Kitabı Farklı Okuma Çabaları

Kur'an, bütün insanlara hitap etmekte iken ve kendisinin anlaşılır bir dille indirildiğini söylerken ve dinleyenler anlasın üzerinde düşünsün, akıllarını kullansın ve aralarındaki anlaşmazlıkları onunla çözümlesinler için indirildiğini vurgularken onu afaki yorumlarla yorumlamak büyük kavram kargaşalarına yol açtı.

“Günümüzde toplum geneli nasıl ki ünlü şarkıcılar ve müzik topluluklarına olağanüstü bir ilgi gösteriyorsa tıpkı Araplar da şairlerin yanında toplanır, onlardan şiir ve kaside dinleyebilmek için can atarlardı. O dönemde şairler erişilmez bir yere sahipti. Bir kabilede ünlü bir şair ortaya çıktı mı diğer kabilelerden heyetler gelir, o şairi tebrik ederler; sonra o kabile gösteriler düzenleyerek hayvanlar keser ve herkese yemek yedirirdi. Kabile kadınları da çıkar türlü şarkı nağmeleri arasında raks ederlerdi. Çünkü şair, şiiri ve diliyle kabilesini öylesine savunurdu ki, bunu kılıcı ve süngüsüyle bir savaşçı o ölçüde başaramazdı.

Nitekim şair olaylara da damgasını vurur; diğer kabile şairlerinden gelen söz saldırılarına o karşılık verirdi. Bir şair alt tabakadan isimsiz bir insanı överek şanını yüceltir veya üst tabakadan tanınmış bir insanı yererek toplum nezdinde değerini düşürebilir ve toplumun o insanlara karşı bakış açılarını değiştirebilirdi.

Aynı zamanda Araplara göre şair, bir insanın bilemeyeceği her şeyi bilen ve bilinmeyen âlemler hakkında bilgi sahibi olan kişi idi. O bunu da kişisel yetenekleri sayesinde değil, tabiatüstü varlıklar olan cinlerle ilişki kurarak alırdı. Dolayısıyla şiir sadece sanatsal bir etkinlik değil, aynı zamanda cinlerle kurulan ilişkiden kaynaklanan bir ilimdi. Bu yüzden Mekkeliler Rasullaha şair ve mecnun (cinlenmiş) demişlerdi.

Ancak Kur’an, bu durumu şiddetle reddeder. Hz. Muhammed’in sözü, ne bir şairin sözüdür ne de bir kahinin (Hakka 41,42). O’nun söyledikleri ancak Allah tarafından gönderilen bir vahiydir (Necm 3). Ve şairlere ancak azgınlar uyar ve o şairler her vadide (sözcüklerin ve hayallerin peşinde) şaşkın dolaşırlar(Şuara 223,224).

Kur’an bu ifadelerle Hz.Muhammed’i bu şairler sınıfının dışında tutmak istemiş, onun peygamberlik ve risaletle görevlendirildiğini açıkça beyan etmiş ve onun rastgele söz söyleyen, kelimeler ve hayaller arasında dolaşan şairlerin yaptığını yapmayan bir insan olduğunu belirtmek istemiştir…” (İzzet Derveze, Kurana göre Hz Muhammedin Hayatı)

***

Yüce Yaratıcı yüzyıllar boyu her topluma kendi içlerinden ve dillerinden elçiler göndererek uyardı doğru yolu gösterdi. Bu uyarı istisnasız tüm toplumlarda onların hali hazırda konuştukları dil üzerindendi. Aksi olamazdı zira bir anlama ve algılama gerçekleşemezdi.

Arap toplumuna da içlerinden bir resulle onların dil kuralları ve dünya tasavvurları çerçevesinde bir kitap gönderdi.

Bu mesaj yerel olmakla beraber aynı zamanda tüm insanlık için bir rehber mahiyetindeydi. Dolayısıyla indiği ortamın kültürel bağlamını dikkate almadan yapılacak okumalar çoğu zaman yanlış anlamalara sebep olabilirdi.

İlk nesil nebi içlerinde olduğundan onu anlama noktasında bir problem yaşamadı. Anlayamadıkları şeyleri sorup ondan cevap bulmaya çalıştılar.

Ancak onun vefatını müteakip Kitabın anlaşılmasında birtakım problemler ortaya çıktı. Özellikle Arap dilinin zaman içerisindeki değişimi ve beraberinde yeni nesillerin, Arap olmayan halkların topluma karışımı gibi etkenler onu anlamayı sonraki nesiller için biraz zorlaştırdı. Öyle ki Arap olanların büyük kısmı, sonraları özel bir eğitim almaksızın Kitabın bir kısmının muradını anlayamaz hale gelmişti…

***

Rabbimiz kelamı insana ait bir dil vasıtasıyla beşer seviyesinde indirmiştir ve bunun nasıl gerçekleştiğini şöyle zikreder:

“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut ta bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder…” (Şura 51)

Ayet vahyetme sürecinin her elçi için bu üç şekilde olduğunu söylerken vahyin muhatabı öncelikle o coğrafyadaki insanlar ve sonrasında tüm insanlıktır.

Bu yüzden herkesin anlayabileceği bir dil olması gerekir. Yani onu o toplumdaki ortalama her insan anlamalıdır. Çünkü insanların genelinin anlamadığı bir mesajın sorumluluğu da olmaz…

Mesajın kolay anlaşılması ve iletişiminin sağlıklı gerçekleşmesi için Allah insana insanın konuştuğu kendi dili ile hitap etse de konuşulan dilin özelliklerine fazlaca vakıf olmayan kavimlerin onu anlama faaliyetleri her zaman kısıtlıdır.

Bu yüzden sadece meal okumak Kuran’dan istifade etmek yerine onu anlayamama ya da yanlış anlama problemlerine davetiye çıkarabilir.

***

Ve Kuran bize ilahî kelam olması münasebetiyle hem bu dünya hem de gayb âlemiyle ilgili bilgiler verir. Özellikle dünya hayatıyla ilgili olanları anlamada fazlaca problem yaşanmazken gaybi alemle ilgili konularda farklı anlamalar olması muhtemeldir.

Allah, ahiret, cennet, cehennem, ölümden sonra başka bir hayatın var olup olmadığı, hesap gününün nasıllığı ancak ilahî kitapların verdiği bilgiler sayesinde bilinir.

Bu meyanda Kuran dünyevi konuları muhkem anlaşılabilir bir üslupla ifade ederken; gaybi konularda müteşabih bir dil kullanmıştır.

Muhkem helal ve haramlarla ilgili iken; müteşabih ise cennet cehennem kıyamet ahiret gibi konuları içerir.

Gaybi alanda örneğin Allah’ın zatı ve sıfatları, melekler, cennet, cehennem gibi varlıklar duyularla algılanamadığından mecazî dil kullanmak zorunludur.

Mesela Kur’an’da “altlarından ırmaklar akan cennetlerden” veya “kaynar suların bulunduğu cehennemden” bahsedilir. Ya da Allah’ın eli, Allah’ın yüzü gibi ifadeleri sözlük anlamları ile değil mecazi olarak anlamak zorunludur. Nitekim insan vücudunda bir uzvu tanımlayan el kelimesi ile “Allah’ın eli” kavramı somut açıklamalarla nasıl anlatılabilir ki?

Ya da “Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye yönelirseniz yönelin Allah’ın vechi orasıdır” ifadesinde geçen vech kelimesi gibi…

***

Mamafih Kitaptaki bazı ayetlerin/ kelimelerin birden fazla manaya gelmesi zaman içerisinde birtakım farklı yorumlamalara olanak sağladı.

Hz. Peygamber döneminde de benzer şeyler olmuş onun tefsiri ve yorumlamaları ile muradın ne olduğu vuzuha kavuşmuştu.

Örneğin Adiy b. Hatem “fecrin beyaz ipliği siyah iplikten seçilinceye kadar yiyin” ayetini zahiri manasında anlamış, yastığının altına biri beyaz, diğeri siyah olmak üzere iki ip koymuş, fecir vakti geldiğinde bu ipler arasında bir ayırım yapamamış ve durumu Hz. Peygambere arzetmiş; Hz. Peygamber de bu ifadede yer alan beyaz ipliğin gündüz, siyah ipliğin de gece manasında olduğunu kendisine vurgulamıştı.

Dolayısı ile ayetin manası mecaz idi.

Ancak mecazi yorum sonraları kitabın bir zahiri bir de batını olduğu anlayışına götürdü bazı kesimleri.

Özellikle mutasavvıflar “Zahir avamın nasların zahirinden anladığı manadır. Batın ise ancak veliler tarafından bilinir” diyerek Allah resulü döneminde olmayan tevillere kapı araladı. Onlara göre ayetlerin batıni manalarını bilmek sezgi ve ilhama dayanmaktaydı.

Kur’an, bütün insanlara hitap etmekte iken ve kendisinin anlaşılır bir dille indirildiğini söylerken ve dinleyenler anlasın üzerinde düşünsün, akıllarını kullansın ve aralarındaki anlaşmazlıkları onunla çözümlesinler için indirildiğini vurgularken onu afaki yorumlarla yorumlamak büyük kavram kargaşalarına yol açtı.

Öteden beri kutsal metinlerin sonsuz manalar içeren sırlı ve gizemli sözlerle dolu olduğuna dair bir yaklaşım olagelmiştir. İslam tarihinde de bu konuda öncelikle Batıniler, Şia ve ardından Tasavvuf ehli bu yaklaşımın en önemli takipçileri olarak akla gelmekte.

Onlara göre kitabın ince ve derin manalarını bilen; keşf, ilham, marifet, basiret, feraset, rüya gibi manevi yolları Allah’ın kendisine ilim olarak verdiği özel insanlar vardı.

Allah güya seçilmiş kullarına Kur’an’ın gizli inceliklerini, işaretlerini, nurlarını anlamayı lütfetmişti. İşte bu yüzden onlar gaybi sırlara muttali kılınarak bir anlamda Allah resulünün ölümü ile kesilen vahyin inişini devam ettiriyorlardı.

Ulema bir ömür tüketerek büyük emeklerle Kuranı anlamaya çalışırken bunlar yaratıcı ile irtibata geçiyor, sohbet ediyor, ondan bilgiler alıyor ve bu bilgilerle Kurana denk kitaplar yazabiliyordu. Bu meyanda içlerine doğan ilham denilen vehimleri tefsirlere döküyor çoğu zaman da Kurana zıt saçma sapan teviller yapıyorlardı.

Öyle ki, bu seçkin kişiler yazdıkları tefsirlerin/kitapların mukaddimelerine bu eserin Allah tarafından kendilerine yazdırıldığını dahi yazabildiler.

Bu seçkin sufiler “Firavuna git” (Taha 24) ayetindeki Firavunun “kalp” olduğunu; “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor” (Bakara 2/67) ayetindeki ineğin “nefs” anlamına geldiğini, “ayakkabını çıkar” (Taha 12) ayetinden kastın dünya ve ahiret olduğunu savunuyordu.

Kur’an’daki kıtalla ve cihatla ilgili ayetleri nefis terbiyesi anlamında tevil ederek Tevbe suresi 123. ayetteki “yakınınızda olanlar” ifadesinden kastın “nefs” olduğu yorumu ile ayetten kastın nefisle savaşılması gerektiği savunuyorlardı. Tabi nefis savaşının verilebilmesi için bir tarikat ve şeyhe müntesip olunması gerektiğini de iliştirerek…

“Bunlar günahları yüzünden suda boğuldular” (Nuh 25) ayetini “marifetullah denizlerinde boğuldular” şeklinde; Nuh’un kendi kavmi hakkında söylediği sözlerin yergi değil aslında övme olduğu; firavunun iman ederek öldüğü; “Allah onların kalplerini mühürlemiştir” (Bakara 7) ayetini “Onlar Allah’tan başka bir şey tanımazlar” şeklinde; yine aynı ayetteki  “kulakları mühürlüdür ve gözlerinin üzerinde de perde vardır” ifadesini de “Onlar Allah dışında bir şey duymaz ve Ondan başkasını görmezler” şeklinde ilgisiz alakasız tevillerle tefsir ettiler.

Sonuç olarak İslam tarihinde batıni yorum anlayışı büyük oranda benimsendi.

Halbuki Allah insanlara kendi dilleri ile anlaşılabilir şekilde mesajını iletmiş ve onları bilgilendirmişti.

Kendi söylemek istediği şeyleri ya da iç dünyasının vehimlerini rüya ya da keşf adı altında Kuran’a söyletmek aslında çok cesaret isteyen bir davranıştı…

***

O halde Allah’ın bir insanla konuşması sadece vahiy yoluyladır ve bu da ancak bir peygamber vasıtasıyla olur.

Allah diğer peygamberlere vahyini nasıl bildirmişse Hz. Muhammed’e ( sav) de aynı şekilde bildirmiştir.

Ve bu Allah’ın bir Sünnetullahıdır.

Kitabı sadece bir meal üzerinden okuyarak değerlendirmek çoğu zaman indiği dilin, çevrenin ve zamanın şartlarını bilmediğimizden bizleri yanlış yönlendirebilecekken; kendi heva ve hevesinden rüya ilham ve keşf adı altında batıni yorumlar yapan birinin tevillerini ciddiye almak ta dinin ciddiyetini azaltacak, saçma sapan hurafelerin bugün olduğu gibi din adı altında sunumuna zemin hazırlayacaktır.

Velhasıl, her yönü ile mükemmel, yanılmayan, hatadan münezzeh olan Allah daima eksik olan ve yanılabilme ihtimali her daim yüksek olan insana yani bize kitabını eksiksiz indirmişse de bizler asırlar içerisinde onun mesajını yanlışa yorumlayabilecek ne varsa yaptık.

Kimi zaman kıt akıl ve ilmimizle süfli emel ve itibarımız için yaratıcı ile irtibata geçtiğimizi ondan ilham aldığımızı iddia ederek vehimlerimizi ona hamlettik.

Asırlar boyu bize inanan saf insanları da buna alet ederek kitabın anlaşılabilir, sade ve net ifadelerini karmaşıklaştırıp tahrif edip durduk.

Oysa yaptığımız sadece, kendini ateşe dayanıklı zanneden gafillerin bir umarsızlığı idi…

Selam ve dua ile…

Her Taraf / Enes Tarım