Pencereden bakıyorum, pırıl pırıl bir hava, güneş orada burada tek tük bulutların serpiştirdiği küçük gölgelikler dışında görebildiğim her yeri aydınlatıyor. Pencereyi açıyorum ve yanıldığımı anlıyorum. Buz gibi bir hava açılan pencereyi fırsat bilerek içeriye hücum ediyor.
Bahçede seyrek de olsa güneşe kanıp pembeli beyazlı çiçek açmış sabırsız ağaçlar var. Zaman zaman esen sert rüzgar, yer yer savurup dökmüş çiçeklerini.
Kararsız, istikrarsız, dengesiz, iki dediği birbirini tutmayan havalardayız. Güneşi görünce üstümüzdeki kalın giysilerden bazılarını çıkarıyor, sonra hava azıcık gölgelendiğinde üşüyüp tekrar giyiyoruz. Bu arada üşütüp şifayı kapmazsak iyi…
Mevsimlerin dışımızdaki dünyayı sürüklediği bu ikilemler, bir başka şekilde zihinlerimizde de sürüp gidiyor. Bir şeylere inanıyor, onları yaşamaya niyetleniyor; sonra içimizden dışımıza adım atar atmaz hayatın dağdağasına kapılıp kavlimizi, kararımızı unutuyoruz. Yaşadıklarımız, yaşamaya niyet ettiklerimiz, azmettiklerimiz değil; ardına takılıp gittiklerimiz çoğu zaman…
Zamanın akışının hızlandığını, bizi peşinde koşturduğunu, bizi hiçbir şeye yetişemez hale getirdiğini söyleyip duruyoruz. Ama bir adım geriye çekilip bakınca gördüklerimiz çok farklı bir şey söylüyor bize; biz zamanı hovardaca harcıyor, boşa tüketiyoruz. Elimizde hiç bir şey bırakmayan meşgalelerle değil dakikaları, saatleri heba ediyoruz. O halde boş bir avuntu zamanın hızlanışı… Biz servetini çarçur ederek muhtaç hale gelen müflis tüccar gibiyiz sadece.
Duygularımız ve düşüncelerimiz de farklı değil, benzer gelgitler orada da yaşanıyor. Kimin neyi savunduğu belli değil! Ne hissettiğimiz, meseleler hakkında ne düşündüğümüz esen rüzgarlara göre mütemadiyen değişiyor. Herhangi bir ölçüsü, sınırı, durma noktası olmadan hem de…
Arşivleri açıp, on yıl önceki herhangi bir gazeteye bir bakalım… Toplum olarak o zamanın güncel meseleleri hakkında bugün olduğu gibi yine bir kaç farklı gruba ayrıldığımızı, aramızda çatıştığımızı, ülkenin gerilimini karşılıklı olarak yükselttiğimizi göreceğimiz neredeyse kesindir. İçerik değişse de o güne ve bugüne ait iki fotoğraf birbirine çok da uzak değildir. Bir farkla; o gün grupların birbirlerine karşı savunduğu tezler büyük bir ihtimalle yer değiştirmiş ve zaman içinde her grup farklı noktalara savrularak dün inkar ettiklerini bugün sahiplenir, dün sahiplendiklerini bugün inkar eder hale gelmiştir.
Anlaşılıyor ki toplumsal yaşantımızda gerilim, çatışma, iletişim eksikliği ve irtibatsızlık kalıcı… Ama roller sık sık değişiyor. Ve dahil olduğumuz farklı toplumsal gruplar içinde oradan oraya savrulan bizler de, yeni rollerimize uygun şekilde dün reddettiklerimizi bugün kabullenir, dün savunduklarımızı bugün mahkum eder hale gelebiliyoruz. Bu şu demek aslında: Konuşma balonlarımızın içine doldurduğumuz sözlerin ne bir kalıcılığı ne bir sahiciliği var. Gün geliyor şu sözle dolduruyoruz konuşma balonumuzu, gün geliyor ona hiç benzemeyen bu sözle…
Havaların sağı solu belli olmuyor, doğru… Pencerenin içi başka, dışı başka iklimler yaşıyor zaman zaman… Ama mevsimlerin bu istikrarsız halleri geçiş dönemlerinde oluyor ve sonra düzeliyor. Oysa bizim duygu ve düşüncelerimizdeki doldur boşalt halleri istikrar kazandı sanki. Burada istikrar maalesef kötüye işaret ediyor ve çok temel bir istikametsizlik probleminin altını çiziyor.
İnsanın yalpalaması, malûm, sarhoşluğuna alamettir.
Yeni Şafak / Gökhan Özcan