Sermâye, devleti hem iç pazar hem de genel mânâda dünyâ işbölümünün şekillendirilmesinde bir “aygıt” gibi kullanmıştır. Bunlar sermâyenin birikim(accumulation) ve genişleme (expansion) süreçlerine eşlik eden süreçlerdir. Bahsedilen büyük organizasyonel yapılanmaların masraflarının, üretilen artık değerden alınan vergilerden karşılandığını biliyoruz. (Bu mânâda mâliye veyâ hazinenin (revenue) bir yüzü ekonomik bir yüzünün de ekonomik işleyişe aykırı olduğu hemen görülebiliyor).
Sermâyenin, temelde asla sevemeyeceği vergi koyucu devlete olan ihtiyacı sâdece tek boyutlu kapitalist piyasanın oluşumu için olmamalıdır. Bundan maada, büyük birikimlerin konusu olduğu Batı (Avrupa) coğrafyasında merkantilist bir savaşcıl rekâbetlerin doğmuş olduğunu biliyoruz. Bahane ve sâikler farklı olsa da, bunun esastaki mânâsı, kim kendi birikimine maksimum şekilde sâhip çıkacak ve dğerinin birikimini gasbedeceğidir. Bu korumacı ve gaspçı iki dinamik birikim ile bağlantılıdır. Ama bunun bir de dışa açılan ve sermâyenin genişlemesi ile ilişkili diğer bir yüzü olduğunu biliyoruz. Bu da sermâye birikiminin güçlerini karşı karşıya getiren denizaşırı, kıt’alar aşırı savaşları doğurmuştur.
Sermâyenin küresel genişlemesi, antik bir formasyon olan fetihlerin yerine müstemlekeciliğin (colonialism) getirilmesiyle olmuştur. Müstemlekecilik târihi gayrı ahlâkî ve gayrı insânî taraflarıyla o kadar çarpıcıdır ki, bu konuyu ele alanların zihnini sâdece bu tarafıyla esir alır ve başka boyutları dikkatten kaçabilir. Müstemlekecilik elbette efendi-köle ilişkisinin hüküm sürdüğü eşitsiz bir ilişkidir. Bu ilişkinin efendinin mutlak kazanan, kölenin ise mutlak kaybeden tarafta olduğu düşünülebilir. Ama her şey bununla sınırlı değildir. Müstemlekecilik son derecede karmaşık ve pahalı bir yatırımı icap ettirir. Britanya’nın Hindistan’ı müstemleke hâline getirme süreçlerinin birincil kalemleri üzerinde yapacağımız bir akıl yürütme bunu kolayca kavratabilir. Hindistan’ın yeraltı ve yerüstü coğrafyası, iklimleri, bitki örtüsü, vahşi hayvanları, Hindistan’a özgü hastalıklar, sayısız Hint dili ve inancının öğrenilmesi, Hindistan’a yapılacak demiryolları, limanlar, müstemlekecilerin işlerini görmesine yardımcı olacak bir komprador sınıfının eğitimi, ih.. Liste uzar gider. Aynı şeyi Çin ve sayısız Afrika müstemlekesi için büyüttüğümüzde tablonun daha da ağırlaşacağını düşünebiliriz. Dünyâ hâkimiyeti iştah açıcı bir kavram gibi görünebilir. Lâkin bunun çapı büyüdükçe, mâliyetlerin artacağını, getiri-götürü işlerinin öngörülenden daha farklı işleyeceğini ve tersine dönebileceğini tahmin edebiliriz. Bu mâliyetlerin karşılanmasında yaşanan aksaklıklar, eksiklikler krizler doğuması kaçınılmazdır. İşte tam da burada olan olmakta; paranın müstakil güçleri devreye girmekte, dara düşmüş şirketleri ve devletleri yüksek fâizlerle borçlandırmakta ve ödeme aksaklıklarında varlıklarına el koymaktadır. Hâsılı servet temelli ilişkilerde yaşananlar, sermâye temelli modern ilişkilerde de kendisini yeniden üretmektedir. Biz, hep merkez kapitalist devletlerin yarı merkez dünyâyı borçlandırdığını ve onlara çöktüğünü biliriz. Hâlbuki bu tek başına devlet-devlet ilişkisi değildir. Bu daha derinde para-siyâset veya para-ekonomi ilişkisidir. Paranın müstakil güçleri, Osmanlı Devleti’ne çöktükleri gibi, Napolyonik savaşlarda olduğu gibi ,bizzat Birleşik Krallık ve Fransız devletine de çökmüşlerdir. Finansal oligarşiler bu şekilde şirketlere de çökerler. Para-siyâset ve para-ekonomi ilişkilerinin dengede sürdürülebilir olması, servet ve sermâyenin büyüme ve genişleme dinamizmiyle sakatlanıyor. Her genişleme veyâ büyüme ek masraflar gerektirdiği için gerek ekonomik girişimciler gerek devletleri riskli alanlara sokmaktadır. Sermâyenin genişlemesinin siyâsal ve askerî mâliyetleri, neticede bizzat sermâyenin birikimini tehdit ediyor. Bu riskler ağırlaştığı zaman devletlerin tağşişata veyâ düpedüz parasal genişlemeye gitmesi ise ekonomileri sönümlendiren neticeler veriyor. Postkolonyal çağda İngiltere’nin geri çekilmesi ve dünyâ jandarmalığına soyunan ABD’nin 1970’lerin başında, Vietnam Savaşı yüzünden başına gelenler ve ardından yaşanan Dolar esaslı kontrolsüz parasal genişleme (q.e) tam da bunu anlatıyor.
Son yarım asırda, devletlerin ve şirketlerin borçlandırılmasına kitlesel ölçekteki bireysel borçlandırmalar da ilâve edildi. Bu da kapitalizmin o mâhut arz-talep dengesizliğinin eseriydi. Üretim bir akıl gerektirir. Akıllı adamları tüketici yapmak zordur. Tüketimi kamçılamak için aklı yok etmek, duyguları kontrolden çıkarmak gerekir. Yeniden bölüşüm eksenindeki refah toplumu pratikleri, bilhassa II.umûmi Harp sonrası beklenenin aksine verimlilik artışı sağlamamış, rutinleşme ve bürokratizasyonla eşlenerek kapitalizmi durağanlaştırıcı, donuklaştırıcı bir tesir yaratmıştı. Tüketim kapitalizmi ise refah toplumunun en yoz yorumudur. Kapitalizm akıl ve akıl dışılık arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi yaşıyor. Finansal azgınlık devlet ve şirketlerden sonra kolay borçlanma tuzakları üzerinden bireyleri de kuşattı. Hâsılı, büyüme alanlarında tuzaklanan üretimden sonra tüketim de borç tuzağına çekildi. İşte bunun çevrimi olmuyor. Tüketimde aklını kaybeden bir insanlığı yeniden üretken kılmak mümkün olamıyor. Şişen finansal varlıkları yeniden üretime kazandıramıyoruz. Bu da terminal evresinde finansal varlıkların enflasyon sarmalında takılı kaldığı ve paraların pul olduğu bir dönemi getiriyor. Artık bildik mânâda normalleşen bir dünyâyı hayâl etmenin de sonundayız. Kapitalizm, üretim disiplini ve tüketim azgınlığının arasına sıkışmış târihsel bir aşırılık olarak yaşandı. Gâliba artık sona geliyoruz.
Süleyman Seyfi Öğün/Yeni Şafak