Dünyada Hayat Var Mı?

Neye yarar aramızdaki bütün bu iletişim köprüleri, bütün bu irtibat noktaları, bütün bu paylaşım ağları; birbirimize söyleyecek adam akıllı bir sözümüz yoksa?

Pencereleri, kapıları çarpan o uğultulu rüzgar, biz söylediğine kulak kesilmediğimiz için sesini yükseltiyor olabilir mi?

Dünyayı okumak, hayatı okumak, insanı okumak… Yazılı metinleri okumaktan daha mı önemsiz bütün bunlar! Hele hele her gün onlarcası, yüzlercesi ekranlarımıza düşen lüzumu tartışılır ‘paylaşım’lardan daha mı önemsiz hayat, insan, dünya! Kimimiz entellektüel meraklarımızın içinde kilitli kalıyoruz. Kimimizin öyle bir derdi yok, hayatı sözel gargaralarla geçiriyoruz. Farkında olduğumuz, sonsuz çeşitlilikteki oyunlarına katıldığımız, her anına dikkat kesildiğimiz ve her anından unutulmaz dersler çıkardığımız bir hayatımız yoksa, neye yarar kitaplardan, metinlerden, kurulu cümlelerden edindiğimiz onca şey? Neye yarar aramızdaki bütün bu iletişim köprüleri, bütün bu irtibat noktaları, bütün bu paylaşım ağları; birbirimize söyleyecek adam akıllı bir sözümüz yoksa? Neye yarar bunca teknoloji, bir insanı diğerlerine, iki insanı birbirine esastan bağlayamayacaksa?

“Sence uzayda hayat var mı?” diye sordu bıyıklı olan. “Bilmem! Ben dünyada hayat var mı, onu düşünüyorum!” diye cevapladı bu soruyu bıyıksız olan.

Bedenlerini kaybetmiş gölgeler gibiyiz. Oradan oraya koşturup duruyoruz ama bir yere gittiğimiz yok! Gerçek bir şeyin, bir şeylerin, bıraktım tam ortasını, ucundan tuttuğumuz yok! Oradan buradan zar zor denkleştirdiğimiz imajların içinde yaşıyoruz, içimizde karşılığı olan hayatlarımız yok! Bindik bir alamete, şimdi inemiyoruz. İnecek cesareti içimizde arıyor, yerini bulamıyoruz. Saplanıp kaldığımız şeylerden gözlerimizi, kulaklarımızı, zihinlerimizi kurtaramadığımız için pencerelere dönüp nereye gittiğimize de bakamıyoruz. Aslında kimdik, şimdi kimiz, öz lisanımızı unuttuğumuz için bunu kendimize soramıyoruz. Kaybolmuşuz, belli bu; ama nedense kendimizi aramıyoruz.

“Ne çok endişe var hayatımızda” dedi endişeli olan. “Çünkü bizi güvende tutan şeyi kaybettik” dedi ondan daha endişeli olan.

D. H. Lawrence’in ‘Oğullar ve Sevgililer’ kitabından ufku çok açık ifadeler: “Hiçliklerini ve onları her zaman taşıyabilen kocaman canlı bir selin var olduğunu bilmek iç rahatlığı veriyordu. Eğer böylesine görkemli, büyük bir güç onları tepeden tırnağa etkileyip kendisiyle özdeşleştirebiliyorsa ve her çimeni, ağacı, canlıyı dik tutan o muazzam çalkantı içinde onların yalnızca bir tohum tanesinden başka bir şey olmadıklarını gösterebiliyorsa, neden kendileriyle ilgili bir endişeye düşsünlerdi?”

Umut Kaf Dağı’nın ardında değil, uzun zamandır belki de hiç dönüp bakmadığımız yerde. Hayat hiç durmadan kendini yeniden doğuruyor. İnsan, aslında o tek anın içinde yeniden yeniden yaratılıyor. Her söz, her kelime, her ifade; artık bizim can kulağımıza kadar erişemiyor olsa da, sonsuzca kendini çoğaltıyor. Umut insanın içinde, insan hayatın içinde, sonsuza uzanan anlar tek bir anın içinde… Kapıldığımız şeylerden kendimizi geri alabilsek bu sonsuz armoninin bir parçası olduğumuzu ve aynı anda bütününü içimizde taşıdığımızı görebileceğiz. Kendimize bir gelebilsek, oradan her şeye ulaşabilecek, her yere gidebileceğiz.

“Kalbinizde yeşil bir ağaç bulundurun, belki şarkı söyleyen bir kuş gelip konar” diyor öğretilerinden birinde Lao Tzu.

Gökhan Özcan/Yeni Şafak