İran’ın Kum kenti, 21 Aralık 2009 Pazartesi günü, oldukça kalabalık bir cenaze törenine ev sahipliği yapıyordu. Ülkenin dört bir yanından kalkıp şehrin sokaklarını dolduran yüz binlerce kişi, önceki gün 87 yaşında hayatını kaybeden Ayetullah Hüseyin Ali Muntazerî’yi uğurlamak üzere toplanmıştı. İranlı yetkililer her şeyin yolunda gitmesi için devletin ilgili tüm birimlerini alarma geçirmiş, törende güvenliği ve asayişi temin için Tahran’dan özel birlikler Kum’a nakledilmişti.
Cenaze töreni konusunda gösterilen bu titizlik, Ayetullah Muntazerî’ye resmi makamlarca gösterilen saygıdan değil, ülkenin içinde bulunduğu siyasal gerilimden kaynaklanıyordu. O günlerde, kendilerine “Yeşil Hareket” ismini veren muhalif kitle siyasî, ekonomik ve sosyal reform talepleriyle İran gündemini ciddi biçimde meşgul ediyordu. Mehdî Kerrubî ve Mir Hüseyin Musavî ikilisinin liderlik ettiği hareket, ülke çapında geniş ilgi görmüş, sokakları dalgalandırmayı başarmıştı. Ayetullah Muntazerî, kendisinin zaten eskiden beri savunduğu noktaları dile getiren “Yeşil Hareket”e desteğini açıklamakla kalmamış, hareketin lider kadrosuyla da yakın temas kurmuştu.
Ayetullah Hüseyin Ali Muntazerî, sıradan bir muhalif din adamı değildi. 1960’lardan itibaren Ayetullah Humeynî’nin yanı başında yer almış, Şah döneminde 4 yıl (1974-78) hapis yatmış ve işkence görmüş, devrimden sonra “Velâyet-i Fakih Doktrini”ni temellendiren beyin takımının içinde bulunmuş, ardından bizzat Humeynî tarafından “halef” tayin edilerek “İslâm Devrimi”nin ana sütunlarından biri haline gelmişti. 1980’lerin ilk yarısında, Humeynî’nin ölümü halinde yerine Montazerî’nin geçeceği konusunda kimsenin şüphesi yoktu. Ancak kamuoyunda önceleri pek fark edilmeyen bir çatışma, Humeynî-Muntazerî ikilisinin arasını hızla açmaya başlamıştı:
1980’de Saddam Hüseyin’in İran’a saldırmasıyla patlak veren İran-Irak Savaşı’nın yarattığı olağanüstü atmosfer, Humeynî ve ekibine, ülke içinde iktidarı sağlamlaştırma fırsatı vermişti. Bu çerçevede, Halkın Mücahitleri Örgütü ve diğer bazı silahlı fraksiyonların saldırılarından sonra başlatılan tutuklama ve idam furyasında, çok sayıda muhalif isim etkisiz hale getirildi. 1986 itibariyle, binlerce kişi idam mangalarında ve hapishanelerdeki işkence odalarında can vermişti. Muntazerî, bazılarına bizzat şahit olduğu bu infazlarla ilgili ilk şikâyetini 1986’nın ekim ayında yazdığı bir mektupla Humeynî’ye bildirdi. Muntazerî’nin mektubunda, zindanlarda katledilen hamile kadınlardan, iftar vakti asılan Müslüman gençlerden, atılan dayak sebebiyle komaya girenlerden söz ediliyordu. Mektuba herhangi bir cevap gelmedi.
Özel yazışma yoluyla mesafe kat edemeyen Ayetullah Muntazerî, infazların zirveye çıktığı 1988 yazından itibaren alenî muhalefete başladı. Açıklamalarında en az 3 bin 800 kişinin feci şartlarda öldürüldüğünü belirten Muntazerî, “İslâm Devrimi’nin hapishanelerinde işlenen suçlar, Şah rejimini geride bıraktı” sözüyle İran’ın yeni yönetiminde büyük kızgınlığa yol açtı. Humeynî, cevap olarak Muntazerî’yi kendisinin siyasal verasetinden azletti.
Humeynî’nin 3 Haziran 1989’daki ölümünden sonra rejime muhalefetinin dozunu daha da artıran Ayetullah Muntazerî, yeni Dini Lider Ali Hamaney’in yeterliliğini ve ehliyetini sürekli sorguladı. Vaaz verme ve halka açık konuşmalar yapma hakkı elinden alınan Muntazerî, 1997’de Hamaney’e hitaben söylediği “Sen taklit mercii değilsin” sözü üzerine ev hapsine konuldu. 2003’e kadar insanlardan izole edilen Muntazerî, bu süre içinde tesirini daha da artırdı. Özellikle din adamlarının yönetimdeki rollerinin kısıtlanması, ilahî misyon iddiasında bulunmamaları, siyaset ve ekonomiye müdahil olmamaları gerektiğine dair yorumları, ölümüne dek ülke çapında dikkatle izlendi.
Böylesine sembolik bir ismin cenaze töreninin, İranlı yetkililer için kâbus potansiyeli içermesi elbette normaldi. Öte yandan, Muntazerî’nin ölümüyle İran’da bir dönem kapanıyor, bir dönemin şahitliği de onunla birlikte mezara gidiyordu. İran devlet aklı için, artık rahat bir nefes alma imkânıydı bu.
***
Dün itibariyle, 1 Şubat 1979’da Ayetullah Ruhullah Humeynî’nin, Air France’a ait bir uçakla, Fransa’nın başkenti Paris’ten Tahran’a dönüşünün üzerinden tam 40 yıl geçti. O günden bu yana, ABD’nin sürekli saldırıları nedeniyle, -kuruluşundaki gösterişli iddialara ve İslâm dünyasının tamamını kucaklama söylemlerine rağmen- yolun sonunda mezhepçi bir ulus devlete dönüşen İran’ın politikalarını sağlıklı ve dengeli bir şekilde tartışabilme imkânından mahrumuz. Sırf ABD saldırdığı için İran’ın etrafında halkalanan sempati dalgaları, Ortadoğu’nun bu sıra dışı ülkesinin yakın tarihini soğukkanlı ve tarafsız biçimde okumaktan bile alıkoyuyor bizi. Örneğin, yukarıda özetlenen hapishane katliamlarını ve Ayetullah Muntazerî’nin tek başına buna gösterdiği direnişi, çoğumuz belki de ilk kez duyuyoruz.
Günümüzde Ortadoğu ve İslâm dünyasına Şiîliği ihraç etme hedefine kilitlenen İran dış politikası, yöneticilerinin dilindeki “ABD”, “İsrail”, “emperyalizm” gibi sloganların da yardımıyla, kendisini eleştirilerden büyük ölçüde korumayı başarıyor. Ancak yakın ve uzak tarihin bize gösterdiği bir husus var: Tozlar bir gün halının altına süpürülemeyecek kadar çoğaldığında, gürültülü bir elektrik süpürgesinin açılması şart haline gelir. Onu da kim açar, bilinmez.
Yeni Şafak / Taha Kılınç