İnsan, Ne İhtiva Ettiği Önceden Belli Birtakım Donuk Karelere Bakıyor

Bugün insan, ne ihtiva ettiği önceden belli birtakım donuk karelere bakıyor. Orada akan bir hayat, bir hayatiyet yok. Orada sadece dondurulmuş fotoğraflar var. Dondurulmuş görme biçimlerinin doğurganlığı olmayan numuneleri var.

Çerçeveye Çarpmadan

Bizler hakikatin sahibi değil, muhatabıyız. Kafamızdaki engelleri aşarak kendimizi açık tuttuğumuz müddetçe, her gün mucizevi şekilde kendini yenileyen yüzüyle varlığın değişmez özünü müşahede imkanına sahibiz. O engellerin sayısı çoktur ama onların tamamının kendimizi hakikatin sahibi görmekle öyle ya da böyle bir ilgisi vardır. İnsan ancak kendi miktarınca bir bilgeliğe sahip olabilir; bunun yegane yolu da kendisini aradan çıkararak hakiki bilgiye, onun sayısız kendini gösteriş biçimine, sonsuz sayıdaki görünümlerine bakışını açık tutabilmekten geçer. Bugün insan, ne ihtiva ettiği önceden belli birtakım donuk karelere bakıyor. Orada akan bir hayat, bir hayatiyet yok. Orada sadece dondurulmuş fotoğraflar var. Dondurulmuş görme biçimlerinin doğurganlığı olmayan numuneleri var. Oysa hakikat donukluğu kabul etmez, o bir ırmak gibi hiç donuklaşmadan sonsuzluğa akar. Bunu bilememek, bunun ayırdında olamamak, hakikatin hayata armağanı olan sonsuz tecellilerine bigâne bırakıyor bizi. En büyük yoksunluğumuz da bu!

“…yaşamı ve gizlerini onu sımsıkı tutmaya çabaladığınız sürece anlayamazsınız. Aslında onu tutamazsınız, tıpkı bir nehri bir kovaya koyup alıp gidemeyeceğiniz gibi. Eğer akıp giden bir suyu kovanın içinde tutmaya çalışıyorsanız onu anlamamışsınız demektir ve bu da sürekli hayal kırıklığına uğrayacaksınız anlamına gelir, çünkü kovanın içindeki su akmaz. Akan bir suyu ‘elde etmek’ için onu kendi haline bırakmalı ve akmasına izin vermelisiniz” diyor Alan Watts, ‘Güvencesizlikte Bilgelik’ kitabında.

Her şeyi kalıplara dökerek, standartlara vurarak, klişelere zorlayarak, ezberlere indirgeyerek donuklaştırıyoruz. Hayatın, aslında hepsi tek bir andan ibaret olan her anını, olağanüstü güzellikleriyle, inanılmaz zenginlikleriyle ve sayısız derinliğe sayısız kapı açan yenilikleriyle donatan mucizelerini kaçırıyoruz bu yüzden. Bir gün batımı fotoğrafının, ufku kızıla boyayan sayısız gerçek gün batımının yerine konması gibi bir şey bu. Hiçbir gün batımı, herhangi bir gün batımının herhangi bir anı bir diğerinin aynısı değil ve bize aynı şeyi söylemiyor oysa. Her bir gün batımının, her bir gün batımı anının söylediği kendine özgü, biricik, yegâne, tekrar olmayan ve tekrarı da olmayan bir sözü var. Bu mucizeye gözlerimizi kapatmak, kulaklarımızı tıkamak, zihnimizi ve kalbimizi donuk bir kareye, akmayan bir görüntüye, yaşamayan bir gerçekliğe sabitlemek, sadece kendinden ibaret, kendiyle sınırlı kısır bir fotoğrafa gözümüzü, kulağımızı, aklımızı ve kalbimizi esir etmek… Kendimize yaptığımız en büyük kötülük bu değilse, acaba ne?

Martin Heidegger’in, ‘Olmaya Bırakılmışlık’ kitabından aldığımız şu ifadeler üzerinden bir düşünce ödevi verelim bugün kendimize: “Adeta işimiz gereği düşünen biz hepimiz, sıkça düşünceden kıtız, pek de kolayca, düşüncesiziz. Düşüncesizlik, günümüz dünyasında her yere girip çıkan garip bir misafirdir. Çünkü günümüzde en hızlı ve ucuz yolla bilgiye ulaşılır ve her şey aynı anda hızlıca unutulur. Böylece bir etkinlik, bir diğerini kovalar. Merasimler ve düşüncesizlik, uyumlu bir şekilde buluşurlar”

Gökyüzünün maviliğinde özgürce kanat çırparken, çerçevelere çarpıp kırılan bütün o kuşlar şu gerçekle tanıştı: Resimleri hayatın kendisi kadar enginliğe sahip değil!

“Belki de bütün fotoğrafları çerçeveletmeliyiz” dedi beyaz saçlı adam, “sınırları olduğu görülsün diye!”

Yeni Şafak / Gökhan Özcan