Ahmet Bey’in yanakları kıpkırmızı olmuştu. Bir dokunsanız bin ah işitecektiniz sanki. Ağlaması an meselesiydi.
Aradan çok zaman geçmemişti ki gözlemlenen şey oldu. Kayalara çarpan ve yükseklerden akan suların ah u fizarıyla göz yaşları o kıpkırmızı kesilmiş yanakları ıslatmaya başladı.
Ahmet bey, başını iki elinin arasına almış ve gözlerinden akan yaşlara yüreğinden lisanına dökülen kelimelerle ama bütün varlığa işittirecek bir inilti ve elem dolu söz tonuyla konuşmaya başlamıştı.
— Ne çok utanç duyuyorum o utanılacak halimizi kaybettiğimizden. Haya ediyorum o hayalı halimizi yitirdiğimiz şu perişan halimizden.
Hiç unutabilir miyim o edep dolu hallerimizi.
Kalabalık bir ailede yetişmiştim. Bütün akrabalarımızla bir aile idik. Hem de yekpare bir aile.
Gönlümüze ne işlenmişse gözümüz öyle bakar kulağımız öyle duyar dilimiz de öyle konuşurdu.
Her duygumuz aslından uzaklaşmadan ve kirlenmeden menziline doğru haya yolundan ve çalışmak duraklarından geçer, geleneğin evinden haya ile çıkıp geleceğin kapısını edeple çalardı.
Ve ben aile okulumda kirlenmeden diğer okula başlamıştım. İlk ve orta okulum aile okulumu daha da güçlendirmişti.
Lisede kendime gelmiş gibiydim ama geçmişimi hiç unutmamıştım. Kirlenmeden ve mahcubiyet yaşayacağım bir şeye sebep olmadan üniversite yoluna düşmüştüm.
Büyük bir meşakkatten sonra üniversite durağında kendimi bulmuştum. Burası çok farklı idi. Ne aile okuluma ne de diğer okullara benziyordu.
Benimi ve bedenimi farklı görmeye başladım burada. Ya âbâd olacaktım dirilişin direnişini göstererek ya da berbâd olacaktım her şeyi meşru görüp ben ve bedenime en büyük zararı vererek.
Etrafım alabildiğine bedeniyle meşguldü. Kızlar bir ayrı bakımlıydı, erkekler apayrı. Şehir farklı görünüyordu çarşıları çok farklı.
Ne yazık ki üniversitede olmanın yegâne gayesi gününü gün etmek, baba parasını harcayarak benin havasını herkese göstermek, bir şey oldum deliliğiyle saçma sapan fikirler herzeleyerek bilgiçlik taslaklamak tabiri caiz ise adam olmadan cin çarpmak gibi türlü türlü çiğ haller, edep ve estetikten yoksun vaziyetler üniversite semtinde hep kol geziyordu.
Şaşırmıştım bu çiğ hallerin bunca rağbet gören zavallı taliplilerine. Ve çekilmiştim köşeme. Benim gibi olanlarla beraber.
Biliyor musunuz? Hep haya ederdik hayasızlıkların bunca serbest dolaşmasına. Ve konuşamazdık hem cinsimiz olmayan biriyle. Onların mahremiyeti ve hayanın hakikatinin buralarda gizlendiği gönlümüze, gözümüze öyle işlenmişti.
Ne çok ter dökerdik kendimiz kalmak için. Gelişerek olgunlaşmak kendimizi kaybetmeden gönlümüzü kirletmeden dilimizi dikenleştirmeden daha iyiye varmak için.
Başımızı kaldırıp bakamazdık bir kızın yüzüne.
Yemek sırasına girip karavanadan almayı fakir arkadaşlarımızın hakkına tecavüz görürdük.
Muhaliftik ve muhalif kalmak isterdik hep bu hallerimizle.
İktidarın bizi iktidarsızlığa sürükleyeceğini hep düşünür ondan sığınırdık Mevla’mıza.
Helal, yüzümüzün perdesi; çalışmak cebimizin geliriydi.
Davamız sevdamızdı. Sevdamız da hayamız.
İktisat sade yaşamımızın özeti, kanaat zenginliğimizin ta kendisiydi.
Tek liderimiz ve baş öğretmenimiz efendimizdi.
Sokaklarda başımız önümüzde, kefenimiz boynumuzdaydı.
Bak şimdi şu perişan haline Ahmet Bey!
Yüzün kızarmadan bakıyorsun yüzlere hem de gençliğinin o ateşin halleri yokken.
Haramın semtinde vatan tutmuş gibi görünüyorsun en aymaz halinle.
Muhalifliğin değerlerine olmuş, iktidarın esiri olmuşsun en büyük cezbeli hallerinle.
Bankaların semtinden geçmezken cebinin en yakıcı hali olmuş o haramzade haliyle oralar.
Ah Ahmet Bey Ah! Nasıl böyle çözüldün ve kendinden oldun.
Mülkiyenin koridorlarında, tıbbiyenin salonlarında, mühendisliklerin galeri boşluklarında, eğitimlerin sıralarında, fen-edebiyatların amfilerinde hasılı üniversitelerin fakültelerinin her sokağında ve tüm arzuların kışkırtıcı çığlıkları arasında bütün edep ve hayanla varlığını sürdürürken şimdi ipi kopmuş tespih taneleri gibi dağılmış ve çözülmüşsün.
Günahlara serbestçe bulaşıyorsun.
Haramları helal kılacak kadar haddini aşıyorsun.
İktidar hırsın onurlu muhalifliğini ayaklar altına aldı.
Ne ekrandaki ne de sokaktaki günahlardan yüzün kızarmadığı gibi kalbin de utanmıyor aklın da hassas davranmıyor.
Sadece gönlünü kirletmekle kalmadın aynı zamanda dilini de körelttin.
Sen Ahmet Bey sen! Bir devrin battığı bir güneşin karanlıklar içinde kaldığı, hayanın hayallerin örtülerine sarılarak çok uzaklara atıldığı bir zamanda yaşıyorsun artık.
Artık ne seni maddenin hakimiyeti kurtarır, ne de iktidarın yakıcı ateşi.
Sen ağla Ahmedim ağla! Ta kıyamete kadar ağlayacak Ahmetler için ağla ki gözyaşları bu edepsizlik ateşini söndürsün. Haya ille de haya sinemizde ve simamızda vücut bulsun.
İnan Ahmedim inan! gerisi sadece bir oyalanmaktan ibarettir. Bugün başımıza bir felaket gelmişse bu kendi elimizle kendimize ettiğimiz kötülüğün neticesidir.
Ahmet Bey yavaştan ellerini başından ayırdı. Yanakları ateş gibi olmuş ve eski hayalı halini tekrar almış gibiydi. Hemen aynanın karşısına geçti. Bu duyguyu tamamen kaybetmediği için şükretti.
— Bir kez daha anladım ki bu zamanda kahramanın asıl yolculuğu içine olmalı ve gönlünü yeniden parlatmalı dedi. Kalabalıklar içindeki yalnızlara karışarak yoluna devam etti.
Mehmet Emin Uludağ/Milat