Ebter

Kur'an'ın, Muhammed (sav)’e inzal edilmiş Allah kelamı olduğunu gösteren en önemli kanıtlardan biri de, kâfirlerin Allah'a, Peygamberine ve vahye dair dil uzatmalarını hiçbir sansüre tabi tutmadan, olduğu gibi nakletmesidir.

 Ebter sözcüğü, kâfir bir zihnin ürettiği böylesi karalama kampanyasının bir parçasıdır ve Kur’an’ı inzal eden Allah, hiçbir sakınca görmeden, kâfirlerin bu ithamına yer vermiştir. Kureyş uluları ‘ebter’ sözcüğü ile Muhammed’e saldırıyorlardı. Allah ise onların bu tuzaklarını başlarına geçirmiştir.

‘Ebter’ kelimesi Kur’an’da sadece bir defa, o da Kevser suresinde geçmektedir. Be-te-ra fiili kesmek, bir işi yarıda bırakmak, kökünü kazımak anlamlarına gelmektedir. Hayvanın kuyruğunu köküne kadar kestim demek için be-te-ra fiili kullanılmaktadır. ‘Ebter’, if’al babından sıfattır.
Ebter terimini anlamak için, Kevser suresini ve indiği ortamı biraz daha yakından tanımak gereklidir. Kur’an’ın en kısa suresi olan Kevser suresi, güçlü olan görüşe göre Mekke’de inmiştir. Surenin muhtevası da bu görüşü desteklemektedir. Mekke kâfirlerinin, Muhammed (sav)’in risaletini, basitten zora, azdan çoğa, hafiften şiddetliye doğru sürekli bir artış gösteren en şiddetli tepkilerle karşıladıkları bilinmektedir. Bazı iç dengeleri gözeterek, daha büyük bir kötülük vermekten kaçınıyorlardı. Fakat Muhammed’in bu yeni davası, iyice canlarını sıkıyordu. Muhammed baba ile oğulun, kardeşle kardeşin arasını açmış, Araplar arasına ayrılık sokmuştu. Mekke toplumunun yüzyıllardır süregelen inançlarını, örf ve âdetlerini, ilah ve rab telakkilerini, kısaca bütün dinlerini kökten reddediyordu. Bu durumda, tek başına bir fert olan Muhammed’i susturmak kolaydı ama bunun doğuracağı sonuçları soylu, ‘şerefli’, geleneklerine bağlı arap asabiyesi ile bağdaştırabilmek olanaklı değildi.
Kevser suresinin sebebi nüzulü ile ilgili rivayetler, surenin mesajının o günkü ortamla bütünleşmesi bağlamında bazı sorunlar doğurmaktadır. Bu rivayetlerin en meşhur olanına göre, Muhammed (sav)’in oğullarından birinin (Mekke’de doğan iki ya da üç oğlunun, muhtemelen en sonuncusunun) ölmesi üzerine, Mekke ileri gelenleri bunu bir fırsat olarak değerlendirip, Peygamberi üzeceğini varsaydıkları bir propagandaya girişmişlerdi. Peygamber’in hayatta hiç oğlu kalmadığına göre, kendisi öldüğünde soyu tükenecek, kökü kuruyacak, adı sanı anılmayacaktı! Mekke’nin başına bela olduğunu düşündükleri Muhammed nihayet kendiliğinden ‘sorun’ olmaktan çıkacaktı. Şu halde, Mekke’nin reislerine gerekli olan, birazcık sabırdı…
Fakat surenin nüzul sebebi olarak zikredilen bu olay, biraz sorunlu görünmektedir. Nedenine gelince, Muhammed (a.s)’ın iki (ya da üç) erkek çocuğunun, evliliğinin ilk on yılında (25-35 yaş arası) doğduğu ve onların da henüz küçükken öldükleri, siyer kitaplarında kayıtlıdır. Eğer bu bilgiyi doğru sayacaksak, Muhammed (a.s)’ın oğullarının, risâlet dönemine yetişmeden önce ölmüş olduklarını da kabul etmemiz gerekecektir. Bazı rivayetlere göre Hz. Muhammed’in ilk çocuğu Kâsım’dır ve İbni İshak’a göre Kâsım hayvana binecek, deve üzerinde gidebilecek bir yaşa gelince ölmüştür. Bu durumda onun, 8-10 yaşlarını geçmemesi gerekir. Böyle olunca Kâsım, babası 40 yaşına ulaşmadan, yani risaletten önce ölmüş olmalıdır. Dolayısıyla Kevser suresinin, Peygamber’in bir oğlunun ölümünü müteakiben, Mekke kâfirlerinin ona ebter diye sataşmaları üzerine indiği rivayeti tutarlı görünmemektedir. Bu durumda surenin inişinin başka bir sebebi ve ebter suçlamasının başka bir arka planı olmalıdır.
Kevser suresinin tefsiri sadedinde verilen bilgilere bakılırsa, Mekke müşrikleri Muhammed (sav)’i, dalları kurumuş ve dökülmüş, kökü incelmiş, artık kuruyup düşme emaresi gösteren ve başka örneği de olmayan, tek başına kalmış bir hurma ağacına benzetiyorlardı. Bu sebeple ona, ‘sanbur’ diyorlardı. Sanbur etiketini kullanmaları, Peygamber’in erkek çocuklarının ölmüşlüğü olgusuna uygun gözükmekte ise de, bu sıfatın sadece erkek çocuğu kalmamış bir babaya yakıştırılacağına dair kesin bir bilgi mevcut değildir. Bu yafta ile müşriklerin -kendilerince-, Peygamber’in siyasî-dinî anlamda köksüzlüğünü, yalnızlığını, yardımsızlığını, tutunamayanlardan olacağını kastetmiş olmaları pekâlâ mümkündür. Nitekim sanbur kelimesinin bir başka anlamı da, bir hurma ağacının kökü üzerinde çıkmış olan küçük bir hurma şıvgınıdır. Bu anlamın esas alındığı bir yoruma göre Muhammed, tıpkı, müstakil olarak dikilmeyip de, başka bir hurma ağacı üzerinde güvermiş olan yeni bir hurma filizi misali, nebîliği kendinden menkul, nev-zuhur bir Peygamber, yeni bir siyasî rakip, bir isyankâr, bir türedi olarak görülmekteydi. Aynı zamanda o günkü atmosferde Muhammed’in bir (hâşâ) parazit olarak görüldüğü de anlaşılmaktadır. Kâbe’ye doldurdukları yüzlerce putu, asırlardır süregelen müşrik atalarının putperest adet, örf ve geleneklerini sürdüren Mekke eşrafı asıl olanı, ‘hak’kı, doğruyu, ana gövdeyi temsil ediyor; Muhammed ise bu kurulu düzene kafa tutan, kendince yeni bir düzen getirme ütopyası peşinde olan, bütün gelenekleri ve sosyal hayatı alt üst etme istidadı gösteren bir söylemin sahipliğini temsil ediyordu. Asırlık bir hurma ağacına nisbetle, onun gövdesinde çıkmış bir hurma filizi neyse, Muhammed de oydu. Ya da insanın bedeninde çıkan bir tüy misali, Muhammed de, önemsenmemesi gereken, kopartılıp atılmaya mahkûm bir fazlalıktı. Bir ağaç üzerinde (ya da dibinde) biten yeni bir sürgüne reva görülen muamele, Muhammed’e de yapılmalıydı…
Bazı rivayetlere göre Kureyş kâfirleri Muhammed (a.s) için, “kavminden ayrıldı, koptu, köksüz bir ağaç gibi oldu. Bir süre sonra çürüyerek toprağa karışacaktır” gibi değerlendirmeler yapmaktaydılar. (Mevdudî). Kimisi de onu, zayıf, çaresiz ve çocuksuz biri olarak görüyordu. Aslında Duha ve İnşirah sureleri, müşrikler nazarındaki Muhammed algısını doğrulamaktadır. Bu iki surede Peygamber’in zayıfken Allah tarafından desteklendiği, sırtını büken yükünün hafifletildiği v.b. haber verilmektedir.
Özet olarak Peygamber, Mekke kâfirleri tarafından, oğulları öldüğü için değil, onun davasına kimse sahip çıkmadığı ve çıkmayacağı, davasının yayılma ihtimali bulunmadığı için yalnız, yardımsız ve kimsesiz olarak görülüyordu. Onlara göre Muhammed Mekke’nin düzenini bozmuştu ama kısa sürede toplum tarafından dışlanacak, yokluğa mahkûm edilecek, esamesi bile okunmayacak derecede unutulup gidecekti. Mekke ileri gelenlerinin bu kanaatlerini ifade edecek en iyi kelime ise ‘ebter’ idi. İşte Kevser suresi böyle bir arka plan üzerine inmiş olmalıdır.
‘Ebter’ kelimesinin seçiminin, Peygamber’in oğullarının ölmüş olmasıyla çok fazla alakalı olmaması icap eder. Çünkü Mekke kâfirleri de bilirlerdi ki, Muhammed’in iki oğlunun ölmüş olması, bir daha oğlu olmayacağının garantisi anlamına gelmezdi. Nitekim Medîne döneminde İbrahim adında bir oğlu daha olmuştu. Onun dedesi İbrahim ve Zekeriya peygamberler daha yaşlı oldukları halde Allah onlara çocuk ihsan etmişti. Dolayısıyla Mekkelilerin, Muhammed’in soyu kesildi diye yaygara yapmış olmaları tutarlı bir açıklama olarak görünmemektedir.
Kevser suresinde şöyle bir incelik de bulunmaktadır. Müşriklerin ‘ebter’ suçlamasına karşılık olarak Allah, elçisini kevserle müjdelemiştir. Her ne kadar ‘kevser’in ne olduğuna ilişkin pek çok görüş ileri sürülmüşse de, surenin iniş tarihinden itibaren Peygamber’e çok oğul verilmemiştir ama çokça ümmet verilmiş, onun tebliğ ettiği Din bütün âleme yayılmış ve dünyanın düzenini değiştirmiştir. Yani kevser ilk başta, Muhammed’in Peygamber seçilmesi, sonra da onun bakımının üstlenilmesi, görülüp gözetilmesi olarak tecelli etmiştir. Bu da, ebter suçlamasının, Peygamber’in oğullarının ölmesiyle alakalı olamayacağına dair bir işaret olarak algılanmalıdır.
Şayet müşrikler, Peygamber’in oğulları öldü diye sevinmişlerse, bu çok büyük bir cehalettir! Peygamber’in oğulsuz kalması, hatta daha baştan, hiç çocuğu olmamış olması neyi ispatlar ki! Peygamberler, oğullar, kabilesinin büyüklüğü, mal ve mülkle Peygamber olmuş değildir. Peygamberlik seçilmişliktir. Yeryüzünde insanoğlunun elde edebileceği en yüksek şeref payesidir. Böyle bir şeref için, oğullar, koruyucu adamlar, mal ve mülk bir hiçtir. Bir insanın, değil iki tane, yüz tane oğlu olsa, yine de Allah’tan gelecek hiçbir musibeti kendinden savamaz. Binlerce askeri, büyük sarayları, çokça parası, iktidar gücü olduğu halde Firavun’u, kendi halkının gözü önünde suda boğulmaktan hiç kimse kurtaramamıştır. Allah, Peygamberine, iki değil, onlarca oğulla bile elde edilemeyecek bir nimet nasip etmiş, daha kendisi hayattayken, Dininin bütün Arap yarımadasına yayıldığını görmüş ve arkasında oldukça seçkin bir İslam toplumu bırakarak hayata gözlerini öyle yummuştur.
Sözün özü, Mekke’nin önde gelen reisleri, Muhammed (sav)’e karşı tam bir psikolojik harp tekniği uyguluyorlardı. Peygamber’i yıpratmak, şevkini kırmak, küçümsemek, hiçe saymak, psikolojisini etkilemek istiyorlardı. En azından risâletin ilk yıllarında başvurdukları önleyici girişimlerden biri buydu. Müşriklerin akıllarına gelen mekirlerinden birisi buydu ama bilmiyorlardı ki Allah onu elçi seçtiyse, elbette onu görüp gözetecek, kollayacak, âlemlere üstün kılacaktı. Dünyanın bütün kâfir güçleri bir araya gelseler, elbette ki Peygamber’e destek olarak Allah yeterlidir. (8/Enfal, 64). Allah, Peygamberini insanlardan korumaya kadirdir. (5/Maide, 67). Tıpkı İbrahim’i, Musâ’yı, İsa’yı ve diğerlerini koruduğu gibi. Allah elbette elçisine yardım edecektir ve de etmiştir. (9/Tevbe, 40). Kısacası kâfirler hoşlanmasa da Allah Dinini aziz kılacaktı. Örümcek ağı kadar bir güce ancak sahip olan Mekke kâfirleri, Allah’ın kudretiyle nasıl boy ölçüşebilirlerdi ki?
Risâletin ilk yıllarında Muhammed’e çok az kimsenin inandığı bir gerçektir. İşte bu ‘gerçek’, Mekke’nin bütün üst düzey yönetici, entelektüel, şair ve kanaat önderlerini etkiliyordu. Muhammed’in bütün etkisinin, kendi ömrü ötesine taşmayacağını farz ediyorlardı. Onlar, en fazla on sene sonra, burunlarının dibinde yaşanacakları bilebilecek herhangi bir bilgi kaynağına sahip değillerdi. Basiretleri de bağlı olduğu için, zahirdeki gözleriyle gördükleri kadarıyla hükmetmekten başka çareleri yoktu. Bunun için Muhammed’i kolaylıkla ‘ebter’ olarak tavsif etmişlerdi. Gün gelecek, Peygamber’i gözleriyle devirecekmiş gibi kinli bakışlarla seyretmekten başka bir şey yapamayacaklardı. Ve tam o gün Kur’an onlara, kinleriyle gebermek gibi bir özgürlüklerinin bulunduğunu (3/Âl-i İmran, 119) hatırlatacaktı.
Mekkelilerin, Allah’ın seçtiği bir Peygamber’e ebter demeleri ne kadar gariptir. Çünkü Muhammed, sıradan bir Mekkeli değildi, o, kendisinden önce gelip geçmiş olan, Allah’ın seçkin elçilerinden bir elçi ve onların sonuncusuydu. Yani köksüzlük, soysuzluk şöyle dursun, bilakis kökü, insanlık tarihinin en derinlerinde bulunuyordu. Köklü risâlet zincirinin son halkasıydı. Bu yönüyle de Allah’la irtibatlıydı. Onu Allah elçi seçmişti. Yeryüzünde tevhid asıl, şirk arızîdir. İslam hak, diğer yaşam tarzları batıldır. Nübüvvet müessesesi, asırlık hurma ağacı gövdesi, Mekke kâfirleri ise o ağaca zarar veren asalakların, zararlı haşeratın son örnekleri idi. Yeryüzünde daima Allah’ın dediği olur. Âs b. Vâil gibi birinin (bu adam Mekke’nin en önemli reislerinden biri de olsa) gücü ise, bir sivrisineği def etmeye bile yetmeyecek kadardır.
Mekke kâfirleri, itikadlarının gereği olarak, her şeyi sayısal ölçülerle tartıyorlardı. Onlara göre hakikatin ölçüsü, çokluk, iktidar, nüfuz ve para idi. Bunları elinde bulunduran herkesin karşısında eğilebilirler, bunlara sahip olmayanları ise alabildiğine hakir görürlerdi. Nitekim şimdi ebter dedikleri Muhammed’e, Mekke’yi fethettiğinde boyun eğerek teslim olmuşlar, ona sığınmışlardı. Cahiliyyenin değer yargılarında hiçbir değişme olmamıştır. Günümüz kâfirleri açısından da değer ölçüsü para, lüks tüketim eşyaları, dar gelirli insanların sahip olamayacağı pahalı nesneler ve Kur’an’ın benzetmesiyle, kendilerini elbise giymiş kütüğe benzeten giyim-kuşamlarıdır. Kendileri dışında kalan insanlar onlara göre ebterdir, bir ağacın dibinde bitmiş, ezilip geçilecek küçücük birer filiz gibidirler.
Oysa kâfirlerin değer verdiği, hatta değer olarak taptıkları bütün nesneleri Kur’an çer-çöp saymakta, atılan köpük yerine koymakta, örümcek ağına benzetmektedir. Yani kâfirlerin bütün değer yargıları, bütün sistemleri, kendileri gibi ebterdir. Kalıcı olan, iman, teslimiyet, ahlak ve Allah’a kulluktur; müminlerdir.
Allah, Peygamber’e dil uzatan kâfirlerin psikolojik harp silahlarını kendilerine çevirmiş, kendi yöntemleriyle, gerçek çehrelerini açığa çıkartmıştır. Ebter olan Muhammed değil, Mekke kâfirleri ve onlar gibi olanlardır. Eğer bir soysuzluktan bahsedilecekse, bu, kâfirlerden başkası olamaz. Çünkü küfür, şirk ve zulüm hiçbir hakikat içermemektedir. Bütün kâinatı hak olarak yaratan Allah, hak olan hükümlerini kâinatın her zerresine varıncaya kadar yaşatmaya devam etmektedir. Muhammed’e ebter demek, varlık denilen devasa mucizeye ebter demek gibidir. Muhammed (sav)’in tebliğ ettiği İslam, Allah’ın hıfz-ı emanıyla günümüze kadar sağlam şekilde gelmiştir. Bu din kıyamete kadar da böyle hakikatin tek makarrı olarak varlığını sürdürecektir.
İslam’ın bu gücüne rağmen, günümüzde dünyaya hükmeden küresel cahiliyye, İslam’ı ve Müslümanları ebter göstermeye devam etmektedirler. Bugünün müstekbir kâfirleri, artık ‘radikal İslam’ın bir devlet düzeni olamayacağını iddia etmektedirler. Bununla kastettikleri, İslam’ın artık bir daha, Peygamber dönemindeki misyonunu elde edemeyeceğidir. Onlara göre İslam kul ile Allah arasında bir vicdan meselesi olarak yaşayacak, belirli dinî ritüeller varlığını sürdürecek, ama asla iktidar olmayacaktır. Çünkü kâfirler, her şeye hükmettiklerini sanmakta, onların izin vermediği hiçbir şeyin var olamayacağını, izin verdikleri hiçbir şeyin de önüne geçilemeyeceğini zannetmektedirler. Oysa bu, Allah’a ait bir iştir. Allah dilediğini aziz eder, dilediğini zelil eder. Mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip alır. (3/Âl-i İmran, 26). İktidar günlerini insanlar arasında tedavül ettiren Cenabı Hak’tır. Muhammed’i nasıl aziz ettiyse, bugün de onun yolunda giden mü’minleri aynı şekilde aziz etmeye; kâfirleri ise zelil etmeye kâdirdir.
Kureyş kabilesinin mermi gibi kullandığı ‘ebter’ yaftası misali, bugünün kâfirleri de bir yığın sözlü ve yazılı mermi üretmişlerdir. Hergün yığınlarca makale, onlarca kitap ve görsel yayınlarla siyasal İslam’ın iflas ettiğini, artık İslam’ın laik-demokratik batı kültürüyle uzlaştığı, hatta batı kültürünün neredeyse bir alt birimi haline geldiği tezviratını yaymaya çalışmaktadırlar. Mütemadiyen raporlar yazdırmakta, araştırmalar yaptırmakta, anketler düzenlemekte, oryantalist çalışmalar yapmakta, misyonerlik ve ajanlık faaliyetleri yürütmektedirler. Bu konuda kendileriyle işbirliği yapan pek çok ikiyüzlüye, birtakım çıkarlar temin etmektedirler. Bütün çabaları, İslam’ın yeryüzünde yeniden eski kudret ve azametine kavuşmaması amacına yöneliktir.
Bugün İslam, Allah Rasûlü’nün zamanındaki görkemine sahip değilse bu, İslam’ın gücünden bir şey kaybettiğinden değil, kendilerini İslam’a nisbet eden kavimlerin zafiyetinden kaynaklanmaktadır. İslam, gücünden, tazeliğinden, zindeliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. İslam kevserdir, çok hayırdır. İslam yine dünya halklarının en büyük umududur. İslam hesaba katılmadan hiçbir politika icra edilememektedir. Müslüman kimlikli kavimlerin şereflerini elde etmeleri de yine İslam’la mümkün olacaktır.
Ebter olan, İslam dışı fikirler ve ideolojilerdir. İslamî literatürde, herhangi önemli bir iş, Allah’ın adıyla başlamadığı takdirde ebter olarak anılmıştır. Yani o işin sonu hüsrandır, başarısızlıktır. Bu anlama gelen bir hadis de bulunmaktadır. Bir şahsın iyilik ve hayırdan yana payı kalmamışsa; bir kimse kabile, aile ve ona yardımcı olacak kimselerden ilişkiyi kesmiş ve yalnız kalmışsa, ona da ebter denir. (Mevdudî). Bu durumda, İslam’ın en büyük düşmanı modernizmin ebter olduğundan kuşku duymanın haklı tarafı var mıdır?