Hava güneşli, bankanın önü kalabalık, öğlen tatilinin bitmesini bekleyen “mudi”ler iki sıra olarak kapının önünde bir türlü geçmeyen vakti, imece usulü bitirmeye çalışıyorlar adeta: “Ne zaman açılacak bu! Ne yapıyorlar içerde!” Onların biraz ilerisinde iki yaşlı adam bastonlarına tutuna tutuna seslerini birbirlerinin işitme cihazından içeri geçirmeye uğraşa uğraşa sohbet etmeye çalışıyor. 80’li yıllarda bir reklam vardı. Nereye gidiyorsun? / Akbank’a/ Öyle mi ben de seni Akbank’a gidiyorsun sanmıştım.
İki yaşlı adam kırk yıl evvelinin o banka reklamından çıkıp gelmiş de şimdi o reklamı güncelliyorlarmış gibi birbirleriyle beyhude iletişim kurmaya uğraşıyor. Birbirlerini hiç anlamıyorlar. Ama yine de kendi içlerinde biriktirdikleri sesi hiç sakıncasız yanındakinin yardımıyla dışarı salabildikleri için nimeti olmayan bu sohbeti, sohbet olmayan bu sohbeti, hiç şikâyetsiz sürdürmek konusunda kararlı görünüyorlar. Ama bu kararlarını epey bir çabadan sonra yeniden gözden geçirmeye karar veriyor olmalılar ki, sohbette, anlayan ve dinleyen denklemi bir türlü kurulamayınca, ikisi de susuyor.
Bir müddet kendi âlemlerinde dolaşıyorlar. Sonra beyaz sakallı olan beyzbol kasketi giymiş olana “Evvela ekmek tabii. Söz meclisten dışarı ne demiş eskiler, aç ayı oynamaz” diyor. Beyzbol kasketli 90 yaşlarındaki adam, muhatabının konuşmasındaki ekmek kelimesini derhal algılıyor. Bir türlü kurulamayan sohbet âşık atışması gibi, bir onun bir bunun söylediği bir şölene dönüşüyor. Her ikisi de hayat tecrübesi olarak şimdiye kadar kazanmış oldukları içinde ekmek geçen bütün sahneleri paylaşıyor. Yenilemeyen buğday ekmeğinden başlanıp 30 TL’ye dayanan memleket ekmeklerinden bahis açıp, Afyon, Trabzon, Bolu, Çanakkale neredeyse bütün vilayetlerin ekmeğini sayıyorlar.
Cümle içinde geçen ekmek karın doyurmuyor elbet. İkisi birden aynı anda “önce ekmek” diyor.
Onların sesinden kulağıma gelen “önce ekmek” cümlesi beni onların dünyasından koparıyor. Bir yer var hatıra bahçesinde, bir sahne, bir isim. Önce ekmek cümlesinin beni götürdüğü ama ne olduğunu kestiremediğim bir şey… Duygu olarak gelip de bilgi olarak bir türlü gelmeyen o şey zihnime bir kıymık gibi batıyor. Hafızaya dost mu düşman mı olduğuna bir türlü karar veremediğim post-allameden yardım almak üzere cep telefonuna “önce ekmek” yazıyorum. Aranan bilgi saniyeler içinde geliyor.
Önce Ekmek Orhan Kemal’in Yeditepe Yayınları’ndan 1968 yıllarından çıkmış hikâye kitabının adı, aynı zamanda kitabın ilk hikâyesi. Bu hikâyeyi nerede nasıl okuduğumu hatırlıyorum ama hikâyenin kendisi hafızamda kayıtlı değil. Ayaküstü hikâyeyi ekran aracılığı ile “tüketiyorum”. Meraklısı için söylemiş olayım, edebi metnin hızlıca okunması benim nezdimde bir “tüketim”. Bir metni okumak ayrı, tüketmek ayrı.
Hikâye, okuyup doktor olmak isteyen Ayten’in, sarhoş babasının her meyhane dönüşü “Kızın da sen de çalışın!” diye annesine baskı yapmasına dayanamayarak okulu bırakmaya karar verişi üzerinden ilerliyor.
Ayten’in annesi ve babası aşk evliliği yapmıştır. Annesi “mütteymum” kızıdır. “Mütteymum”dan kasıt müdde-i umumi olmalı, yani savcı.
Baba, savcı kızı ile evlenmiş olmaktan bin pişmandır. Çünkü karısı ne tahtaya ne çamaşıra ne aşçılığa gidiyordur. Oysa adam karısının çalışmasını istemektedir. Ne ki karısı savcı kızı olduğu için el kapısında iş görecek maharete sahip değildir.
Kendisi gibi bir kadınla evlenmiş olsaydı sırt sırta verip birbirlerine yük olmadan yaşayıp giderlerdi. Başkaları öyle yapmıyor mu? Hem karısını hem kızını işe göndermiyor mu? Şaraphanedeki emekli mesela: “Baktım işler gitti akıntıya. Emeklilik maaşı yetmiyor. Oğlanlarla kızları seferber ettim. Şimdi her biri bir işte. Evimize bet bereket geldi, bet bereket.”
Şaraphanedeki emekli “önce ekmek” demişti. “Önce ekmek sonra her şey. Hay hayım gitti vay vayım kaldı. Bir bu kadar daha yaşayacak değilim. Bana ne kızımın ben öldükten sonra doktorluğundan. Kendi gibi bir doktor yahut eczacıyla evlenir, oooh keka.”
Babasının annesine sürekli olarak “Kızının okumasını istiyorsan git çalış” diye bağırmasından bıkmış olan derslerinde oldukça başarılı Ayten, sonunda pes eder. Arkadaşları gibi triko atölyesinde çalışmaya razı olur.
Bu hikâye güncelliğini hiç yitirmedi. Her gün yüzlerce evde yaşanmaya devam ediyor.
Hikâyenin içinde yan hikâye olarak yaşlı Hediye Teyze var bir de. Konu komşunun yardımı ile geçinen Hediye Teyze.
Hediye teyzelerin hikâyesi değişti mi?
Sorunun cevabı birkaç dakika sonra bir hayat sahnesi olarak karşıma çıkacaktı.
70-80 yaşlarında, alnı ışıklı ağzı dualı bir hacı teyze resmeder misin dendiğinde çoğunluğun onun gibi birini tasvir edeceğini söyleyebileceğim bir hanımefendi. Mukabeleden çıkan kadınlara “Fitrenizi verdiniz mi?” diye soruyor tek tek. “Fitrenizi verdiniz mi, kusura bakmayın kahvaltılık alamadım da…”
Kahvaltılık… Bir kilo peynir, bir kilo zeytin. Reçel yapacağı meyve ve şeker.
Varlıktan darlığa düştüğü her halinden belli. Üstü başı tertemiz, eski ama kaliteli. Kim bilir nasıl bir düşüş ile ve nereden düştü…
Belki evlatlarını kaybetti ve torunlar başına kaldı? Belki de ev sahibi kirasını arttırdı ve emekli maaşının bereketi kirada eridiği için…
Büyük şehirde kim kimin hikâyesine merhem?
Mukabeleye gelen kadınlar yanlarına para değil kredi kartı almış. Para almış olanlar paralarına baktı, bir ekmek parası alıp çıkmışlardı. O parayı yaşlı kadına takdim etmeye utandılar. “Yarın gelir misin?” diye sordu birisi. “Ben hep buradayım” dedi yaşlı, asil kadın. “Ben hep buradayım” deyişi yüreğime oturdu. O isteyinceye kadar kimse onu fark etmemiş, görmemişti…
Yoksulu görmüyoruz, muhtacı görmüyoruz… GÖRMÜYORUZ!
Fatma Barbarosoğlu/Yeni Şafak