını oluşturmalıyız. Kadının mahrem yerlerini, bedenini Allah’ın emrettiği şekilde örtmesini, açık saçık gezmemesini istemeden önce, kadın için karşılıklı yardımlaşma esasına dayalı, sevgi dolu İslami bir aile atmosferi hazırlamalıyız.” Onun için; “şehvet fırtınalarından, nefis hastalıklarından uzak, ahlaki bir ortam meydana getirmeliyiz. Evliliği teşvik eden, evlenmeyi kolaylaştıran, evlenmek isteyenlere yardım eden bir toplum meydana getirmeliyiz” diyerek Müslümanların kendilerine güvenmelerini ister.
Nasıl ki salgın hastalığa yakalanan bir insan ayrı bir odaya alınır karantina uygulanırsa sosyal veya ahlaki bir hastalığa yakalanan insan da toplum tarafından nasihat ve öğütlerle irşad edilir. Fert yine akıllanmaz uslanmaz ise diğer insanlar onunla olan ilişkilerini keserek şahsı yalnızlığa terk ederler. Söz konusu kişi toplumdan dışlandığı için kendisini gurbette, yalnızlık içerisinde yaşamakta olduğunu ve değerini kaybettiğini anlar. Bu kati icraat toplumun korunması için en sağlam ve en güvenilir metot diyen Sürur; “suçluyu suçundan dönmeye ve tövbe etmeye zorlamak, toplumun düzenli, özlü, sağlam vicdanlı, akıllı ve imanlı olarak yaşantısını sürdürmesi için tek çıkar yoldur” diyor.
Devlet yönetiminde din adamları ve din görevlisi adı altında din simsarlığı yapan insanları İslam’ın tanımadığını ve Müslümanların işlerinin şûrâ, Allah’ın kitabı, Rasûlullah’ın sünneti ve Müslümanların icmaı ile olduğunu vurgulayan Sürur; “devlet başkanı Müslümanların hür seçimiyle seçilir. Seçilen devlet başkanı Müslümanların hem dünyevi hem de uhrevi işlerini yürütmekle mükelleftir” diyor. İslam hem din hem devlet düzenidir diyen Taha Abdulbaki Sürur: “İslam düzeni hakim olur olmaz, topluma liderlik eden sahtekarlarla yobazlar hemen ortadan silinecek, meczuplarla dervişlerin oluşturduğu guruplar yok olacaktır. Toplumumuzu boğan, milletimizi gericilik, hareketsizlik, zayıflık, güçsüzlük bağlarıyla bağlayan putperestlik adetleri olan bidatlerle hurafeler artık bir daha geri dönmemecesine aramızdan sıyrılıp gideceklerdir” diyen Sürur’un kitabını ilgili dostlara mutlaka okuyun diye tavsiye ediyoruz.
Son olarak şunu diyelim; Taha Abdulbaki Sürur’un Kur’an devleti adlı kitabı, Kur’an devlet önermez diyenlere bir cevap niteliği taşımaktadır. Yapılması gereken Müslümanların ciddi bir öze dönüş hareketi gerçekleştirmesi ve yakinen buna inanmasıdır. Eğer nesnellikten, yenilmişlik psikolojisinden kurtulur Kur’an’ın değişmez ilkelerine/mesajına kulak verirsek Allah’ın vadi gerçekleşecektir. Selam ve Dua ile.
Ahmet Durmuş