Bilimsel verilerle mevcut işleyişte her şeyin nereye varacağı hesap edilmiş. Bir dakika sonra, üç dakika, on dakika, bir saat, bir gün, üç gün, bir ay, bir yıl, on yıl sonra ne olacağı sırayla kurgulanıyor.
Pek çok soruya objektif cevaplar bulunmuş bu şekilde.
Nedir o sorular?
Mesela sisteme can veren enerji aygıtları insanlar tarafından kontrol edilmeden daha ne kadar çalışmalarını sürdürebilirler? Onlar stop ettiğinde ne olur?
Büyük şehirlerde insan eliyle kurulan düzen bozulursa her şey nereye varır?
İnsanların beslediği bütün o evcil hayvanlar karınlarını nasıl, neyle doyurur?
Mesela elektriklerin kesilmesiyle birlikte nükleer santrallerin soğutma üniteleri de durursa, ısınan reaktörler patlamaz mı? Patlarsa yeryüzü ne hale gelir?
Ya belli aralıklarla su boşaltarak basıncı azaltılan o devasa barajlar yıkılırsa?
Uzatmayayım; belgeselde akla gelebilecek pek çok felaket senaryosu yazılmış ve bilimsel verilerle takibi yapılmış. Bütün bunların toplamından oluşan ana senaryoya göre, önce gerçekten korkutucu bir gezegen haline geliyor dünya. Her şey birbirine giriyor adeta. Şehirler yıkılıyor, kara parçalarının büyük bir bölümü sular altında kalıyor, evcil hayvanların büyük kısmı salgın hastalıklar ve açlık sebebiyle telef oluyor.
Bütün bu kaos yaşandıktan sonra doğal hayat kendini yenilemeye başlıyor, çevre kirlerinden arınıyor. İnsanın doğrudan ya da dolaylı olarak yol açtığı bütün sonuçlar, sebepleriyle birlikte yavaş yavaş yeryüzünden siliniyor. Dünya kendine geliyor, hayat eski canlılığına, eski zenginliğine, eski güzelliğine adım adım geri dönüyor. Ve yeryüzü 250-500 yıl gibi bir zaman aralığı içinde hepimizin yaşamayı çok isteyebileceği sakinlikte bir cennete dönüşüyor.
İnsan ihtiraslarının bütün çirkin eserlerinin yeryüzünden tek tek sökülüp atıldığı böyle bir kendi tabiatına dönüş hareketine kim katılmak istemez. Yağmur ormanlarında özgür bir sarmaşık olmayı, göçmen kuşlarla birlikte soğuklar basmadan sıcak diyarlara uçmayı, Himalayalar’a kar olup yağmayı, Toroslar’da baharı beklemeyi, Nil nehriyle birlikte kıvrılıp Afrika’nın içlerine akmayı, Fuji dağının eteklerinde bir kiraz çiçeği olup açmayı, Sahra çölüne şavkı vuran nefes kesici bir mehtap olmayı kim istemez.
Güzellik deyince dünyanın her köşesinden nice güzellikler geliyor hatırımıza. Yok etmek, bozmak, kirletmek, tüketmek için uğraşıp durduğumuz nice güzellikler… Bıçkın aşıklar gibiyiz adeta, bir yandan delice seviyor, bir yandan güne güne tüketiyoruz sevdiğimizi.
Yeni Şafak / Gökhan Özcan