Deizm’in Ürettikleri, Deist’in Tükettikleri

Bir salgın hastalık karşısında duyulan kaygı tüm dünyayı tabiri caizse felç etti. Kaygının sebebi çok açık, virüs ve ölüm. Ölümü basite aldığımı düşünmeyin lütfen. İyi de ölüme karşı duyulan bu kaygı neden çocuklar ve gençlerin fikrî, ahlaki ölümüne karşı duyulmuyor? Gençleri esir alan deizm gibi fikrî virüsler zamanla tüm toplumu ahlaki yozlaşmaya sürükleyeceği açık ve net, nitekim yaşanan gerçeklerde bunu kanıtlar mahiyettedir.

Son zamanlarda dünyada ve ülkemizde bir yandan insanın içini acıtan bir yandan da, ‘ne oluyor bu insanlara/gençlere!’ dedirten birtakım gelişmeler yaşanmaktadır. Kastımız yazının başlığından da anlaşılacağı gibi kökleri çok derinlere uzanan deizm ve deistler olduğu anlaşılmaktadır. Geçmişi 16. yüzyıla kadar uzanan bir inanç veya felsefi akım olan deizmden bahsediyoruz. Güç odaklarının ellerinin altında hazır bulunan çok sayıdaki saptırıcı düşüncelerden biri olan deizm son zamanlarda tekrar kullanıma sokulmuştur da diyebiliriz. Deizmin muhatap hedef kitlesi ise daha çok köksüz insanlardan oluşmaktadır. Zamanla inandıkları değerler sıkıcı ve yorucu olmaya başlayan bu köksüz insanların imdadına yetişen deizm, onların ruhlarına adı, ‘sonsuz akıl ve özgürlük’ olan iki kelimeyi üflemeyi maalesef başarmıştır.

Aldığı kelimeleri kendi kişiliğinde olgunlaştıran ve özgürlük (tanrıdan kopuş) uyuşturucusunu yutan ve sadece yalın aklı önceleyen modern insan artık tüm bağlardan koparılmıştır. Tanrının yeryüzüne müdahalesini istemeyen bu insanın adı da deisttir (müşrik). İnsanoğlunun yaratılışından bugüne kadar sürüp gelen yaşam serüveni garip ama hep tanrı ile kavgalı olmuştur. Bunun için Allah elçiler göndermiş ve uyarmıştır sapkın toplumları. Yani anlaşılan o ki bu dünya iyi ile kötünün, hak ile batılın, güzel ve çirkinin zulümat ve nurun savaş alanıdır aslında. Savaşın her iki tarafı olan mümin ve kafir insan ise hayatın ve ölümün gerçek sahibi olan Allah tarafından kitapları/ödülleri/ecirleri önlerine serilip takdim edilecektir. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal:7-8) Hakikatin tarafında olanlar cennetle ödüllendirilirken batıl yanlısı iblis ve dostları cehennem ateşiyle taltif edileceklerdir. Buradan hareketle şimdi soralım?

Deizm Nedir?

“Yaradancılık anlamına gelen Deizm, evrenin bir yaratıcı tarafından yaratılıp daha sonra bu yaratıcının insanı kendi başına bıraktığını kabul eden bir felsefi akım ya da inanç biçimidir. Deizm, peygamberleri ve kutsal kitapları reddeder.

Tüm dinleri reddeden ancak tanrının varlığına inanan deizm, peygamber, kutsal kitap, cennet ve cehennem, melek ve şeytan gibi kavramların hiçbirini kabul etmez. Deizme göre mutlak bilgiye ulaşmanın yolu vahiy ve peygamberlerden geçmez. Doğa, bilim ve akla dayanır. Bu inanca göre insan aklı yeterli olduğu için vahiy ve kutsal kitaplara da gerek yoktur. Yaratıcının dünyayı ve evreni bir kez yaratmış, sonra kendi yasalarına göre işlemesi için insanları ve evreni bir başına bırakmış olduğunu savunurlar. Deizm inancına göre Tanrı evrene ve dünyaya müdahale etmemektedir.” Deizme dair yaptığımız bu alıntı sadece bir özet niteliğindedir. Takdir edersiniz ki konu çok geniştir ve bu yazının hacmini zorlayacak niteliktedir. İşte yukarıya alıntıladığımız deizmin ana fikri; Tanrı evrenin tasarımını yapmış evrendeki her şeyi yerli yerine yerleştirip ve evreni kendi doğal işleyişine bırakmıştır. Dinler aslında birer mezheptir ve insanların özgür düşüncelerine ve aklına ket vurmaktadır. Yani deizmin yeni tanrısı bilim, özgür düşünce ve akıl. (Kaynak: Vikipedi/özgür ansiklopedi. Ekşi sözlük ve TDV İslam Ansiklopedisi)

Deizm Nasıl Ortaya Çıkmıştır?

“Deizmin fikir babası 17. yüzyılda yaşayan İrlandalı John Toland’dır. Katolik bir ailede doğmuş olup “Pentheistikon” isimli kitabında akla dayalı maddeci bir dinin gerektiğini savunmuştur. Toland’ın bu düşüncesi birçok düşünür tarafından kabul görmüş ve deizm olarak dünyaya yayılmıştır. Voltaire ve Rousseau gibi ünlü düşünürler de Deizm savunucusu olmuştur. İlk Deizm kelimesi Viret (1564) ve Burton (1621) tarafından kullanıldığı genel kabul görülmektedir. İngiliz filozof Edward Herbert, “De Veritate” (Hakikat Üzerine) isimli kitabı ile Deizmin kurucuları arasında sayılmaktadır. Herbert’a göre bir yaratıcı vardır ve evreni yaratmıştır. Ancak dinlerde yer alan akıl dışı söylemler doğal düzene gölge düşürmektedir. Rousseau da deizmi savunmuş ancak onun asıl savaşı din adamları ile olmuştur. Rousseau, özellikle katı olarak gördüğü kilise rahipleri ve din adamlarını gereksiz aracılar olarak görmüştür. Deizm genel olarak katı ve baskıcı Katolik dünyasının yüzünden kurulmuştur denilebilir.” (Kaynak: Vikipedi/özgür ansiklopedi. Ekşi sözlük ve TDV İslam Ansiklopedisi)

Deizm ve İki Yüzlülük

Aslında aklı ilahlaştıran ve kuvvetli bir özgürlük savunucusu olan, deizmin felsefi dünya görüşüne yakından baktığımızda görülüyor ki ateizme benzemekle beraber şirk inancına çok daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. Hatta kaynaklarda kendilerini ateizmden ayırmak için isim olarak deizmi seçtikleri sabittir. Deizm cennet, cehennem ve melek gibi soyut kavramları reddetmekle beraber, somut, elle tutulur, gözle görülür peygamberliği ve kutsal kitapları da reddeder. Elleriyle tahrif ettikleri kitaba, Katolik inancına ve din adamlarına karşı bir tepki ile oluşan bu inanç veya inkâr biçimi adına ne dersek diyelim Kur’an’ın tanımlamasına göre kendisini Allah’a düşman ilan etmiştir, dolayısı ile küfre girip kâfir olmuştur. “Kim de Allah’a, meleklerine, Rasûllerine, Cibril’e ve Mikail’e düşmanlık ederse şüphesiz ki Allah, kâfirlerin düşmanıdır.” (2/Bakara 98)

Diğer taraftan yalnızca Allah’ın varlığını kabullenip sosyal hayatta O’nu yeryüzüne müdahil kılmamak ve aklı mutlak doğru kabul etmek Kur’an’ın ilkeleriyle asla uyuşmaz ve Allah böyle bir imanı kabul etmez, hem Allah’ı kabullenip hem de onu yeryüzüne müdahale ettirmemek tam bir ikiyüzlülüktür. Diğer taraftan deistlerin inandığı anlamda evrenin bir yaratıcısının olduğunu Mekke müşrikleri de söylüyordu. “Andolsun, onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?’ diye soracak olursan, şüphesiz: ‘Allah’ diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar? (Ankebut:61) “Andolsun onlara; ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan, şüphesiz; ‘Allah’ diyecekler. De ki; ‘Hamd Allah’ındır.’ Hayır, onların çoğu bilmezler”. (Lokman:25) Demek ki bir yaratıcının olduğunu kabullenmek tek başına yeterli bir iman olmuyor. Bu imanın geçerli olması için yapılması gereken şey İslam inanç esaslarının tümüne iman etmek ve İslam’dan başka bir din aramamak. “Kim İslam’dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır. (Al-imran:85)

Yine bir ayeti kerimede sadece Allah’ı tanıdıklarını söyleyen ve yeryüzünü kendi akıllarınca idare etmek isteyen deistlere cevaben: “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Al-i İmran/31). Demek ki sadece Allah’ın varlığına inandım demek hiç kimseyi kurtaramadığı gibi deistleri de kurtaramaz.

Allah’a iman edip, peygamberi dışlayanlar veya ikisi arasında ayırım yapmak isteyenler aydınlanmanın değil karanlığın filozoflarıdır. Bu insanlar bilginin değil cehaletin zirvesine çıkmış sapkın insanlardır. Makamları ve rütbeleri ne olursa olsun, hangi felsefi temele dayanırsa dayansın onların bu ikiyüzlü tutumlarına karşı Allah onlara aşağılayıcı bir azab hazırlamıştır. “Allah’ı ve elçilerini (tanımayıp) inkâr eden, Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isteyen, ‘Bazısına inanırız, bazısını tanımayız’ diyen ve bu ikisi arasında bir yol tutturmak isteyenler. İşte bunlar, gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır.” (Nisa/150-151)

Deizmin Özellikleri Nelerdir?

Dilerseniz bu felsefi akımın özelliklerine biraz daha yakından bakalım ve onları daha yakından tanıma fırsatı bulalım. Deizm: vahye, peygambere, kutsal kitaba, cennet ve cehenneme, şeytana inanmaz. Onlara göre vahiy insan uydurmasıdır, o halde tanrı ve insan arasına kimse giremez. Zaten insanın buna ihtiyacı yoktur, insan kendi sağduyusu ile aradığını bulur, bunun için mucize ve kehanetlere ihtiyacı yoktur.

Dikkat edersek deizm kendi tanrısını kendisi oluşturuyor, tanrı ile insan arasına kimse giremez diyerek, tanrıyı gökyüzüne hapsedip, özgür bireyi ve aklı ilahlaştırıp yeni bir tanrı inşa etme gayretindedir. Mekke müşriklerinin helvadan put yapıp onu da acıkınca yemelerine benzeyen deizm gerçekten müşrikizme çok benziyor. İslam’ın kavramları birbirinden ayrılmayan et ve tırnak gibidir, dolayısı ile vahyi, nübüvveti ve ahireti Allah’tan kopardığınız zaman Allah’a da inanmış olmazsınız. Bu bağlamda deistler tanrı ile aralarına duvar örüp kendilerini hidayete kapatmış ve sapıklığı satın almışlardır. “Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir. (En’am:125)

Özgürlük, akıl ve iyi bir birey olma yolunda ürettiği süslü kelimelerden helva karıp put yapan deizm, kendisine kulak kabartıp inanan müritlerine de (deistlere) bu helvadan yedirmeyi başarmıştır. Oysa Allah iman eden mümin kullarına kesin emir vermiştir. “…Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.” (Haşr:7)

Deizmden Korkulması Gerekir mi?

Bu soruya verilecek cevap bizim İslam algımıza bağlıdır. Deizm felsefi akım olarak her ne kadar aydınlanmanın karanlık bir çocuğu olsa da geçmiş düşüncelere veya kelam kitaplarına dikkatli baktığımızda deizmin izini bulmak mümkün. Yani kökleri çok eskilere dayanan bu düşünceden niye korkalım ki? Allah’ın kitabı İslam ümmetinin elinde olduğu müddetçe korkması gereken biz değil Allah’a ve İslam’a karşı savaş açanlar olmalıdır. Bugün genç nesil deizmden etkileniyor ve deist oluyorsa buna üzüldüğümüz doğrudur. Fakat bu İslam’ın suçu değil. Ama Müslümanların şu veya bu şekilde suçlu olduğunu söylemek mümkündür. Katolik Hıristiyanların yaptığı gibi değilse de, Müslümanlar da çok hatalar yaptı ve gençlere güzel örnek oluşturamadı. Birileri de çıkıp şunu diyebilir, ‘Allah insana akıl ve vahiy denen iki nimet vermiş, aklını vahiy eşliğinde kullanan herkes hakkı hakikati bulur ve sırat-ı müstakim üzere olabilir.’ El hak bu da doğrudur, ancak yine de Allah’ın bu ümmetten istediği bir görevi var: “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz…” (Al-i İmran:110)

Dünyamızdaki gelişmeler ışığında gerek siyasi gerekse kültürel ortamın müsait olması nedeni ile bu akımlar büyütülüyor ve yeniden tedavüle sokuluyor sanki. Genç nesillerin deizm gibi aşırı uçlara sapması kapitalist, emperyalist beşeri ideolojilerin her zaman işine gelmiştir. Çünkü onlar vahye inanmayan gençlerden değil, inanan gençlerden tedirgin olmaktadırlar. Sonuç olarak içerisinde her türlü özgürlüğün bulunduğu, dünyevi zevklerin herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmadığı deizm, genç nesli çok rahat ağına düşürmektedir. İtikadî anlamda olgunlaşmamış, rüştüne ermemiş, her türlü sapkın düşünceye açık, sağlam bir kulpa yapışamayan, imanını her türlü batıl fısıltılara karşı siper edinemeyen gençler bir kez özgürlüğün bataklığına/büyüsüne kapıldı mı geri dönüş çok zor olmaktadır.

O Halde ne Yapmalıyız?

İşte işin en can alıcı tarafı bu soruya verilecek cevaptır. Allah’ın İslam ümmetine bahşettiği güzel hasletleri şahsiyetimiz, ailemiz ve toplum olarak üzerimizde taşıdığımız müddetçe Rabbimizin bize vaat ettiği şu ayetteki gibidir: “Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir. (Enfal:53) Demek ki üzerimizdeki nimetin elimizden alınmaması için yapmamız gereken birinci ilke sıratı müstakîm üzere kalmak. Yok, eğer elimizde olan (nimeti) hasletleri kötü olanla değiştirirsek bu seferde kötü olanla yaşamayı hak etmiş durumdayız. “…Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” (Rad:11) Demek ki değişimin her iki ucu da Allah’ın yasalarına ve insana bağlı. Bu değişimin yasalarını eksi veya artı yönde yerine getirdiğimiz zaman Allah’ın yasaları işlemiş oluyor. Ne yapmalıyız sorusuna vereceğimiz cevap, toplumsal bir değişimin yasalarını işletmek olmalı. Bugün toplumun ve gençlerin Allah’ın tutunmamızı istediği hablullah (Allah’ın ipi, Ali İmran:103) koparılmış yerine inkârcı materyalist batı felsefesi gençlerin eline kurtuluş reçetesi olarak tutuşturulmuştur.

Bu keşmekeşten kurtulmak için yapılması gereken en ciddi iki şey var. Birincisi bizim dışımızda gelişen tüm dünyada uygulamaya konan seküler/modern okul eğitimi, ikincisi de aile eğitimi. Eğer birinci şıkkı seçersek tez elden Müslümanların bir devleti olmalı ve eğitim sistemi kökten değişmeli. Çünkü toplumların bozulması birinci planda beşeri ideolojilerin eğitim sisteminde egemen olması ve çocukların Allah’tan ve dinden koparılmasıdır. Allah’ın, Kur’an’ın ve İslam’ın olmadığı bir eğitim sisteminden nasıl bir gençlik beklenebilir ki? Bir tarafta çocuklara güya din öğretilirken diğer tarafta gençlere sınırsız bir özgürlük alanı açan bir eğitim daha baştan kendisi ile çelişmektedir. Yarım doktor candan yarım hoca dinden eder misali ortaya acayip bir dindar model insan tipi çıkmaktadır.

Okuyucu dostların yüz hatları değişti sanki. Anlaşılan o ki eğitim sistemi bizim boyumuzu aştı (en azından şimdilik). Yapılması gereken ikinci şey toplumu ayakta tutacak ve insanlıkla yaşıt olan baş tacımız aile kurumunu ayakta tutup gençlere sahip çıkmak. Bugün Müslümanların en çok zayiat verdiği alanlardan biri hiç şüphesiz aile ve çocuk eğitimidir. Verdiğimiz zayiatın çok boyutlu olduğunu ve bir kuşatılmışlık yaşadığımızı her birimiz yeteri kadar biliyoruz. Ama asıl sorun o ki müminler olarak biz bu kuşatılmışlığa karşı ne yapıyoruz? İtiraf etmeliyiz ki etrafımızı saran/kuşatan tüm olumsuzluklar zamanla bizi teslim aldı, yani bizde diğer insanlar gibi dünya sistemine entegre olduk. Dün yanlış olan şeyler bugün normalleşti. Bugün bırakın gençleri yıllarca sohbetlere katılıp Kur’an’la hemhal olan orta yaş insanlar bile dinden uzaklaştı. Söz konusu insanlar aynı deistler gibi dini sorgulamaya başladılar ve hatta namazı dahi yoruma tabi tutup terk ettiler.

Bu kuşatılmışlıktan kurtulmanın kolay olmadığını aklıselim olan herkes bilir, fakat aile içi çocuk eğitiminde sistemden daha kötü durumda olduğumuzu söylesem acaba birileri bana çok mu kızar? Acı da olsa yaşanan gerçek bu. Şahit olduğumuz nice dostlar biliyoruz ki çocuklarının eğitiminde çocukların ahlakı yerine onların aldıkları nota odaklanmış durumdalar. Bu yanlış dönen çarkı eğer doğru istikamette döndürmek istiyorsak ilk iş olarak sığınağımız ve huzur kaynağımız olan aile kurumunu doğru istikamete yönlendirip ailemizi düştüğü yerden kaldırmamız gerekiyor. Aile neye inandığını, çocuğunun nasıl eğitim alması gerektiğini, dünya/ahiret neye talip olduğunu net olarak ortaya koymalı ki, onun akabinde eğitim sistemine laf atmalı ve onu eleştirmeli, aksi halde kısır bir döngü yaşamış oluruz.

Demek ki, yapmamız gereken ilk iş not değil ahlak odaklı bir eğitime talip olmalıyız. Hani deriz ya çocuk eğitimi ana rahminde başlar, aslında bana göre bu eğitim baba sulbünde başlar. Çünkü babanın dünya görüşü, yaşam tarzı, hayalleri, idealler ve kaygıları aileye bir yol haritası çizecek ki, kimlikli, kişilikli bir aile oluşsun. Diğer taraftan bu bilgileri bilmek, kültürlü olduğumuzu ispatlamak için ağzımızın laf yapması, çocuk eğitimi ile alakalı ağdalı cümleler kurmak çoğu zaman maalesef işe yaramamaktadır. Eğer bu bilgiyi ailemizin, çocuğumuzun eğitiminde vahiy ve kişilik bütünleşmesini sağlayabilirsek işte o zaman karşılığını almış oluruz. Aksi halde sistemin insafına ve eğitimine terk ettiğimiz çocuklar ya feminist olur ya da deist. Ailenin sevinçleri ve tasaları yani hayata bakışı bir bütünlük arz etmeli ki çocuk da zihinsel ve bedensel parçalara ayrılıp, farklı arayışlara yönelmesin. Biz önce yapılması gerekenleri yapıp Allah’a güvenmek zorundayız. “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed:7)

Bize düşen görev kendimizi tekrar hesaba çekip doğru istikamette olup olmadığımızdan emin olmalıyız. Eminim ki vicdanımızla yüzleştiğimizde hangi tarafta durduğumuzun cevabını bulacağız. Bir salgın hastalık karşısında duyulan kaygı tüm dünyayı tabiri caizse felç etti. Kaygının sebebi çok açık, virüs ve ölüm. Ölümü basite aldığımı düşünmeyin lütfen. İyi de ölüme karşı duyulan bu kaygı neden çocuklar ve gençlerin fikrî, ahlaki ölümüne karşı duyulmuyor? Gençleri esir alan deizm gibi fikrî virüsler zamanla tüm toplumu ahlaki yozlaşmaya sürükleyeceği açık ve net, nitekim yaşanan gerçeklerde bunu kanıtlar mahiyettedir. Bu tehlikeyi görmediğimiz veya görmek istemediğimiz için biz hala çocuklarımızın okulu, kariyeri, istikbali ve onun aylık getirisi ile meşgulüz. Belki de çocuklarımızı korumamız gereken şeytani virüslerden koruyamadığımız için, hatta ekinin ve neslin bozulmasına katkı sağladığımızdan dolayı Allah bize böyle bir imtihan gönderdi. Olabilir mi dersiniz? Selam ve dua ile.