2001 yılının Ağustos ayında, Bülent Ecevit’in başbakan olduğu dönemde, o zamanki İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Türkiye’yi ziyaret edeceği günün sabahında, erken saatlerde, hiç beklemediğim bir vakitte kapım çalındı. Komşulardan biri olabilir diye düşündüm. Kapıyı açtığımda hiç tanımadığım yüzlerle karşılaştım. Sivil giyimli idiler. Ama polis kimliklerini göstererek; “Evinde arama yapmak istiyoruz” dediler. “Buyurun, arayın!” dedim.
Bazı yerlere baktılar ve “suç unsuru” sayılabilecek bir şey bulamadılar. Sonra, “Seni emniyete götüreceğiz!” dediler. “Sebep ne? Herhangi bir suç unsuru bulamadınız!” dedim. “Emniyet Müdürlüğü’nden talimat geldi, seni götürmemiz gerekiyor!” dediler. Neyse, arabaya bindirdiler ve Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü binasına götürdüler. Az sonra Haksöz dergisi yazarlarından Hamza Türkmen ve Rıdvan Kaya’yı da getirdiler.
Biraz sorguladıktan, ifademi aldıktan sonra hastaneye götürerek doktor raporu da alıp bıraktılar.
Çıktıktan sonra medyada hakkımızda yayınlanan haberlerden, Şaron ziyareti öncesinde “kanunsuz eyleme çağrı yapma” suçlamasıyla gözlem altına alındığımızı öğrendim. Bunun da gerekçesi ziyaret öncesinde bir basın toplantısı düzenlemekmiş. Oysa, birçok sivil toplum kuruluşunun desteklediği söz konusu basın toplantısına ben, başka bir meşguliyetim dolayısıyla katılamamıştım. Benim katılmadığım ancak onlarca STK temsilcisinin katıldığı basın toplantısından dolayı ne hikmetse beni gözaltına almışlar. Üstelik emniyetteki sorgulamada bu toplantıyla ilgili bir tek soru sorulmadığı gibi “kanunsuz eyleme çağrı yapma” gibi bir suçlamada da bulunulmamıştı. Ama anlaşıldığı kadarıyla basına yapılan açıklamada böyle bir iddiayla gözaltına alındığımız söyleniyordu.
Ama ben Şaron’un ziyaretine tepkimi yazılarımda ve konuşmalarımda birçok kez dile getirmiştim.
Benim gözümde dünün “Beyrut kasabı” Ariel Şaron ne ise, bugün “solcu” geçinen İsrail Cumhurbaşkanı Yitzak Herzog da odur. Çünkü ben ilkesel olarak siyonist işgali tümüyle gayri meşru görüyor ve birtakım “çıkar” gerekçelerine dayansa da onunla ilişkileri onaylamıyorum.
Siyonist işgal liderlerinin Birleşik Arap Emirlikleri’ni, Bahreyn’i, Fas’ı ziyaret etmelerine karşı sergilediğim tavrı Herzog’un Türkiye ziyaretine karşı da göstermek Filistin ve Kudüs davası konusundaki duruşumun bir gereğidir. BAE’yi ziyaret eden Herzog ile Türkiye’yi ziyaret eden Herzog aynıdır.
Herzog’un Türkiye’de ağırlandığı ve keyifli bir şekilde uyku çektiği gece, yani 9 Mart’ı 10 Mart’a bağlayan gece, siyonist işgal güçleri Filistin’in Batı Yaka bölgesinde ve Kudüs’te insan avına çıkmışlardı. Üstelik o gece gerçekleştirdikleri esir alma işlemlerini son ayların zirvesine çıkardılar. Bir gecede tam 42 kişinin bileğine kelepçe vurdular. Ayrıca işgalci askerler, öyle kapını çalıp, kimlik gösterip, “Evinde arama yapmak istiyoruz” demiyorlar. Gece saat 01.00’den veya 02.00’den sonra kapıya tekme vuruyor, açmazsan tüfeğinin dipçiğiyle kırıyor ve insanları yataklarından kaldırıyor, evin altını üstüne getirecek şekilde arama yapıyor, bu sırada evinde eğer küçük çocuklar varsa onlar korkudan titriyor, bazıları kriz geçiriyor sonra aile reisinin bileğine kelepçe vurup sürükleyerek götürüyorlar.
Herzog’un Türkiye’de ağırlandığı gece tam 42 kişiye kelepçe vurulması da göstermiştir ki, işgalci siyoniste sizin yakınlaşmanız onun insafsız tavrını hiç değiştirmiyor. Bilakis kendilerini daha cüretkâr hissediyorlar.
Zaten Arap ülkeleri de işgal rejimiyle ilişkilerini normalleştirme adımları atarken, bunun Filistin halkına olumlu yansımaları olacağını iddia etmişlerdi ama sonuç tam tersi oldu.
Herzog’un ziyaret planı sebebiyle Vuslat dergisinin, Mart sayısı için yazdığım “Denize Düşsek de Siyoniste Sarılmamalıyız” başlıklı yazıda Türkiye-İsrail ilişkilerinin tahlilini yapmaya ve Herzog ziyaretine reel politik açıdan bakıldığı zaman da kazananın sadece işgal yönetimi olduğunun görülmesi gerektiğini dile getirmeye çalıştım.
Ahmet Varol/Yeni Akit