Katılım ekonomisi kavramı nasıl ortaya çıktı ve bu kavram tam olarak neyi tanımlıyor?
Katılım ekonomisi ile katılım bankacılığı bazen iç içe geçiyor. “Katılım” kavramının doğuşu Türkiye’de 1985’te Özal döneminde İslami bankacılığın “özel finans kurumları” adıyla kurulmasıyla başladı. Özal Türkiye’ye özgü bir açılım yapmak istiyordu. 83’te Bakanlar Kurulu’nun kanun hükmünde kararnamesiyle özel finans kurumları kuruldu. Bunların çalışma esasları Merkez Bankası ve hazinenin yönergeleriyle düzenlendi. Hem fon toplarken hem fon kullandırırken ismi “özel finans kurumu” olan bir bankacılık doğdu.
Fakat “özel finans kurumu” olarak isimlendirilen bankalar yurtdışı işlemlerinde bazı sorunlar yaşadı. “Siz faktoring şirketi misiniz, leasing şirketi misiniz?” gibi tartışmalar doğdu. “Özel finans kurumu” tanımının bu bankaları tam izah etmediği ortaya çıktı. 90’larda “Bu sorunları nasıl aşarız?” sorusu tartışılırken ben de “katılım” kavramının bu kurumlar açısından isabetli olduğunu savundum. Bu kurumlar fon toplarken kâr ve zarara katılma mantığında çalışıyorlar. Buna İslam fıkhında müdarebe diyoruz. Ben de buradan esinlenerek bu kurumların klasik bankalardan farkını anlatması için “katılım bankası” kavramını önerdim. 2005 yılında bu kavram yasaya girmiş oldu. Şimdi bu kavram Tunus’ta, Cezayir’de yavaş yavaş kullanılmaya başlandı. Tahmin ediyorum ki önümüzdeki yıllarda bu kavram uluslararası sahada da “participation banking” olarak kullanılacak.
Sorunuza gelecek olursak: Katılım ekonomisi aslında insanlığın fıtratından neşet etmiş olan yaşam tarzını ve iktisadi ilişkileri merkeze alan, “İslam” kavramını kullanmadan içerik olarak İslam ekonomisini çerçeveleyen bir ifade. Bana kalırsa temel sorularımızdan biri, bizim liberal kapitalist ve sosyalist ekonomiden ayrımımızın nerede başladığı. Ben bu sorunun cevabını şöyle veriyorum: Bizim felsefi olarak bütünlüklü bir İslam düşüncesine ihtiyacımız var. Bugün ana sorunlarımızdan bir tanesi, Müslümanlık temelli bir insanlık düşüncesinin bugün neye tekabül ettiği konusunda kafa yormak. İslam düşüncesinin yeniden yapılanması, bu çağa bütüncül bir şey söylemesi gerek. Bu alanda cesaretle söz söyleme alanı açmamız gerekiyor. Bu açıdan ben ekonominin, İslam düşüncesinin felsefi bütünlüğü içerisinde bir alt disiplin olduğunu düşünüyorum.
İslam düşüncesinin alt disiplinlerinden biri nasıl siyaset, hukuk, sosyal bilimler, sosyoloji ise bir tanesi de ekonomidir. Bu ekonominin alt başlıklarından biri de bankacılıktır, sigortacılıktır, tekafüldür. Böyle bir hiyerarşi kurguladığımızda benim ana eğilimim İslam düşüncesini felsefi bir bütünlük içerisinde ele alıp bunu yeniden tasarımlamak, bunun için de ekonomik yaklaşımı katılım ekonomisi üzerinden şekillendirmek ve buna bağlı olarak bir bankacılık, bir finans işlemi kurgulamak şeklinde.
“İslami bankacılık” ile “katılım bankacılığı” kavramları arasında hangisini tercih ederdiniz?
“İslam ekonomisi” kavramı bizde daha yoğun olarak kullanılıyor. Ben Müslüman zihnin bugünkü çağda dinî kavramları başa alarak geliştirdiği projelerin, bugün için Müslümanların temsil konusundaki zayıflıklarından dolayı uygun olmadığını düşünüyorum. Yeni içerikleri bugünkü insanın kalbine dokunacak yaratıcı bir sürece geçmeyi ve yeni kavramlar kullanmayı gerekli görüyorum. Bu çerçevede “İslami bankacılık” kavramı bana sorunlu geliyor. Bu kavram altında yapacağımız işlem İslam’a mal olacağı için, bu şekilde İslam’ın geleceğini de ipotek etmiş oluyoruz. Bunu başına İslam koymadan, en azından tepeye bunu taşımadan yapmak gerektiğini düşünüyorum.
Peki “ekonomi” ile “iktisat” kavramları aynı şeye mi atıfta bulunuyor? Örneğin “İslam ekonomisi” ile “İslam iktisadı” arasında bir fark var mı sizce?
Yurt dışı ilişkilerinde dünya bir köye döndü. Kavramlar da genel geçer, kanon kavramlar oldu. “İktisat” kavramı yerine “ekonomi” geldi. Oysa “iktisat”, bir kasta matuf yaşamakla ilgili bir kavram. Dolayısıyla bu kavram, bir amaca matuf yaşarken mali ilişkileri düzenleyen bir disipline işaret ediyor.
Ekonomi ise (oikonomia), Yunan kökenli bir kelime. “oiko” ev, “nomia” da kurmak demek. Özetle ev kurmak, ev yönetimi anlamına gelir ekonomi ve bu kavramla bir parça da iktisadi perspektiften daha küçük bir yönetim şekli kastedilir. İktisat insanlığın bir amaca matuf yaşamasının üzerine bina edilmiş siyaset ekonomisidir. Ekonomi ise onun daha çok uygulaması, eve kadar inen gündelik hayatın bir pratiğidir. Birisinde teori ve felsefe ağırlığı vardır; bir amaç, ölçülü yaşam ağırlığı vardır. Diğerinde ise gündelik maişet vardır. Bu yönüyle ben “İslam iktisadı”nı kişinin sermaye, mülkiyet, tüketim ve toplumsal bazdaki münasebetlerini çerçeveleyen bir kavram olarak görüyorum. Eğer bu fenomenin uygulama bazından bahsedeceksek de “İslam ekonomisi” yerine “katılım ekonomisi” kavramını daha isabetli buluyorum.
Ben sermaye ve mülkiyet konusunda devrimci çizgiden yanayım. Bir kişinin aç olduğu yerde kişinin elinde bir sermaye temerküzü varsa o sermaye temerküzünün parçalanması gerektiğini düşünüyorum. Temel haklar zemininde insani yaşama standardının altında bir kişi olduğu takdirde bütün sermayenin o insanlara zehir olacağını düşünüyorum. Günümüzde Müslümanlar sermaye konusunda ne yazık ki kapitalist ve sosyalist sistemden farklı bir şey söylemiyor. Uzakdoğu’dan Körfez’e kadar birçok insan, “Bizde de özel mülkiyet var ama zekâtını vereceksin.” diyor. Ben İslam iktisadının bu yaklaşım üzerine bina edilebileceğini düşünmüyorum. Kapitalist sistemin yeşile boyanarak bize İslam ekonomisi diye pazarlanmasını bir tuzak olarak görüyorum. Art niyetli olmasa da Müslümanların düşünce dünyaları kapitalist zihniyetin etkisinde.
İktisadı bir amaca matuf olarak yaşamak diye izah ettiniz. Bu yönüyle İslam iktisadı nasıl bir toplumsallık öngörüyor?
Bu soruyu cevaplarken, kapitalist ve sosyalist ekonomilerin nasıl bir toplum kurgusu üzerinden gittiğiyle başlamakta fayda var: Kapitalizm, Batı düşünce tarihinde burjuvanın öne çıkmasıyla sermayenin ağırlık kazanmasına dayanıyor. Sosyalizm ise biliyorsunuz toplumculuk üzerinden şekillendi.
Hem Yahudilikte hem Hristiyanlıkta faiz zaten haram. Fakat eski dönemde her iki dinin kurumları şekil değiştirerek bir siyasi otoriteyi de temsil etmeye başladı. Dolayısıyla hem finansı hem siyasi otoriteyi hem de insanların geleceğini etkileyecek karar mercilerine dönüştüler. Böyle bakınca Batı’da bu tür arayışların bir anlamı var. Çünkü mülkiyeti de olmayan insanlar cendereye sıkışmış. Kilisenin mülkiyeti ve din adamlarının otoritesine karşı mülkiyet orada geç kalmış bir şekilde gündeme gelerek baskın hâle gelmiş.
İslam’da ise mülkiyet baştan beri var. Fakat çağın koşulları ve gelişen düşünceler onu revize ediyor. Bugün geldiğimiz noktada kapitalist ekonomi mülkiyeti şöyle tarif ediyor: “Bu mülk benimdir. Tasarrufu bana aittir. Özel mülkiyettir. Mutlak tasarruf bendedir. Çoluğuma çocuğuma da miras bırakabilirim. Kimin gücü ne kadar yetiyorsa bu mülkiyeti ele geçirebilir.” Kapitalist ekonomide sermayeyi elinde bulunduranın avantajı olduğu için bir sermaye temerküzü var. Sosyalist mülkiyet anlayışında ise bir sınıf mülkiyeti var.
Peki İslam’ın mülkiyet anlayışı nedir?
Bizim en stratejik sorumuz budur. İslam düşüncesine katkı sunmuş insanların, örneğin İbn Miskeveyh ya da Farabi’nin de yorumlarını katarak bu soruya şöyle bir cevap verebiliriz: Mülk, yeryüzü, gökyüzü ve ikisi arasındakiler, hatta yeraltındakiler de Allah’ındır, dolayısıyla mülk Allah’ındır. Sezai Karakoç’un ifadesiyle söylersek mülk önce Allah’ındır, sonra toplumundur, sonra bireyindir. Bu çok önemli bir anlayıştır. Dolayısıyla İslam iktisadında mülkiyet doğrudan Allah’a aittir, insanın ve toplumun mülkiyeti kullanım hakkı vardır. Mülkiyet ihtiyacı olan birinin olduğu toplumda bir bireyin mutlak mülkiyeti kendi uhdesine çekmesi, İslam iktisadını kapitalist bir iktisada dönüştürür. Buna biz itiraz ediyoruz. Komünist mülkiyette sınıf mülkiyeti vardır, oysa ben burada sınıf mülkiyetinden bahsetmiyorum. Bu anlamda mülkiyet anlayışımız hiyerarşik bir şekilde Allah, toplum ve birey üzerinden şekilleniyor.
İkinci konu, bu mülkiyeti biz mutlak mülkiyet olarak almıyoruz. Burada da bizim “emanet” kavramı gündeme geliyor. Biz elimizi, gözümüzü, organlarımızı bile istediğimiz gibi tasarruf edip harcayamayız. Bunu emanet bilinci içinde kullanmamız gerekir. Bizde tüketme yok, değerlendirme vardır. Biz elmayı nadir olsun, fiyatı yükselsin diye çöpe atmayız. Elmayı emanet görürüz. İhtiyacımız varsa yeriz, yoksa başkasına veririz. Biz bu emanetleri Allah’ın rızasını kazanmak için koruyarak onu sahibine iade ederiz. İslam iktisadı buraya oturuyor. O yüzden sermayenin biriktirilerek yoksullardan kaçırılmasını problemli görüyorum.
Mülkiyeti dünyanın herhangi bir yerinde insani yaşama seviyesinin altında kalmış tek bir kişi bile varsa, bunun zulüm olduğunu düşünüyorum. Zenginlerin bu anlamda sermayelerinin parçalanması gerektiğini düşünüyorum. Bizim İslam toplumu dediğimiz şey aslında buradan şekillenmiş oluyor. Herkesin insani yaşama standardına kavuşabileceği bir ekonomik model geliştirmemiz gerekir. Geçmişi tekrar ederek bunu yapamayız. Bambaşka tezler geliştirmemiz lazım.
“Yeni ve başka bir dünya mümkün” diye yola çıkmamız lazım. Biz bu dünyaya mahkûm değiliz. Bugünkü dünya da insanlığın hak ettiği bir dünya değil.
Bunun yolu yordamı nerden geçiyor?
Bizim iki tane işimiz var: Birincisi nübüvvet mesajını kavramak. İkincisi ise diğer insanlara bunu sunacak bir sistematik çalışma yapmak. Ekonomik düşüncemizi, siyasi düşüncemizi, sosyolojik düşüncemizi, hukuki düşüncemizi reset etmemiz ve bir bütünlük içinde kurgulamamız gerek.
İnsanlık temelli Müslümanlık düşüncesini yeniden masaya yatırıp bugünkü çağda, bugünkü insanlara hitap edecek biçimde yeniden bir bütünlük hâlinde geliştirmemiz gerekiyor. Bunlara kafa yormalıyız. Bu katılım ekonomisinde ekonomi tarafında, siyaset ekonomisinde siyaset tarafında, hukukta da hukukun egemen olduğu bir bağlamda yeşeren bir toplumsallık kurgusuna ihtiyacımız var.
perspektif.eu