Kadrolaşma
Ben bütün darbeleri yaşadım. 1970 sonrası 12 Mart öncesi MNP’den başlayarak da süreci önce bir partinin gençlik teşkilatı üyesi ve ardından bir gazeteci olarak takip ettim.
Siyasette genel olarak vefa yok! Ayakta iken elinizi öperler, oturursanız saldırıya uğrarsınız, düşerseniz vururlar. Olayları parti, meclis ve hükümet penceresinden bütün heyecanı ile yaşadım. Yasama ve yürütme dışında sanık olarak yargıyı da her merhalesi ile bilirim. Çünkü siyasetle başlayan “sanıklık kariyeri”m gazeteci olarak 50 yıldır bütün sıcaklığı ile devam ediyor. Siyasetin finansmanı, siyaset sivil toplum ilişkisi siyaset bürokrasi, siyaset sermaye, sermaye-sivil toplum ilişkisi, bu çevrelerin medya ile ilişkilerini de bilirim.. Derin yapılar, diplomasi, uluslararası ilişkiler hep ilgimi çekti. Bir dönem “Dış politika” isimli bir dergi de çıkarttım. SPAG Stratejik Planlama, Araştırma Geliştirme şirketi olan Türkiye’nin ilk stratejik danışmanlık şirketinin kurucuları arasında yer aldım.
Birçok şeyi yaşayarak öğrendim. Birçok kişiyi tanıdım, onları dinledik, olayları takip ettim. İran devrimini gördüm, birçok ülkeye gittim, savaş muhabirliği yaptım. Bugün yazdıklarım da daha çok bu gözlemlerime, okumalarına, gelecek ile ilgili hayallerime dayanıyor.
Siyasette kulağa hoş gelen “Kadrolaşma” siyasetin kör kuyusudur.
Cumhuriyetin ilk “kadro” hareketi Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge, İsmail Hüsrev Tökin’in kurduğu Kadro dergisi etrafında şekillendi. Ocak 1932-Ocak 1935 arasında yayınlanan aylık fikir dergisinin yazar kadrosu “Kadrocular” olarak tanınır. 36 sayı çıkan dergi 3 yıl gibi bir süre sonra rejimin yöneticileriyle fikir ayrılığı sebebi ile kapandı. Kemalist sol çizgideki yayın kurulu Recep Peker tarafından, Kemalizm’i tahrifle suçlandılar. Yakup Kadri, Tiran elçiliğine atandı ve dergi dağıldı. Her devrim önce kendi çocuklarını yer..
DP bir kadro hareketi idi. 1960 darbesi de bir koalisyondu aslında. Önce milliyetçiler tasfiye edildi, sonra sol kendi içinde hesaplaştı. 12 Mart, 27 Mayıs’ın devamı idi.
İşin içinde para ve makam varsa sonuç pek değişmez. Din, mezhep, tarikat, hemşericilik, milliyetçilik maskeli ırkçılık, ideoloji, vatan-millet-Sakarya, hatta taraftarlık bu işin “malzemesi”dir genellikle. Cüzdanından çıkmış para, elbisesinden soyunmuş karşı cins, boş koltuk ve kılıfından çıkmış silah her zaman tehlikelidir. Mesela Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Moğultay ise partisinin il kongresinde yaptığı konuşmada kadrolaşmayı itiraf ederek, şöyle demişti: “Evet, hükümetten sınavlı 5,000 kişilik kadro çıkarttım. Doğu’dan Güneydoğu’dan gelen insanlar aç mı, işsiz mi kalsın? Bu kadroları örgütüme vermeyip de milliyetçilere mi verseydim? Seyfi Oktay ve benim dönemimde de 2.000 hâkim aldık. Bu aldığımız kadrolar, ileride yeşerecek demokrat insanlardır. Yaptığım suçsa işlemeye devam edeceğim. Ben yılmayacağım, bu makamı da terk etmeyeceğim” demişti. Bu işler böyledir. Bunların Adalet Bakanı yaptıkları adamları böyle. Ve işin kötü yanı, bunlar her kesimde var. Kamu malını “ganimet” sayan bir anlayış bu! Darbe dönemlerinde vatan kurtaran halaskar zabitanın yağmasının da bundan farkı yok. Belki onlar daha da beter. Bir de la yüs’ler. Onlardan hesap soracak kimse de yok. Bu iş bir kadrolaşma da değil, “devlete çökme” olayıdır. Rüşvet, torpil, soru çalma, tehdit, şantaj, yağma bu seviyede normaldir artık. Ehliyet ve liyakatten söz edilmez bu noktada. Açıkça söylemeseler de “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” anlayışındadırlar da bunu şöyle ifade ederler: “Bal tutan parmağını yalar”.
Bu “Kadro” adı verilen “Talancılar” bir süre sonra kendilerini oraya getirenlere de ihanet ederler. Başlangıçta kutsal ve hamasi duygularla gelenler de vardır, ama işin öyle olmadığını görünce onlar da ya düzene uyarlar, ya kendileri gider, ya da birileri tarafından gönderilirler. Bir bakmışsınız devrimciler liberal olmuş, mücahidler mücahidliği bırakıp müteahhitliğe başlamışlar.
Bu işi bilenler, hem yer, hem yedirir. Kaz gelecek yerden tavuk esirgemezler. Her kesimden birilerini suç ortağı yaparlar ki, birileri kendilerine hesap sormasın.. “Hayır işleri” de yaparlar, insanları daha kolay aldatsınlar. Kendilerini o makama getirenlere karşı sürekli bilgi ve belge toplar bunlar. Ve bir süre sonra “biz çalışıyoruz birileri malı götürüyor” diye düşünmeye başlarlar..
İşler tersine gitmeye başladığında mazlum rolü oynayacaklardır. Mecbur kalmışlardır, zorla yapmışlardır, asıl suçlular dünkü efendileridir. Ya da aralarından birini günah keçisi olarak seçerler..
Başlangıçta bunların kimi biatlaşmışlardır(!?), kimi namus ve şerefleri üzerine söz vermişlerdir ama bunların hepsi para, kadın, makam ve silahla buluşana kadar geçerlidir.
Bir süre sonra dehşet dengesi ile herkes susar, herkes kendi mahallesinde krallığını ilan eder. Sonra suç ortakları ile hesaplaşırlar. Ve sonra bir gün kendileri de gider. Haram para cüzdanda durduğu gibi durmaz. Vicdanları onları rahat bırakmaz. Bakmayın cesur göründüklerine, gölgelerinden bile korkar bunlar. O hesabını bilmedikleri paralarına da birileri ol koyar. Bu paralar geldiği gibi gider. İçeriden ya da dışarıdan birileri gelir çöker tezgâha. Kimsenin gıkı bile çıkmaz. Mahkemeye bile gidemezler. Koltuklarını kaybettiklerinde, ya da üniformalarını çıkarttıklarında geride fazla bir şeyleri kalmaz. Buna rağmen varlığını sürdürenler, korku imparatorluğunun hayaleti gibi yaşarlar.
Evet, bugünlük de bu kadar. Selam ve dua ile.
Akit / Abdurrahman Dilipak