Filistin meselesi İslam dünyasının giderek daha da çözümsüzleşen en önemli sorunu.
Kimileri cepheye savaşmaya giderken, kimileri de yardımlar örgütleyerek ya da protestolar düzenleyerek desteklerini sürdürmekte.
Hem bu sadece İslam dünyasıyla da sınırlı bir çaba değil. Ama her halükarda çabaların ağırlık merkezi bir cephe savaşımı ekseninde sürdürülmekte ve süreç de bu minvalde işlemekte.
Dolayısıyla cephe savaşının sıcaklığı soğudukça duygular da soğumakta ve sorun yeni bir çatışmaya değin unutulmakta ya da tavsamakta.
Oysa sorunun çözümü salt bu türden çabalar, yardımlar ve desteklerle sağlanılacak gibi değil ve bu ise şimdiye dek çoktan kavranılmalıydı.
Kavranılmakta da belki ama yine de savaşın heyecanı kesildiğinde kimileri soruna lakaytlaşırken kimi de sorunu cephe savaşlarıyla sonuçlandırmaktan başka ihtimalleri görememekte.
O zaman da sorun ister istemez ağır maliyetleri Filistinlilerce ödenen ve her seferinde daha da geriye düşülen bir çıkmaza doğru sürüklenmekte.
Bu trajik koşullar altında İslam dünyasına baktığımızda ise şaşırmakta ve hatta utanmaktayız.
Duyarsızlık ve acziyet bir yana, asıl içimizi yakan değerlerinin ve imkânlarının farkında olamama hali.
Dünyanın en büyük imkânı ellerinde: Hac, yani büyük toplanma ve kıyam. Ama ne var ki bu imkân aymazlıkla heder edilmekte.
Edilmekte çünkü imkânları değere dönüştürecek ve üretkenleştirecek olan düşünsel yetkinlikler ve bu yetkinliklere kıymet verilmesidir.
Bu ise yüzyıllardan beri kaybedilmiş durumda maalesef.
Yine de zaman zaman kimileri ansızın parlayan yıldızlar gibi gözükseler de semamızda, dikkate alınmaksızın ve belki de lanetlenerek unutulup gitmekteler.
Cemil Meriç, Şeriati’den söz ederken ve yine ondan yaptığı alıntılarla dile getirir bu trajik yazgıyı:
Buda’nın deyişiyle ‘göller bölgesinde bir ada olmak affedilmez bir günahtır’ diyen genç mücahit, Ayn al Kuzat’ın akıbetinde kendi istikbalini görüyordu: ‘Evet, cehalet çağlarında bir cinayettir şuur, mazlumlar ve zeliller toplumunda ruh ve gönül yüceliği.
Günümüzde ise bu cehalete bir de vicdansızlık eklenmiş durumda. Milyonlarca Müslüman ibadet için toplanmakta ama yanı başlarında süregiden zulme dair hiçbir duyarlılık emaresi gösterememekte.
Kaldı ki bu acı sadece Müslümanlara dair de olmayabilir. Sözgelimi Darfur için, Yemen için de böylesi bir duyarlılık gösterilebilir; ortak bir duyarlılık geliştirilebilirdi.
Oysa her yıl milyonlarca hacı adeta turistik bir seyahate gider gibi Mekke ve Medine’ye giderek oradan sadece hurma, zemzem ve seccadelerle dönmekte.
Belki birçoğu yaptıkları ibadetin ne olduğunun farkında bile değil. Esasında mazur da görülebilirler. Çünkü buna dair bir ruh, daha ilk yüzyıllarda unutulup gitti.
Aslında Hz. Peygamberin Veda Hutbesini hepimiz biliriz ama bilsek de onu günümüze nasıl taşınacağı kimsenin umurunda değil.
Hac ziyaretleri adeta bir turizm etkinliğine indirgenmiş ve hatta bu şirketlerin inisiyatifine bırakılmıştır.
Devletler ve cemaatler de bu işten paylarını alarak bu oldukça mühim olayı umursuzca geçiştirirler.
Böylece hac ibadeti, ibadetin anlamı yaratıcı düşünceler ve edimlerin ortaya konulması, Allah ile yakınlaşma ve müminlerle buluşmalar olmaktan çıkarak, biçimsel ve mekanik tekrarlar, geleceği olmayan bir geçmişi anışa dönüşürken; kâbe ise ikonik bir sembol, anıtsal bir görkem ve salt bir turizm merkezi haline gelmekte.
Orada kendisine doğru koşulan bir ahdin canlandırılması ve yenilenmesi değil, bir borcun edası, bir işlevin tekrarı, mekânla ve zamanla bağlarını yitirmiş bir kutsal anıştır.
Yoksa hayatı yeniden canlandıran, dünyayı ihya eden, Allah ile buluşmanın heyecanını bir kez daha müminlere yaşatan ve buradan çağımıza özgü sorunların tartışılması ve çözümlenmesi, ufkuna yeni soru(n)ları koymuş bir ahlaklanmanın hazzı ve cesaretiyle dönülmesi de değildir.
Sadece yorgunluk, sadece söylenenleri yapmış olmanın vecdi ve sadece anılarla evine dönmenin bomboş huzuru.
Mensubunu rahatlatan bu reaktif/pasif dindarlık ise sorgulayıcı, arınmaya ve yenilenmeye çalışan ve eleştirel bir dinî yönelimi huzur bozucu ve hatta tehlikeli bulur.
İlk defa Ali Şeriati meseleye bir farklı bakışla yaklaşma cesaretini göstermişti. Hz. İbrahim’in başlattığı o görkemli girişimin üzerinde yeterince düşünülmekte mi?
Yoksa o da Ebuzer gibi çölün derinliklerinde unutulup gitti mi?
İbrahim ile Muhammed arasındaki o tarihsel çizginin anlamı ve o çizgiyi günümüze taşımanın sorumluluğu üstlenilebilmekte mi?
Şeriati’yi kaç kişi okudu ve anladı bilemem. Ama Şiiler muhtemelen onu ayrıksı/itizali bir solcu, Sünniler ise Şii, dahası sosyalist bir sapkın olarak görmüşlerdi.
Hem ne gerek vardır böyle durmuş oturmuş gelenekleri kurcalamaya, arızalar çıkarmaya.
Geleneksel kültürün konforu içerisinde herkes işine gücüne bakmalı değil miydi?
Filistin konusunda da sürdürülen mantık neredeyse aynı.
Hiçbir “İslam” ülkesi konforunu bozma derdinde değil. Aslında bu ülkelerde her yıl binlerce toplantı yapıldığı gibi, hacla ilgili de bir yığın toplantı düzenlemekte.
Ama hiçbirinde haccın asıl önemi, tüm Müslümanları bir araya getiren bir etkinlik oluşu dikkate alınmamakta.
Kangrene dönüşmekte olan yaralara kimse el sürdürmemekte. Egemen ile madun arasındaki o sinsi uzlaşı, o kirli ve alçakça işbirliği, tüm yaraların üstünü örten bir statükonun marifeti.
Oysa bu öyle önemli bir imkândır ki, dünyanın gücünü kullansanız böylesi bir toplanmayı sağlamanız mümkün değil.
Peki, Hz. Peygamber’in bize bıraktığı mirasın asıl öneminden, dahası ibadetin asıl anlamından haberimiz var mı?
Gönül isterdi ki her yıl hac faaliyetlerinin içerisinde İslam dünyasının, Filistin ve benzeri kanayan yaraları hakkında toplantılar, çalıştaylar, çözüm arayışları düzenlenebilseydi.
Kaldı ki aklı başında her Müslüman için bu zaten haccın, o büyük toplanmanın olmazsa olmaz bir gereğidir.
Şayet Müslümanların ve hatta insanlığın kanayan bir yarası varsa müminlere düşen onun üzerinde düşünmek, konuşmak, tartışmak ve çözümler aramak olmalı değil mi?
Ve hatta İslam dünyası dışında, genel olarak dünyadaki temel sorunlar da burada tartışmaya açılmalı, oralar hakkında da çözümler üretilmeye çalışılmalı değil mi?
Ve esasına da bakılırsa, bu tür etkinliklerin, buluşmaların, tanışmaların, karşılaşmaların olmadığı bir hac, hac olmanın temel anlamından da yoksundur.
Coğrafyanın bir yerleri kanarken haccı sadece kâbe manzaralı otel, yemek ve hurma festivaline dönüştürtmek, İbrahim’in ve Muhammed’in kavgasını verdiği ve miras bıraktığı ruhtan ne kadar da yoksundur.
O zaman ise meydan ulusal hacı gruplarının sportif bir faaliyet gibi ötekilere kapalı bir biçimde sürdürdükleri biçimsel icracılarına kalmakta ve böylesine büyük bir imkân aymazca heder edilmekte.
Independent / Ümit Aktaş