Gökyüzü Gibi Bir Şey

Bu zamanda içten içe derin kırılmalar yaşıyor hemen her insan. Böyle olduğu için, hayatındaki o kırılmaları tetikleyen bir fay hattı gibi hatırlıyor daha çok çocukluğunu. Oysa çocukluğu uzak kaldığı vatanıdır insanın. Bilmeden, neresini nasıl acıttığını anlayamadan özleyip durduğu ana yurdu...

Gökhan Özcan 22.02.2021 Yeni Şafak

Bu zamanda içten içe derin kırılmalar yaşıyor hemen her insan. Böyle olduğu için, hayatındaki o kırılmaları tetikleyen bir fay hattı gibi hatırlıyor daha çok çocukluğunu. Oysa çocukluğu uzak kaldığı vatanıdır insanın. Bilmeden, neresini nasıl acıttığını anlayamadan özleyip durduğu ana yurdu…

“Küçük bir çocukken” dedi kederli gözlerle yanındakine bakarak, “her şey içime sığmayacak kadar büyüktü”

Kimilerinin zor bir çocukluk yaşadığı doğrudur. Bugün kişiliğine bir kambur gibi binen yükleri acılarla yoğrulan çocukluk yıllarında yüklenen nice insan var. Öyle de olsa, kim bütün bütün vazgeçebilir çocukluğundan. Geçmişin içimizi yakan yaraları, kaçırılmış ve yaşanamamış bir çocukluğun kahrından başka nedir? Hatırlamak istemediğimiz şeylerin, hafızamızın silinmesi en zor, kendini en çok unutturmayan kayıtları olduğu gerçeğini nasıl anlamalı, neye yormalıyız?

“…yakından gözlersek, bugünkü hazlarımızın nicesinin geçmiş hazlarımızın hatıraları olduğunu görürüz! Sadece o anda hissettiklerimize indirgendiğinde, hatırlamaların kattıklarından soyulduğunda çoğu duygumuzdan geriye ne kadar az şey kalırdı. Hatta belki de, belli bir yaştan sonra yeni ve taze sevinçlere sağır hale geliyoruz ve yetişkin insanın en tatlı zevkleri, belki de çocukluktaki duyumsayışların yeniden uyanışından, gittikçe uzaklaşan bir geçmişin gitgide cılızlaşan esintilerle taşıyıp getirdiği hafif bir meltemden ibaret kalıyor kim bilir?” diyor Henri Bergson, ‘Gülme’ kitabında.

Çocukluğuna özlem duyan insanları yadırgıyor bugün birçokları. Büyüyememiş, hayatıyla yüzleşememiş olmakla itham ediyorlar böylelerini. Hayatın zorluklarına, insanı yoran, üzen, kıran fenalıklara gözlerini kapayan biri değilim ama yine de anlaması zor bir şey bu benim için. Çocukluğun sadece hayatımızın dönemlerinden biri olduğunu düşünürsek anlayamayız meseleyi diye düşünüyorum. Çocukluk, insanın aslına, özüne, fıtratına en yakın olduğu yer olduğu için doğallıkla özlüyoruz bana kalırsa çocukluğumuzu. Ne kadar zor bir çocukluğumuz olursa olsun, çocukluk burnumuzda tüten bir şey oluyor yine de. Çünkü bir daha hiç öyle hissetmiyoruz, dünya yavaş yavaş alıyor o kabiliyeti bizden. Büyüyor, büyüdükçe kendimize dair bir unutkanlık ediniyoruz. Dünya bulaşıyor her yanımıza. Ve bu bizi, ömrümüzün sonuna kadar bir daha hiç tamamlanamayacak biçimde eksik bırakıyor.

“Bilin ki, özellikle ta çocukluk döneminden, ana babanızın evinden aklınızda kalmış bir anıdan daha yüce, daha kuvvetli, daha sağlıklı ve daha yararlı bir şey yoktur hayatta” diye yazmış Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’de.

İnsan gökyüzüne bakmayınca eksik kalıyor. Uzun uzun denize, o sonsuz maviliğe dalıp gitmeyince eksik kalıyor. Şarkıların ılık meltemini teninde hissetmeyince eksik kalıyor. Gönül, dengini indirip otağını kuracak bir muhabbet bulamayınca eksik kalıyor. Bazen her şeyi akaduran her şeyi bir yana bırakıp hatıralar arasında dolaşmaya çıkmayan bir hayat eksik kalıyor. İnsan ara sıra yeniden çocuk olamayınca eksik kalıyor.

“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/ Hiçbir yere gitmiyor” mısralarını mırıldandı kendi kendine beyaz saçlı adam, gökyüzüne baktı sonra uzun uzun ve içinden gülümsedi Edip Cansever’e.