İnsan Elma Ağacı Değildir!

Biz, elma ağacı değiliz ve asla olamayız. Bırakın elma ağacı gibi yalnızca “verici” olmayı -ki elma ağacı verici olmak için vermez meyvelerini-, bu dünyadan istediğini alamayınca “Ya benimsin ya toprağın!” diyecek kadar insani varoluşunu aşağı çeken beşerleriz biz. Bunu bilip buna göre konuşmalı, öğütlerimizi laf olsun torba dolsun diye vermemeliyiz.

Birkaç yıl önce, büyük bir gazetemizin reklamı beni çok güldürmüştü. “Başka dilde doğabilirim” diye başladığı saçma ifadelerine, “Ben bir ağaç olabilirim” diye devam ediyor, aklınca özgürlükçü bir çizgide olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Oysa bunlar varoluşsal bakımdan tamamen saçma ifadelerdi. Varlıkların ontolojik tecellileri ortaya çıktıktan sonra, hangi varlık kategorisine dâhil iseler varoluşlarını onun somut bütünlüğü gereğince sürdürmeleri mecburiyetini anlayamayan bir saçmalık… Böyle ifadeler, özgürlüğün değil olsa olsa başka varlıkların dünyasına duyulan özlemin edebi dile getirilişi olabilirdi. Hani A. H.Tanpınar’ın “Bir ağacın dalgın ve şuursuz sükûnetini kurmak için duyduğum hasret” sözündeki gibi bir özlem…

Bu saçma reklam spotlarını gördüğüm zamanlarda, not defterime bir başka misal daha yazmışım. O sıralarda kendisiyle yapılan söyleşide bir romancımızın, insanın elma ağacı gibi olmasını öğütlediğini not almışım. “İnsan elma ağacı gibi olmalı” diyordu, “kim elmalarımı gelip yiyecek diye düşünmeden fedakârca elma veren ağaç gibi…” Kıymetli romancımızın bu öğüt sözü, çok etkileyici ama sadece edebi bakımdan. Hakiki gündelik hayat ve insan varoluşu açısından saçma değilse bile tamamen anlamsız bir cümle, güzel ama anlamsız… Biz, elma ağacı değiliz ve asla olamayız. Bırakın elma ağacı gibi yalnızca “verici” olmayı -ki elma ağacı verici olmak için vermez meyvelerini-, bu dünyadan istediğini alamayınca “Ya benimsin ya toprağın!” diyecek kadar insani varoluşunu aşağı çeken beşerleriz biz. Bunu bilip buna göre konuşmalı, öğütlerimizi laf olsun torba dolsun diye vermemeliyiz.

Saçma reklam spotu ve anlamsız romancı öğüdünden insan varoluşunun karşılığı olmayan, güzel söz üreticisi olduğunu bir kez daha öğreniyorum. Hepsi, bu. Ama romancımıza haksızlık etmek de istemem. Onun yüksek sanatçı sezgileri aslında bize bir şey demek istiyor olabilir, neyi anlatmaya çalışmış da biz yeterince anlayamamışız diye düşündüğümde, sözlerine insanın dünyasında bir karşılık bulabiliyorum. Romancımız galiba özellikle modern zamanlarda çok unuttuğumuz bir erdemi, “tevazu”u anlatmaya çalışıyor.

Evet, insanın elma ağacının karşılık beklemeden meyveye durmasına benzetilebilecek cömert bir yanı var. Bu yana tevazu diyoruz ve nefsin oldukça ileri basamaklarındaki bir görünümüne tekabül ediyor.

Nefs olgunlaştıkça kar gibi erir, başkalarından ve hatta diğer varlıklardan özünde bir farkı olmadığını anlar, hayatın, insan kardeşlerinin, tabiatın değerini bilir, hoşgörüsü ve bağışlaması artar. Kendinden uzaklaştıkça insan, gönlü yücelir. Yaşlılığın güzelleştirdiği insanlar vardır ya hani, iyi bakın onları güzelleştiren şey, nefslerinin bu tevazu makamına ulaşması, artık kendileri adına bir şey beklemeden kendilerini, sevgilerini bütünüyle varlığa açabilmeleridir… O sayededir ki, artık dünyada misafir oldukları idraki iyice güçlenmesine rağmen çocukları ve gençleri kıskanmak yerine, dünyanın yeni ev sahipleri diyerek kutlarlar. Çocuklar ve gençler, tevazu sahibi insanların kendilerini hasbi olarak sevdiklerini hemen hissederler, onların yanında pek mutlu olurlar. Onların tevazularından nasiplenmek için can atar, yaşlı insanlara içten bir şekilde saygı duyarlar.

İnsan yaşlanıp hayat tecrübeleriyle nefsi olgunlaştıkça gönül genişler, öyle genişler öyle genişler ki, kendini “alçak” diye sıfatlandırır. Türkçemizde “alçak” sözünün tek olumlu manası, mütevazı sözüne karşılık olarak kullandığımız “alçakgönüllülük”te bulunur.

Mütevazılık, başkalarında hayranlık uyandırır ama bu amaçla yapılırsa hemen kendini belli eder ve olumsuz bir hale dönüşür. Tevazuun asla reklamı yapılamayacak, sadece başkaları tarafından görülüp değerlendirilebilecek bir erdem oluşu, eşsizdir. Kimse kimseyle tevazuda yarışamaz, böyle bir yarışa kalkışan kimseyi tevazu, daha en başında kulvar dışına itiverir.

Şu son zamanlarda beni en çok şaşkınlık içinde bırakıp afallatan görünümlerden birisi, maalesef, nefsleri tomur tomur olan, çok uzaklardan olgunlaşmamışlık çıkıntıları kendini belli eden kimselerin belli bir nefs terbiye yoluna girmeleriyle caka satmaları. Güya nefslerini terbiye etmeye ahdettiğini söylüyorlar ama hamlıkları, çiğlikleri, kendilerini daha yürüyüşlerinden, edalarından belli ediveriyor. Her halleriyle, “ben benci kör şeytanın eline düşmüş” olduklarını gösteriyorlar. İnsan ne kadar hınç, şöhret hırsı ve haset doluysa, bu yanlarını sahte bir alçakgönüllülükle göstermeme yoluna gitme ihtimali, o kadar yüksek oluyor sanki… Tevazu öyle bir erdemdir ki, onu her gösterme girişimi, her mütevazılığiyle övünme çabası, ciddi bir kuşku uyandırır. Spinoza ve Nietzsche gibi düşünürlerin alçakgönüllülüğü bir erdem olarak saymamalarında bu sahtecilerin payı büyüktür. Üstatlar, ömürleri boyunca gerçekten tevazu sahibi tek bir kişi görmemiş olmalılar.

Yeni Şafak / Erol Göka