İmkânsız Devlet

'Ne Okunur?' köşemiz için yazarımız M. Ali Durmuş 'İmkânsız Devlet' isimli kitabı kritik etti. Eser, bugün için (modern) bir İslami devlet, emirlik ya da yönetimin mümkün olup olmadığını sorguluyor ve imkânsız olduğuna hükmediyor!?..

Wael b. Hallaq’ın İmkânsız Devlet kitabından (Babil Kitap, İst. Mayıs-2019) söz etmek istiyorum. Kitabın alt başlığı kitabın ismini daha anlaşılır kılıyor: Modern Çağda Bir İslam Devleti Niçin Mümkün Değildir?

Yazar Wael B. Hallaq 1955 yılında Filistin’in Nasıra kasabasında doğmuş. (Kitapta Nasıra için bugün ‘Filistin’ değil, “İsrail sınırları içinde kalan” deniyor). Amerika McGill Üniversitesi İslamî Araştırmalar Enstitüsünde çalışmış. Aynı üniversitede 2005 yılında İslam Hukuku Profesörü olmuş. Kitapları pek çok dile çevrilmiş. İslam Hukukuna Giriş adlı bir kitabı 2018 yılında Pınar yayınlarından çıkmış. Google’a müracaat ettiğinizde size Hallaq’ın elan Columbia Üniversitesi Orta Doğu, Güney Asya ve Afrika Çalışmaları Bölümünde, Avalon Vakfı profesörü olarak çalıştığı bilgisini sunuyor. Hallaq kendisinin, “Şeriatı dışarıdan inceleyen biri” olduğunu beyan ediyor.

Hallaq, başlığın çağrıştırdığı şekilde kitabında, “İslam devleti diye bir şey kurmanın imkânsız” olduğu tezini işlemiyor. Genel hatlarıyla kitap şunları anlatmak istemektedir: Bugünkü koşullarda modern bir İslam devletinin kurulması imkânsızdır. Esasında devletin önüne ‘modern’ kelimesini eklemek de çelişiktir çünkü devlet zaten moderndir. Onun için ‘İslamî Devlet’ hem imkânsız hem de çelişiktir. Bu imkânsızlık ve çelişki İslam’dan değil, modernitenin ahlakî açmazlarından kaynaklanmaktadır. Zaten Hallaq kitabının, politik-hukuki bir yorum girişiminden ziyade, ahlakî düşünce üzerine bir deneme olarak görülmesini istemektedir. Şöyle demektedir: “Tüm şartlar göz önünde bulundurulduğunda modern dünyadaki hâkim koşullarda İslamî yönetim sürdürülebilir değildir.”

Bu modern çağda bir (İslamî) devlet kurulamaz. Müslümanların devlet terimini kullanmaları bir alışkanlık eseridir. Bu şartlarda kurulacak bir devlet İslam’ın temel ilkeleriyle çatışacaktır. İslam’ın, modern devletle uyuşmayan akidevî-amelî ilkeleri, helal-haram kuralları vardır. Hallaq’ın yaptığı uzun tahlillerden, Müslümanların hedeflediği devlete ‘İslami Devlet’ yerine, -İslami yönetim ya da İslamî emirlik gibi- başka bir isim bulmak gerektiği anlaşılmaktadır.

Wael B. Hallaq okuyucunun hislerine tercüman olarak şu soruyu sormaktadır: Modern İslamî devlet eğer imkânsız ve çelişik ise o halde nasıl oldu da Müslümanlar geçmişte büyük bir medeniyete hükmetmeyi, birçok imparatorluk kurmayı ve kendilerini yönetmeyi başardılar? İkinci olarak da Müslümanlar halihazırda ne tür devlet kurmuşlar ya da gelecekte benimseyecekleri muayyen bir yönetim tarzı var mıdır?

Yazar bu soruların cevabı sadedinde, modern devletin beş biçimsel özelliğinden bahsetmektedir: 1.Kendine özgü ve yerel bir tarihsel deneyim olarak oluşumu. 2.Egemenlik. 3.Yasama ve ‘meşru’ şiddet üzerindeki tekeli. 4.Bürokratik çarkı. 5.Kültürel hegemonya. Egemenlik, var olmak için sadece devlete değil, bir önkoşul olarak ulusa ihtiyaç duyar. Böylece egemen olan ulus-devlettir. Egemenlik monoteistik temaya sahiptir. Modern devlet teorisinin kayda değer bütün kavramları sekülerleşmiş teolojik kavramlardır: Kâdir-i mutlaktır, zamanı ve mekânı tamamıyla doldurur, egemenlik yalnızca eseriyle bilinir. Egemen bir varlık olarak devletin kararı dini bir mucizeye benzer: Kendi mevcudiyeti dışında hiçbir referansı yoktur. Ulus-devlet kendisi için vardır; başka hiçbir amaca hizmet etmeyen, diğer her şeyin, uğruna feda edileceği bir amaçtır bu. Modern ulus olmadan bir devlet olmaz ve yine bu sebeple modern devlet her zaman bir ulus-devlet olmak zorundadır.

Yasa kendi kendinin amacıdır. Devlet tanrıların tanrısı olarak durur. Eğer egemen irade yeni tanrıysa, o halde devletten başka tanrı yoktur. Hakimler rutin olarak devletin çıkarlarını en yüce amaç olarak korurlar. Devletin yasal ya da politik parametreleri dışında işleyen hiçbir modern yargı yoktur. Politik olan, devletin devamı için kendimi feda etmeyi ve başkalarını öldürmeyi hayal ettiğim anda başlar. Modern devlet beni şiddete karşı koruduğunda değil, beni silahlı kuvvetlerine çağırdığında tamamen belirmiştir.

Wael Hallaq, ulus devletin beş karakteristiğini tahlil ettikten sonra şu hüküm cümlesini kurmaktadır: “Eğer İslamî devleti harfiyen tarif edildiği şekilde bir devlet olarak düşüneceksek, o da diyalektiğin dinamiklerini edinmek zorundadır çünkü bu dinamikler olmadan varlığını sürdürebileceği düşünülen hiçbir istikrarlı ve paradigmatik devlet yoktur.”

Bugünün Müslümanlarının politik, yasal ve kültürel mücadeleleri kendi ahlakî ve kültürel özlemleriyle modern dünyanın -kendilerinin üretemediği fakat yaşamak zorunda olduğu- ahlakî gerçeklikleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyor. Yürürlükte Avro-Amerika’nınki dışında hiçbir tarih yok. Geleneksel din çağında merkezî alan ahlakî terbiye, ahlakî eğitim alemşümul ahlakî talepler vardı. Teknik çağda ise merkezî alanı gelişmişlik ve gerçek başarı olarak sayılan şeyler yani ekonomik ve teknik ilerleme teşkil etmektedir. Aydınlanma çağının ana projesi yerel, geleneksel ahlakî ilkelerin, evrensel medeniyetin temeli olarak görülen eleştirel ya da rasyonel (seküler-hümanist) ahlak ilkeleri tarafından yerinden edilmesidir.

İlerleme fikri ölümsüz hakikatlere değil, hakikate nihai referansı kendisi olan teknik bilime dayanır. İlerleme doktrini kendisi dışında ne bir temele ne de referansa sahiptir. Kendi otoritesinin kaynağıdır ve bu minvalde tanrıdır. Bu tanrı bilim ve akılla, geçmişin büyük sorularına konuşma hakkı verilemeyeceğini söyler.

İslamî yönetim (bugün devlet dediğimiz şeye paralel olmakla birlikte) modern devleti oluşturanlardan hayli farklı yasal, politik, sosyal ve metafizik temellere dayanır. Modern devletteki ‘ulus’un yerini İslam’da ‘ümmet’ alır. Şeriatın uygulandığı alan Darul İslam, uygulanmadığı alan ise Darul Harp adını alır. Ümmetin sınırları ve tanımlayıcı kavramı şeriattır. Ümmet sabittir ve kıyamete kadar son bulmaz. Ümmeti yöneten devlet ise geçicidir, kısa ömürlüdür ve bir araçtır. [Ümmet hancı, devlet yolcu] Eğer devlet son bulmuşsa bu, Ümmet’in Evi’nin (Darul İslam’ın) yeni istihdam edilen koruyucusu ve bekçisi haline gelen daha güçlü bir devlet yükseldiği içindir. Egemen olan Tanrı’dır, tek yasa koyucu da O’dur. Peki ümmet nedir? Ümmet birbirleriyle eşit değerde olan ve böylece Tanrı katında aralarında fark gözetilmeyen müminlerin toplamından oluşur. Müslümanlar kapsayıcı bir ahlakî kaynak tarafından on iki yüz yıldan fazla bir süre paradigmatik olarak yapılandırılan ve somutlaştırılan bir hukuk kültürünü yaşamışken, modern devletin hukukunu tercih etmeleri için çok az sebep vardır.

Wael Hallaq ‘İslamî devlet’ kavramını sorgulamak için şu soruyu sormaktadır: Müslümanlar ahlakî olana taraftar olamamış ve olamayan; en iyi ihtimalle ahlakî olmayan bir var olma biçimine, pozitivizm, doğruculuk ve ‘olan’ haricinde bir şey önermemiş ve öneremeyen bir devlete kendini feda etmeyi meşru gören bir İslamî devleti inşa etmeye nasıl heves edebilirler? Kısacası modern devlet ne etik temeller üzerine inşa edilebilir ne de ontolojik açıdan ahlakî bir yapı olarak işlev gösterebilir. İslamî yönetim ise doğrudan İslam dünyasının, İslam kültürünün, değerlerinin ve dünya görüşlerinin toplam tarihsel tecrübesinin bir ürünüdür.

Hallaq İslamî yönetimin, egemenliğini, bağımsızlığını ve meşru şiddet üzerindeki tekelini sürdüren modern devletle uyumsuz olduğunu etraflıca işliyor. İslamî yönetimin hayat bulduğunu varsayıyorsak, bu yönetimin küresel dünyanın sunduğu zorluklara maruz kalacağını da varsaymak durumundayız diyor ve ekliyor: Bu minvalde en az üç zorluktan bahsettik: Güçlü emperyal devletlerin militarizmi, dış kaynaklı kültürel müdahaleler ve kocaman bir liberal-kapitalist dünya pazarı. Yazar İslamî yönetimi bekleyen açmazları sıralıyor: Küresel kapitalizm içinde bu yönetim gittikçe zayıflayacak, daha az rekabete açık olacak ve sonuç olarak ekonomik, sosyal ve politik problemler doğuracaktır. Dışarıdan yardıma bağımlı hale gelmesi muhtemeldir ve bu şekilde otonomisini IMF ya da Dünya Bankası’nın yönetimine bırakacaktır.

Her insanın ve bir insan emeği olan her kitabın olduğu gibi ‘İmkânsız Devlet’in de ‘karanlık’ ve kırılma noktaları var. İlk kırılma noktası yazarın, İslamî yönetim her zaman ölümcül tehlikeye maruz kalacaktır tezini doğrulamak için yaptığı örneklemedir: “Afganistan ve Irak’taki gibi bir askeri hezimet, herhangi bir İslamî yönetimin -eli kulağında değilse de- her zaman karşı karşıya kalabileceği bir durumdur.” İşte bu örnekleme ister istemez, kitabın ana teziyle ilgili büyük bir soru işaretini davet etmektedir. Bir akademisyen ve dünyanın en prestijli kurumlarında okumuş ve çalışmakta birisi olarak yazarın, Afganistan ve Irak yönetimlerinin, kitapta karakteristiğini anlattığı türden bir İslamî yönetim olmadığını, bilakis ‘tanrı’ olarak vasıflandırdığı modern ulus devletin -en pespaye de olsa- iki versiyonu olduğunu bilmemesi ihtimal dışıdır. Bu durumda bu örnekleme yazarın niyetine dair kuşku uyandırmaktadır.

İkinci olarak yazarın İslam’ın savaş/cihad, ölme-öldürme gibi konulara ilişkin yorumları soru işaretlerini daha da artırmaktadır. Hallaq İslam’ın ‘askere çağrılma’ kavramını hiçbir zaman tanımadığını ileri sürüyor ve ekliyor: “O, kimse uğruna, hatta Tanrı uğruna bile yaşamayı ve ölmeyi emretmemiştir. Potansiyel bir fedakârlık olarak askere çağrılma kavramı bilinmiyordu. Ve kısa süre sonra öğreneceğimiz üzere, cihatta, savaş ve barışın ana teorisinde, bu fedakarlığı buyurma diye bir şey yoktu.” “İslam -gördüğümüz üzere- hayatın feda edilmesini, Allah için bile olsa, emretmezken modern ulus devleti bu gereklilik olmadan düşünülemez.” Allah’ın, hayatımızı, ölümümüzü, salatımızı ve diğer ibadetlerimizi kendine has kılmamızı emrettiğini bilmeyen bir ‘ilim adamı’nın İslam üzere söz söylemesi işte böyle şaibeden kurtulamamaktadır.

Yazara bakılırsa İslam fıkhında cihad genelde farz-ı kifaye (tercihe bağlı)dır. Bazı fıkhi kaynaklardan, borçluların cihada katılmak için alacaklısından ve gençlerin ebeveynlerinden izin almaları gerektiği, ebeveynlerin, oğullarının cihada katılma isteğini veto edebilecekleri gibi iddialara yer vermektedir. İbn Maze adında bir kaynaktan yaptığı alıntıya göre adı geçen müellif şöyle demektedir: Müslümanlar olarak bize karşı gelen her güç ve Müslümanları esir etmek isteyen her düşmanla savaşacak olsaydık, bütün hayatımız bununla geçerdi ve kaçınılmaz olarak dünyevi işlerimizi ihmal ederdik. Hallaq, şeriatta cihaddan geri kalmanın -ahirette sevaptan mahrum kalma dışında- dünyevi bir cezasının olmadığı görüşündedir.

Wael Hallaq İslam’ın cihad ibadetinden değil de, bir sivil toplum etkinliğinden bahsediyor gibidir. İslam’da cihadın bütünüyle ‘Allah yolunda’ (fî-sebîlillah), Allah adına ve Allah’ın adıyla yapıldığını söylemeye hacet var mıdır? Cihadı meşru ve zorunlu kılan bu temel ilkedir. Cihad bir ‘gönüllüler hareketi’ olsaydı, -belki Bedir ve Uhud için sonuç pek değişmezdi- ama Tebük savaşı için 30 bin kişilik İslam ordusu toplanabilir miydi acaba? Bu savaş İslam’ın cihad mefhumunu anlamada son derece ibretlik sahnelerle doludur. Savaştan geri kalanlarla ilgili Tevbe suresindeki değerlendirmeler, aradan bin beş yüz sene geçtiği halde insanın tüylerini yine de diken diken etmektedir. Bilhassa Ka’b b. Malik ve iki arkadaşının tecziyesi ve Allah tarafından affedilmeleri Hallaq’ın bakışını kesin olarak çürütmektedir. İslamî yönetimlerin tarihinde de böyle bir ‘serbestiyi’ bulmak imkânsızdır diye biliyorum. Bilhassa birinci dünya savaşı gibi büyük badirelerde ‘seferberlik’ ilanını nasıl açıklamalıdır?

Rasulullah zamanı, Hallaq’ın bahsettiği modern ulus-devletin olmadığı, gerçek bir İslamî yönetimin teşekkül ettiği bir dönem olarak, cihada katılma çağrısı, katılmayanlarla ilgili yaptırımları kuşkusuz kendine göreydi. Uhud savaşında Müslümanların büyük bir acı tatmalarına vesile olan okçulara herhangi bir ceza verilmemesi, bilakis Rasulullahın onlara rıfk ile muamele etmesinin Allah tarafından tasvip edilmesi İslamî yönetimin farkını bir kere daha ortaya koymaktadır. Fakat Rasulullahın hiçbir gazvesi ‘gönüllüler hareketi’ türünden olmamıştır. Müminler İslamî emirliğin cihad çağrısına kayıtsız şartsız icabet etmek suretiyle imanlarını ispatlamakla yükümlüdürler.

Hallaq’ın kitabını malul hale getiren bir husus da Ramazanda (keyfî olarak) oruç tutmayanların keffareti bağlamında yazdıklarıdır. Yazar bu hususta birkaç yanlışı iç içe geçirmeyi başarabilmiş birisi olarak, ilk yanlışı, bile bile oruç yiyenlerin peş peşe iki ay keffaret orucu tutmaları gerektiğini söylemekle yapmaktadır. İki ay oruç tutamayanların altmış fakiri doyurmaları, o da olmuyorsa bir köleyi azat etmeleri gerektiğini yazmakla da diğer yanlışları işlemektedir. Zira Şeriatta orucunu taammüden yiyen kişinin altmış gün peş peşe oruç tutması gibi bir keffaret söz konusu değildir. Kur’an peş peşe altmış gün oruç tutmayı iki kimse için şart koşmaktadır: Biri, bir mümini yanlışlıkla öldüren bir kimsedir. Bu kimse köle azat edecek ve diyet verecek. Müminlerle düşman olan bir toplum içinde yaşayan mümin bir kimse öldürülmüşse, öldüren bir köle azat edecek. Eğer müminlerle anlaşmalı bir toplum içindeki mümin kimse öldürülmüşse, öldüren diyet ödeyecek, köle azat edecek ve eğer bu imkânları yoksa peş peşe iki ay oruç tutacaktır. (4/Nisa, 92). Diğeri de, karısını zıhar yoluyla boşayıp da, sözünden dönen kimse olup, eşine geri dönmeden önce bir köle azat edecek, buna gücü yetmiyorsa iki ay oruç tutacaktır. Buna da gücü yetmiyorsa, işte o zaman altmış fakiri doyurması gerekmektedir. (58/Mücadele, 3-4).

Doğrusu İslam hukuku ve Şeriat üzerine çok sayıda makale ve kitap yazmış, yazılarına da birçok bilimsel eserde atıf yapılan bir yazarın bu konulardan hiç haberdar değilmiş gibi bu kadar pespaye bilgiler aktarması ister istemez ilmî yetkinliğini düşündürmekte, kitabın güvenilirliğine göle düşürmektedir. Yine oruç bahsinde, hadis olarak kaydettiği, kaynağı tam belli olmayan “Tanrı’ya göre açlık ve susuzluktan daha hoşnut edecek bir davranış yoktur” sözüyle, “Maddi servete talip olmak ve sermaye biriktirmek İslam’da ve şeriatta teşvik edilmiştir” türünden sözleri, güven bunalımını derinleştirmektedir. Oruç, hac gibi ibadetlerin sık sık ‘ritüel’ olarak nitelendirilmesi ise ilim adına ciddi bir seviye düşümüdür.

Sonuç olarak bu modern çağda ‘İslamî devlet’ mümkün mü, değil mi? Wael Hallaq’ın modern devletin karakteristikleri olarak gündeme getirdiği maddeler son derece isabetli olabilir. Fakat bu, bugün için bir İslamî devletin imkânsız olduğuna inanmamızı gerektirir mi? Bugün kurulacak bir İslam devletini bekleyen çok ciddi sorunların olduğu kesindir. Ekonomi başta olmak üzere, uluslararası ilişkiler, İslam’a tam uygun bir hukuk düzeni, eğitim, teknoloji, çalışma hayatı, işçi-işveren ilişkileri, bürokrasi, ordu ve silahlanma gibi devasa sorunlar yeni bir İslam devletinin yüzleşmek durumunda olduğu devasa sorunlardır. Bununla beraber hiç kimse İslam devletine ‘imkânsız’ notunu veremez. İslamî devlet hiçbir çağda imkânsız değildir, bu çağda da değildir. Devletin ismi şüphesiz ki önemlidir ama isim tümden de belirleyici olmasa gerektir. İslam tarihte bir kez olmuş bitmiş bir yaşam biçimi olmayıp, kıyamete kadar geçerli olduğuna göre, İslam’ın devletini imkânsız görmek, İslam’ın hak oluşundan şüphe etmek gibidir.

Halihazırda bir İslam devletinin olmayışı tamamen İslam ümmetinin siyasal-tevhidî bilinci ve aktivizmi ile alakalıdır. İslam ümmeti ‘merhume’ sıfatından gocunmayarak, içinde yaşadığı ulus-devletlere razı ve fit olduğu sürece bir İslam devletinin kurulması için herhangi bir sebep bulunamaz. Wael Hallaq’ın ‘İmkânsız Devlet’ tezi bilakis İslamî devletin ‘imkanlı’ olduğunu düşünmemiz için iyi bir fırsattır. Ve Allah o kadar âdildir ki, kullarının hiçbir çabasını akîm bırakmayacaktır.