Hani Toprak Anaydı?

Geleneksel dönemde ebeveynlerimiz toprağı “ana” olarak tanımlamış ve anaya gösterilen hürmeti toprağa da göstermişlerdi. Toprak ana gibi besleyen, koruyan ve güven veren bir güçtü ve özenle korunmalıydı. Toprağa dokunmak, toprağa basmak, toprakla haşır neşir olmak şifaydı ve insanlar toprağın bütün kazanımlarından istifade edebiliyorlardı.

Toprak Anaydı 

Batı’nın reform hareketleri ile birlikte ortaya çıkan modernleşme akımı bütün yerel zenginlikleri silip götürdü ve dünyayı küçük bir köye dönüştürdü. Kapitalist sistem mazlum halkların kaynaklarını sömürerek bilimsel sahada yol kat ederken sömürgeleştirdiği toplumlara israfı, ifsadı ve ahlâki kokuşmuşluğu modernlik adı altında empoze etti. Yoksullaştırdığı halklara medyanın gücünü kullanarak nasıl düşünecekleri, nasıl giyinecekleri, nasıl yiyip içecekleri, nasıl alışveriş yapacakları noktasında aktarımlar yapan sistem bu konuda etkin bir kontrol mekanizması oluşturdu. Ekonomik ve siyasi alanda varlık gösteremeyen Müslüman halklar ise ne yazık ki bu kokuşmuşluğu, israfı ve sığ bakış açısını farkında olmadan içselleştirdiler ve edilgen varlıklara dönüştüler.

Batı’nın bütün dünyaya yaydığı modern kültür bizim inandığımız değerlerle örtüşmüyordu fakat zaman geçtikçe her türlü kokuşmuşluğa aşina olduk ve nasıl dönüştüğümüzün farkına dahi varamadık. Bu elbette kolay olmadı. Zira ilk evvela köklerimizle bağlarımızı kopardık, atalarımızın onurla taşıdığı yüce değerleri ayaklar altına alıp küçümsedik ve hafızasını kaybetmiş yolculara dönüştük. Görme yetimizi kaybettik ve elimize tutuşturulan ne varsa sorgulamadan aldık ve sahiplenmeye başladık. Nasıl yaşayacağımız, nasıl karar vereceğimiz, nasıl besleneceğimiz, nasıl düşüneceğimiz ve nasıl tüketeceğimiz bize medya aygıtları aracılığıyla aktarıldı ve üzerimize hiç uymayan bu kirli gömleği öylesine sahiplendik ki kendimize yabancılaşmaya başladık.

Modernleşme, gelecekle ilgili hayallerimizi, insani ilişkilerimizi, yeme alışkanlıklarımızı, alışveriş biçimimizi doğrudan etkiledi ve dillerden düşmeyen ışıltılı hayatlara ulaşabilmek için fırsat kolladık. Köyden kente taşınan ve burada renkli hayatlar yaşayan bireylerin hayatlarını dizilerde izleyip iç geçirdik.

Hatırlarsınız elli yıl önce yaşlılarımız bir araya geldiklerinde şehre taşınmış çocuklarından bahsederken “bir fabrikada işe girdi ve kendini kurtardı” der ve bunu bir başarı olarak görürlerdi. Tarlada çalışmak ve hayvanla meşgul olmak onlara göre çileydi ve çocuk artık çile çekmeyecek refah içinde yaşayacaktı. Çocuk günün erken bir vaktinde toplu taşıma aracına binip fabrikaya gidecek bir ay boyunca rutin olarak aynı işleri yapacak ve ay başı maaşını alıp evinin giderlerini karşılayacaktı. Çocuk kendini kurtarmıştı… Ancak aradan yarım asır geçmişti ki, insanlar o ışıltılı hayatların ağır bir bedelinin olduğunu gördüler ve toprağa dönebilmek için çareler aramaya başladılar. Zira modernleşmenin hızla yayıldığı kent yaşamında fiziksel ve ruhsal hastalıklar, yalnızlaşma, kaygı, stres ve ekonomik çıkmazlar giderek artmış ve insanlar bir çıkış yolu aramaya başlamışlardı. Hareketli kent hayatında gece geç vakte kadar sokaklardan müzik sesleri yükseliyordu, alışveriş merkezleri hıncahınç doluydu ama insanlar yorgundu ve toprakla buluşup şehrin omuzlarına yüklediği yükten kurtulmak istiyorlardı.

Depresyon tedavisi gören arkadaşım gittiği psikiyatristin, toprakla meşgul olmasını, toprağa basmasını tavsiye ettiğini ve bunun üzerine yaz tatillerini köyünde geçirmeye karar verdiğini ifade etmişti. Peki, hayatlarını apartman dairesinde geçiren ve toprağın zenginliklerini ancak ekranlarda görebilen insanlar ne yapacaklar? Onlar şehrin tenha köşelerinde bir parça toprak ya da hayata tutunmaya çalışan bir ağaç gördüklerinde bir demlik alıp evlerinden çıkacak ve burada moral depolamaya çalışacaklar.

Geleneksel dönemde ebeveynlerimiz toprağı “ana” olarak tanımlamış ve anaya gösterilen hürmeti toprağa da göstermişlerdi. Toprak ana gibi besleyen, koruyan ve güven veren bir güçtü ve özenle korunmalıydı. Toprağa dokunmak, toprağa basmak, toprakla haşır neşir olmak şifaydı ve insanlar toprağın bütün kazanımlarından istifade edebiliyorlardı.

Bugün bakıyorum kendilerini modernliğin öncüleri olarak gören tuzu kurular kırsal alana taşınmaktan ve burada hayvan besleyip, organik tarım yapmaktan bahsediyorlar. Kent yaşamının yorduğu bu insanlar atalarımızın geleneklerini yeniden canlandırabilmek için yaşam tarzlarını değiştirmeye karar veriyorlar. Ancak toprağın, suyun, havanın ifsat edildiği bir çağda eskiye dönebilmek pek de mümkün görünmüyor. Bilmiyorum siz ne dersiniz!

Milli Gazete / Fatma Tuncer