Osmanlı bakiyesi topraklar üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu ve iradesi, geçmişiyle bağını kesmeyi, laik seküler değerler doğrultusunda yeni bir devlet, yeni bir vatandaş topluluğu oluşturmayı hedeflemişti. Yeni devletin kendi halkını aydınlatacak (!) olan yeni bir aydın tipine ihtiyacı vardı. Bu aydın tipi, Batılı üretilmiş değerleri kendisine rehber edinmiş, kadim geleneğine, örfüne ve dinine muhalif olmalıdır. Ve özellikle memleketinin insanını aşağılayarak, hakir görerek ve göstererek, faklı olduğunu, farklılığını ispat edecektir
Tanzimat’la başlayan, II. Meşrutiyet’le süren ve cumhuriyetin ilanıyla iyice gün yüzüne çıkan yeni aydın tipi, kendinden menkul “Cumhuriyet Aydını” olarak zuhur etmiştir. Dinden, gelenek ve örften, ananeden bağımsız zihin yapısıyla, yeni bir toplum inşasına soyunmuştur. Bu toplum inşasının öncelikle teorik alanda tanımı, bu tanımın karşı cephesinde yer alan Anadolu insanının aşağılanması, dine ve geleneğe ait değerlerin aşağı itilmesi romanların yazımıyla da sağlanmaya çalışılmıştır.
Özellikle II. Meşrutiyet sonrası ve cumhuriyetin erken dönemi romancılarının ve yazdıkları romanların, tamamen egemen ideolojiye hizmet için neşredildikleri söylenebilir. İşte bu dönem romancılarından biri de Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve 1932 yılında yayınlanan “Yaban” adlı romanıdır.[1] Özellikle Yaban, bir cumhuriyet aydınının, kendi halkını nasıl gördüğünü yansıtması açısından büyük önem taşır.
Yakup Kadri bu romanı 1932 yılında neşretmiş, konusunu ise I. Dünya Savaşı ile Sakarya Muharebesi dönemi olarak seçmiştir. Konunun esas kahramanı, I. Dünya Savaşı döneminde bir kolunu kaybetmiş ve erken emekli olan subay Ahmet Celal’dir. Olaylar, Ahmet Celal’in gözünden bir anı gibi anlatılır. Mekân Haymana Ovası, Porsuk Çayı civarında bir köydür.
Ahmet Celal Batı hayranı, Türk entelektüellerinden, yeni aydın tipidir. Köylüler ise ruhsuz, duygusuz, kaba saba, acayip yaratıklardır. Romanda, konusu boyunca kendi halkını sürekli hakir gören yeni tip aydının gözünden olayların değerlendirmesi yapılır. Yakup Kadri, yeni tip cumhuriyet aydını olarak görevini yapmaya çalışmaktadır. Aslında Yaban’daki Ahmet Celal, Yakup Kadri’nin kendisidir. Romanda adları geçenlerden hiçbir halt olmayacağı için, bunlar yeniden yaratılmalıdır. Şimdi romana bir göz atalım…
İstanbul’dan kaçış
Savaşta bir kolunu kaybeden Ahmet Celal, emir eri Mehmet Ali’nin teklifiyle onun köyüne yerleşmeye karar verir. Eski askerinin peşine takılır ve köye yerleşir. Geçmişi gözlerinin önünden geçmektedir. Yaşadığı hadiseler, insana dair düşüncelerini derinden etkilemiştir. Ahmet Celal’e göre, toprak katı ve tabiat zalimdir ve insan cinsi bozuk bir hayvandan başka bir şey değildir. Bilmektedir ki, insan hayvanların en kötüsü, en bayağısı ve en az sevimli olanıdır. Bunun farkını ise, eşekler, mandalar, keçiler ve tavuklar arasında yaşamağa başladığı günden beri daha iyi anlamakta, daha iyi görmektedir. (s.18)
Ahmet Celal insanlarla hayvanlar arasında tahlil yapmaya çalışır. Hayvanların sadelikleri, samimiyetleri, içgüdülerindeki doğruluk ve isabet bütün kusurlarını unutturur. İnsan içgüdüsü ise bozuktur. Onun için, doğruyu eğriden, çirkini güzelden, faydalıyı faydasızdan ayırmasını bilmez ve akıl denilen bir cehennem aletinin hükmü altında gülünç, kaba, sersem ve patavatsız kıvranır durur. Gene onun için, hareketleri aksaktır, sesi ahenksizdir, neşesi yavan ve iğretidir. (s.18)
Ahmet Celal, İstanbul’dan gelen bir entelektüel olarak hayranı olduğu Batı medeniyetini de (!) görmüştür. Bu medeni insanların hepsi emekli subayın önünden geçit alayı yapmıştır. Racine’lerin, Voltaire’lerin Fransızları; Bacon’ların, Shakespeare’lerin İngilizleri; ve hünerli İtalyalılar ve yıldırım zapt etmişlerin çocukları hep, kendilerine mahsus kılıkları, kıyafetleri, renkleri, konuşma ve gülüşmeleriyle Ahmet Celal’in önünden geçmiştir. Hepsi terbiyesiz, galiz, iğrenç çirkin birer goril sürüsü gibidir. Bunlar yırtıcı ve barbar bile değildir.
Ahmet Celal, Batılı barbarları terbiyesiz, galiz, iğrenç çirkin birer goril sürüsü olarak tanımlasa da, bu barbarların kurduğu mekanik ve ruhsuz medeniyetin, Anadolu’daki temsilcisidir. Yani Ahmet Celal’in ileride kendisinin de diyeceği gibi, bütün kimyası ve ruhu, bu medeniyetin hamuruyla yoğrulmuş, kendi memleketine yabancıdır.
Ahmet Celal köye yerleşir, günler geçer, fakat hayretler içindedir. Zira bir kolunun olmaması kimsenin dikkatini çekmemiştir. O ise özellikle kolunun olmadığını göstermeye çalışmakta, gelip geçenlere kolsuz sallanan yenini çevirmektedir. Lakin kimsenin umurunda değildir. Bu kendisi için merak konusu olur. Fakat kısa süre sonra neden dikkat çekmediğini anlar. Zira burada, sakatlık hemen herkese mahsus bir hal gibidir. (s.19) Emir eri Mehmet Ali’nin anası enikonu topallamakta, Salih Ağa’nın oğullarından biri kamburdur. Bekir Çavuş’un kızı Zehra kördür. Muhtarın karısı, adı bilinmeyen bir illet yüzünden sekiz yıldan beri öylece hasta bir hayat sürmektedir.
Ahmet Celal, köylü için, köye yerleşen bir yabancıdır, yabandır. Mehmet Ali dışında nerdeyse kendisiyle konuşan kimse yoktur. Fakat kendisi de köye ve köylüye yabancıdır. Kendisini sabahlara kadar okumaya vermiştir. Gece vaktini böyle değerlendirir. Bu zaman dilimi, ömrünün bütün hazin sergüzeştini ve yaşadığı anın ağır sıkıntısını unuttuğu tek saattir. O vakit, bu çıplak ve yalçın oda, gerçek dünyadan daha geniş, daha ferahlı bir alemin munis, sevimli ve her biri sihir ve füsunla yoğrulmuş mahlukları ile dolmağa başlar. (s.21)
‘Bataklıkta uyuz manda gibi kokan köy’
Ahmet Celal, Anadolu edebiyatından ziyade, Avrupa edebiyatına tutkundur. Zira o, hamuru Batı medeniyetinin değerleriyle yoğrulmuş bir entelektüeldir. Kitap okumaya başladığı zaman, kokuları havada kalan dilber ve nadide kadınlar, sesleri bir ana sesinden daha yakın, daha dokunaklı arkadaşlar, nur çehreli ihtiyarlar, coşkun suya benzeyen berrak gözlü, Dante’nin Beatrice’i, Petrarka’nın Leonora’sı, Romeo’lar, Julietta’lar ve daha birçok tatlı hayaller gözünün önüne gelir. Kimi yatağının üstünde yan yana, kimi bir küçük çocuk gibi kucağında, kimi bir iskemlede tek başına, kimi ayakta, kimi pencerenin kenarında dirseğine dayanmış durmaktadır. (s.22) Ahmet Celal, neden böyle bir köye geldiğini sorgular. Köy bataklıkta bir uyuz manda gibi kokmaktadır. (s.23)
‘Pislik, köylülükten ayrılmaz bir vasıftır’
Ahmet Celal’in sıkıntı çektiği en büyük sorun, temizliktir. Zira köyde su sorunu vardır ve her yer pislik içindedir. Pislik, köylülükten o kadar ayrılmaz bir vasıftır ki, bununla uğraşmaya değmez. (s.25) Fakat kendisi de yavaş yavaş köylüleşmeye başlayınca hayat normalleşmeye başlar. Celal bir de tespit yapar. Çevre değiştirmedikçe, insanın değişmesine imkân yoktur. Bu küçük mülahazadan, Türkiye’deki yenilik ve garpçılık hareketlerinin neden başarısızlığa uğradığı sonucu çıkarılabilir. İnsanların mağara devrindeki gibi henüz birtakım toprak ve taş kovukları içinde yaşadığı ve hayvanlarla haşır neşir olduğu bu yerde, düşünmek, fikir yürütmek Ahmet Celal’e ayıp gelir. (s.26)
Yeni kurulan cumhuriyet rejiminde, feodal yapı hor görülmelidir. Ve tabii din ve din adamları da. Cumhuriyet aydınının bakış açısından köyün Salih Ağası da nasibini alır. Salih Ağa, köyün zengin adamlarından biridir. Lakin kılık kıyafet itibarıyla bir dilenciden hiç farkı yoktur. Ahmet Celal kışın en soğuk günlerinde bile, onun çorap giydiğini hatırlamaz. Ökçesi basık pabucunun içinde, kara ve çatlak topuklu ayakları, ellerinden ziyade ortadadır. Denilebilir ki, yeraltı kişiliğinin bütün ifadesi bu ayaklarda toplanmıştır. Rahat mıdır? Sinirli midir? Bir arazi meselesinde, köylülerden birine bir oyun oynamak üzere midir? Bir işte kazanmış mıdır? Kaybı mı vardır? Sizin hakkınızda ne düşünüyor? Bütün bunları bilemezsiniz. Salih Ağa bütün köy halkını öyle sihir ve nüfuzu altına almıştır ki, dört yıl boyunca komutanının emriyle hareket etmeğe alışmış olan Mehmet Ali bile, köye geldikten sonra iktisadi durumunu tayin için bir kere gidip Salih Ağa’ya danışmasını tavsiye etmektedir. (s.28)
‘Cerahat gibi ılık Porsuk Çayı’
Ahmet Celal geldiği yerden pek memnun değildir. Burada yalnız gerçek; çıplak, çirkin, kaba, yalçın gerçek vardır. Boz toprak dalgaları alabildiğine uzamaktadır. Yeknesak ovayı ikiye bölen Porsuk Çayı şiddetli bir zelzelenin açtığı bir uzun, bir yılankavi yarık gibidir. Hiç suyu görünmez. Ta yanına gittiğiniz zamanda bile, o suyun cana can katan serinliğini ve rengini bulamazsınız. Boz topraklar orada çürümüş ve pıhtılaşmış sanılır. Elinizi bir soksanız günün hangi saatinde ve hangi mevsiminde olursa olsun bir cerahat gibi ılıktır. Tepeler ise birer urdur. Ve bütün ufkun çerçevelediği alem, ancak, bu ıstırap manzarası ile canlı görünür. Boş ve lüzumsuz feza içinde hiçbir kuşun geçtiği bile görülmez. (s.29)
İstanbul entelektüeli Ahmet Celal’in gözünde, köy ve köyün insanları bütün varlıklarıyla beraber anlamsızlaşmaktadır. Allah, o büyük Tufan cezasını tertip zahmetine katlanmamalı idi. Nuh’un ümmetini, böyle bir toprak üstünde bu çıplak tepelerle çevrilmiş yere bırakmalı idi. (s.30)
Ahmet Celal, kadın veya kız denilmeğe layık tek bir yaratık dahi görmemiştir!
Bunlarda zaman kavramıyla mesafe kavramından hiç eser yoktur. Kendisi bile zaman kavramının mahiyetini yitirmek üzeredir. Kaç yaşında olduğunu ve arkasında bıraktığı geçmişini unuttuğu gün, ne kadar rahat edeceğini kendisi de bilmemektedir. Yaşadığı bu köy, bir çöl ortasında, bir konak kadar bile yüreğine güven vermemektedir. Cumhuriyet aydını, esas yurduna alışmakta zorlanmaktadır. Gerçekte, bir eski Hitit harabesine benzeyen bu köyde, insanların, toprak altından henüz çıkarılmış kırık dökük heykellerden farkı nedir? Ahmet Celal köye ve köylülere bakınca bunları görmektedir. (s.32)
Ahmet Celal, köye geldiği günden bu yana sadece sudan, gölgeden ve yeşillikten yoksun değildir. Buraya geldiği günden beri, kadın veya kız denilmeğe layık tek bir yaratık dahi görmemiştir. (s.33) Oysa Mehmet Ali’nin düğününde bulunmuştu. Ve Mehmet Ali’ye öyle bir düğün olmuştu ki, ağır sıkıntılı ve kaba bir düğündü. Avrupa’da, bir cenaze alayı bile bu düğünden daha ferahlıdır. (s.33)
‘Biçimsiz, bücür, yusyuvarlak kadınlar ve kızlar’
Ahmet Celal, bir duvarın dibine oturarak düğünün nasıl geçtiğini izah eder. Genciyle yaşlısıyla, erkeği az, dişisi çok insan kümesi, birbirinden ayrı halkalar halinde karşılıklı raks ederler. Köy kadınlarının, köy kızlarının hepsi önündedir. Bu kadınların kızların çoğu biçimsiz, bücür, yusyuvarlak ve lüzumundan fazla iridir. Kat kat kumaş yığınlarına rağmen, insana narin, körpe ve tombul hissini veren vücutlar da yok değildir. Fakat bunların ellerine, ayaklarına bakılınca o hafif tatlı his hemen dağılıvermektedir. (s.34) Türk entelektüeli Ahmet Celal için, bu köyün insanlarında iticilikten başka bir şey yoktur.
‘Anadolu kadını ihtimal ki çok da fena kokar’
Yeni aydın tipini temsil eden Ahmet Celal için, mahremiyetin de önemi yoktur. Kuşların, kedilerin nasıl seviştiğini bilir. Lakin bu köy halkının nasıl seviştiklerini tahmin edemeyeceğini ifade eder. Avrupalı aydın gibi, İstanbullu entelektüeller gibi, göz göze bakışırlar mı, el ele tutuşurlar mı, dudak dudağa gelirler mi? Entelektüelimiz burada da durmaz. O’na göre Anadolu’da, köylü kadını şuhluktan, naz ve işveden o kadar yoksundur ki, onların hangi biriyle, böğür böğüre, koyun koyuna yatsa, vücudunun hiçbir şey duymayacağını tahmin eder. İhtimal ki, çok da fena kokarlar. (s.35) Ahmet Celal, köylü kadınlarının kendisine rastladığında arkalarını dönüp başlarını öne eğmesine de anlam veremez. Yaşadığı köy ve köylüler, entelektüele yabancıdır. Türk entelektüeli için, mahremiyet ve bu mahremiyetin sınırları diye belirleyici bir hat yoktur.
‘Türk entelektüeli ile köylü arasındaki fark’
Yeni aydın, bazı şeyleri gün geçtikçe daha iyi anladığını itiraf eder. Türk entelektüeli Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık denmelidir. (s.36) Her memleketin okumuş yazmışı ile köylüsü arasında bizdeki gibi uçurum var mıdır bilinmez. Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngiliz’le bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür. (s.36) Ahmet Celal’in gözünde köylü insanının hiçbir değeri yoktur. Yeni aydının itibar kaynağı Avrupa’dır.
Bu topraklarda herkes elemli ve kederlidir. Hele, bu donmuş alem içinde sevinçli bir adam görmek kadar anormal bir şey olur mu? Bu toprak duvarlar, örüldükleri günden beri mutlaka hiçbir kahkahanın aksi ile çınlamamıştır. Bu durgun tevekkül havası, hiçbir şenlik gürültüsüyle dalgalanmamıştır. İstanbullu entelektüel Ahmet Celal, iki asırdır sürüp giden savaşlardan, sönüp giden hanelerden, ölüp giden evlatlardan, kocalardan, çekilen yoksulluktan habersiz gibidir. Ve haklıdır da. Zira kendisi refah içinde yaşamıştır. Savaştığı zaman da, savaştan sonra da, kolunu kaybetse de, o bu memlekette yerli bir Avrupalıdır. Kendi halkını aşağılamak, yeni aydın tipinin karakteridir… Zira Türk aydınının hamuru Batının değerleriyle yoğrulmuştur.
Ahmet Celal, yaşadığı toprakların ahalisini her ne kadar aşağılasa da, yakın köyden bir kıza tutulmaktan da geri kalmaz. Fakat kız ise hem utangaç hem çekingendir. Bu utangaçlık ve çekingenlik ise İstanbul entelektüeline tuhaf gelir. Zira yetiştiği kültürde bu duyguların yeri yoktur. Kıza her ne kadar cana yakın ve sıcak davranmaya çalıştı ise de kızın kendisine ilgi duymasını sağlayamaz. Ahmet Celal kendi kendine, aşık olduğunu itiraf etse çok gülünç bir şey yapmış olacağını düşünür. Başka şeyler için ekseriya yumuşak, sıcak ve coşkun olan gönlü, kadın karşısında sert ve soğuk durmasını bilirdi.
‘Kadına inanmaktansa, kadını aldatmak daha tatlıdır’
Türk entelektüeli Ahmet Celal, Cumhuriyet aydını Yakup Kadri, kadına inanmaktansa kadını aldatmayı daha tatlı bulur. Zira sevildiğini hisseden kadın kadar çekilmez bir şey yoktur. Kadının gerçekte, namert ve kancık olan tabiatı, öyle bir safhada, adeta öldürücü bir mahiyet alır. Yabani kedilikten, zehirli yılanlığa geçer ve gitgide, hayalimizin ölçemeyeceği kadar derin, nihayetsiz ve tuzlu kötülük denizinde, gülerek çırılçıplak yüzmeğe başlar. (s.45)
Bir gün köyde olağan dışı bir hareketlilik vardır. Bayram değildir, düğün de yoktur fakat herkeste bir heyecan, bir koşuşturma vardır. Ahmet Celal bunun sebebini sorar. Köye Şeyh Yusuf gelecektir ve heyecan, hareket bu sebeptendir. Ahmet Celal, şeyhle de mücadele eder. Bazı sorular sorarak, şeyhin köyden erken kaçmasını sağlar. Salih Ağa ve köyün imamından sonra, şeyh de entelektüelimizin dilinden nasibini alır. Şeyh Yusuf bu yıl köyü erken terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat giderken köylülerden aldığı hediyelerin yükü altında hem eşeğinin hem de kendisinin beli bükülür hale gelmiştir. (s.48)
Kocasını aldatan kadının adı: Cennet
Ahmet Celal, yaşadığı köyde bir hadiseyi daha anlatır. Bu hadise kocasını aldatan bir kadınla, kadının her türlü melanetine göz yuman bir erkeğin hikâyesidir. Aldatan kadının adı “Cennet”tir, kocasının adı ise Süleyman. Cennet kadın, köylü kadınlar içinde çok farklıdır, yaşadığı çevrenin insanı değildir. Süleyman ise sessiz sakin pısırık yapılı bir erkektir. Her şeye rağmen karısını sevmektedir. Fakat kadın aşığıyla bir olup Süleyman’dan kurtulur. Süleyman’ı oyuna getirip kendisini kadı huzurunda üç talakla boşatır ve sonra aşığıyla beraber yaşamaya başlar. Bu hadiseden sonra Süleyman aklını kaybeder, mecnun gibi yaşamaya başlar.
Hasat zamanı gelmiştir. En yükseği iki yaşındaki çocuk boyunu geçmeyen zavallı ekinler sararmaya başlar. Orta Anadolu’nun topraklarındaki ıstırap sanki bunlarda en açık ifadesini bulmuş gibidir. Akşamüstleri bütün başaklar yetim boyunlarını bükmüş ve hazin köklerine bakmaktadır.
‘Türk milleti, çölde Beni İsrail’i andırır’
Ahmet Celal bu manzarayı seyrederken eski Türklerin niçin hep Rumeli’ye uzanmak istediklerinin manasını anlar. Anadolu’nun ortası, asıl anavatanın göbeği tuzlu göllerden, kireçli topraklardan ibaret bir çorak ülkedir. Burada, Türk milleti, çölde Beni İsrail’i andırır. Şimdi ise bir cehennem çemberi onu her tarafından kuşatmıştır. Bütün bereketli ve zengin toprakları çepeçevre elinden alınmıştır. İstiklal Mücadelesinin ya ölürüz ya kurtuluruz parolası işte bundan ileri gelmektedir.
Damat Ferit hükümeti Sevr Anlaşmasını kabul etmiş ve üç kişiyi anlaşmayı imzalamak için yollamıştır. Bu üç kişiden biri de Rıza Tevfik’tir. O Rıza Tevfik ki, bu millete Türk folklorunun zevkini veren ilk adamdır. Türk halkına bu hıyaneti reva görmesinin sebebi nedir? Niçin, bir yaşlı Şaman heyetine girip bu arık topraklarda dolaşarak milletin ıstırabını terennüm etmiyor? Kendisi gibi bir entelektüel olan birinden, böyle bir hareket görmek Ahmet Celal’i şaşırtmıştır. (s.66)
Memleket perişan haldedir. Bu perişanlık arasında ruh, toprağa gömüşmüş bir tohum değil midir? İşte Celal paşanın oğlu Ahmet Celal de, Porsuk Çayının kenarında böyle bir tohum haline girmiştir. Bir kulaç, kara toprak içinde filizini sürmek, dal ve budaklarını aydınlığa doğru uzatmak, meyvesini vermek için Allah’ın rahmetini beklemektedir. Ve gömülü olduğu toprağın ıstırabını bedeninde hissederek, her hususta ona karışmaktadır.
Celal Paşa’nın oğlu Ahmet Celal…
Celal Paşa’nın oğlu Ahmet, İstanbul’un en muhteşem konaklarından birinde doğup ve parıltılı hülya iklimlerine doğru kanat açıp uçtuktan sonra, kanatlarından biri kırılmış olarak buraya düşmüştür. Otuz iki yaşında bir emekli asker, bütün geleceği geride kalmış bir sakat delikanlı, şimdi buradadır. (s.67)
Ahmet Celal’in kafası karışıktır, darmadağınıktır. İnsanın toprağına hayran olup, toprağının üzerinde yaşadığı insanını bu denli hor ve hakir görmesi hangi aklın tezahürü olabilir? Cumhuriyet aydınının bu tavrı ne yazık ki günümüze kadar süreklilik göstermiş ve böyle de devam edeceği anlaşılmaktadır.
Entelektüelimiz kendisiyle bir iç hesaplaşmaya girişir. İstanbul’dan çıkarken bütün ıstıraplarının kaynağının kafasında olduğuna karar vermişti. Ve onu orada bırakmak istemişti. Geldiği bu Anadolu köyünde hiçbir şeyi düşünmeyecek, metafiziğe tamamıyla veda edecek ve bir köylü nasıl yaşarsa öyle yaşayacaktı. Tamamıyla onlara karışacaktı. Lakin işte şimdi, bir çanak suda bir damla zeytinyağı gibidir. Ne suya karışıyor, ne de dibe çökebiliyor. Entelektüel sınıfa, bunun için toplumun kaynağı demektedirler.
Türk entelektüeli, hayvanlara insanlardan daha yakındır
Ahmet Celal özeleştirisine devam eder. Türkiye’nin aydın sınıfı, gerçekten bu toplumun kaynağı mıdır? Eğer öyle ise, bu Salih Ağalardan, Bekir Çavuşlardan, bu İsmaillerden, bu Zeynep Kadınlardan Ahmet Celal’de bir şey bulunması gerekmez miydi? Oysa Ahmet Celal burada hayvanlara insanlardan daha yakındır. Hayvanları tiksinmeden, şefkatle sevmesini biliyor ve bu sevgisi onlara geçebiliyor. İstanbul entelektüeli, bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarında gelen maddeler ve unsurlarla yoğrula yoğrula adeta sınai, adeta kimyevi bir varlık halini almıştır. Ahmet Celal, bu topraklarda bulduğu Amerikan malı bir konserve kutususun eşi gibidir. (s.69)
Anadolu insanının yaklaşık iki yüz yıldır sürüp giden savaşlar sonucunda ne sağlıklı düşünecek aklı ne de başına gelen olumsuzluklara direnecek mecali kalmıştır. Her evden bir, iki belki de üç kişi ayrılmış ve bir daha geri dönmemiştir. Gelinlik kız, babasını savaşa göndermiş, babasız kalmış, sonra sıra kocasına gelmiş askere göndermiş, kocasını yitirmiş, ardından büyüyen oğlunu göndermiş ve evlatsız kalmış. Ve bu hal Anadolu insanının makûs talihi olmuş. Böyle bir hayatı iliklerine kadar yaşayan insanlardan nasıl sağlıklı düşünmeleri, direnmeleri beklenebilir?
İşte İstanbullu entelektüel Ahmet Celal ve cumhuriyet aydını Yakup Kadri için bu haleti ruhiyeyi anlamak imkânsızdır. Bir kadın ki babasını kaybetmiş, ardından kocasını kaybetmiş ve ardından evladını kaybetmişse, böyle birisi için dünyada itiraz edilebilecek, uğrunda savaşılabilecek daha ne kalmıştır? Köyde yaşanan olumsuzluklar, yer yer kendisini gösteren adaletsizliklerin bu insanların gözündeki kıymeti nedir? Yaşanılan bunca keder, bu insanları korkak ve miskin yapmış ise bu suç kimindir?
‘Bu millet henüz bir sosyal yaratık haline bile girmemiştir’
Fakat cumhuriyet aydını bu insanlara adalet duygusunu aşılamayı kendine vazife edinmiştir. Ahmet Celal’i öfkelendiren de işte onların bu korkuları, bu miskinlikleridir. Onlarda adalet duygusunu kurcalamaya çalışmakta fakat çabası nafiledir zira taş gibidirler. Cumhuriyet aydınının gözünde bunlar henüz bir sosyal yaratık haline bile girmemiştir. Ta yontulmamış taş devrindeki insanlar gibi yaşamaktalar. O vakitlerde, kabilenin en güçlüsü, elinde bir ağaç baltayla sizin üstünüze yürür, ağzınızdan lokmanızı, ininizden karınızı alıp götürürdü ve bu, herkese tabii olaylar gibi sakınılmaz, önlenmez görünürdü. Ahmet Celal’in benzetmesi akla ziyandır. Ve öyle anlaşılmaktadır ki, cumhuriyet aydınının kendi memleket insanının hal-i pürmelalinden haberi yoktur? Gerçekten de yok mudur?
Elbette vardır. Haberdar olmasına rağmen, cumhuriyet aydınına kendi memleketinin insanını bu kadar aşağılamayı, nasıl bir duygu yoğunluğu gerekli kılar? Köylerde, yaşlanmış, kocamış ihtiyarlardan başka erkek kalmamıştır. Kızlar, kızoğlan kızlar koca bulamadan kocayıp gitmektedir.
‘Ne şekilleri insan şekline, ne yürüyüşleri insan yürüyüşüne benzeyen köylüler’
Ahmet Celal, memleketinin insanına karşı çok merhametsizdir ve hem aşağılayıcı hem de alaycı üslubundan hiç taviz vermez. Bir cephanenin, cepheye nasıl taşındığına tanıklık etmiştir. Uzun bir kağnı kafilesi… Ve sıska mandaların kalça kemikleri o kadar sivrilmiş ki kemikleri derilerini delmiştir. Bu deliklerin üstünde sineklerin yüzlercesi kalkıp yüzlercesi konmaktadır. Kafileyi yöneten insanlar ise sineklerin azmanı gibidir. Ne şekilleri insan şekline, ne yürüyüşleri insan yürüyüşüne, ne sesleri insan sesine benzer. Bu iki direk, iki tekerlekten ibaret arabalar sanki onların uzuvlarına bitişiktir. Bunların içinde yatarlar. Döşekleri, yorganları, yiyecek ve içecekleri bunların içindedir. Kaplumbağanın kabuğu belki kaplumbağadan ayrılabilir. Fakat bu arabaları o adamlardan ayırmanın imkânı yoktur. (s.77)
‘Kımıldadıkça bir büyük solucan kümesini andırır’
Ahmet Celal’in bir zamanlar emir eri olan Mehmet Ali, seferberlik ilanıyla yeniden askere alınmıştır. Mehmet Ali askerde iken bir çocuğu olur. Mehmet Ali’nin annesi Zeynep kadın ve kızları çalışırken çocuğa bakmak işi zaman zaman Ahmet Celal’e kalır. Bu küçük insan yavrusu, yarısı toprağa karışmış kavun karpuz cinsinden sürüngen bir nebat gibidir. Kımıldadıkça bir büyük solucan kümesini andırır. Her ne tarafından bakılsa bir ana karnından çıkmış olmaktan ziyade topraktan bitme şeylerden biri hissini vermektedir. (s.87)
‘Emine, evleneceği erkekten vazgeçip kendisine gelse…’
Ahmet Celal’in gözü halen bir başkasıyla evlenecek olan Emine’dedir. Emine evleneceği erkekten vazgeçip kendisine gelse, onu istediği gibi süsleyip bezeyecektir. İstanbul entelektüeli Ahmet Celal’in insani duygularından öte, nefsani hisleri galeyana gelmiştir. Aşağıladığı, hakir gördüğü, beğenmediği bu toprakların insanlarından birini, nasıl olur da insani duygularla sevebilir? Ahmet Celal, Emine’nin kendisine ait olduğu derin hayallere dalar. (s.100)
Mütarekenin son günlerinde, Ahmet Celal bir tanıdığıyla konuşur. Düşmandan, makinalı tüfeklerden, yabancı ordulardan korkmamak gerekmekte, asıl içeride olan anlaşmazlıklardan korkulmalıdır. Bir milletin kendi içindeki nifak, o milletin en büyük düşmanıdır. Ahmet Celal ise, böyle bir hükmün bütün Anadolu insanı için verilmesini yanlış bulmaktadır. İstanbul başkadır, Anadolu başka. Anadolu, İstanbul’daki nifaklardan ve pisliklerden aridir. Ahmet Celal’in gözünde Anadolu, ıstırabın en özlü alevlerinde kaynayıp pişmiş bir hayat mayasıyla yoğrula yoğrula kutsallaşmıştır. İstanbul entelektüeli, hakir görmekle kutsallaştırmak arasında müthiş bir ikilem yaşamaktadır.
‘Orada, bütün kadınlar ana, bütün kızlar kardeş ve bütün çocuklar evlattı’
Bir zamanlar bu ülkede, temiz yürekli, duygulu ve candan insanlar vardı. Zenginin kapısı fakire açık ve gurbet yolları, sonunda mutlaka bir sıcak yurda ulaşacaktı. Orada, bütün kadınlar ana, bütün kızlar kardeş ve bütün çocuklar evlattı. Oranın taşı arkadaş, yoksulluğun derecesi malumdu. Ahmet Celal, bu maddi yoksulluğun içinde manevi bir varlık bulacağını sanmaktaydı. Fakat karşısına hiçte beklediği gibi bir manzara çıkmadı. (s.110)
İstanbul entelektüeli Ahmet Celal, cumhuriyet aydını Yakup Kadri, Anadolu’nun bu haline tam da bakması gerektiği yerden bakar. Zira beslendiği kültür böyle bakmasını gerektirmektedir. Şimdi Anadolu, düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer olmuştur. (s.110) Bir aydının kendi insanını aşağılamasının nihai noktası ancak böyle ifade edilebilir. Yakup Kadri 1932 yılında, 1921 yılının Anadolu insanını böyle tanımlar. Ve hızını alamaz, eleştiri ve hakaretin dozunu alabildiğine yükseltir.
‘Türk entelektüeli kendi memleketinde yapayalnız’
Anadolu’da, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezilmiştir. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vurulmuştur. Burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesilmiş ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrilmiştir. İşte burada, vatan delisi millet divanesi, harp malulü Ahmet Celal yapayalnızdır. (s.110) Ahmet Celal, daha doğrusu Yakup Kadri, neden kendi milletini bu kadar aşağılamakta, onları ihanetle suçlamaktadır? Oysa kendisi de bilmektedir ki, varıyla yoğuyla, malıyla canıyla, feda ettiği kocaları ve evlatlarıyla bu memleketten düşmanı sürüp çıkaran bu mazlum Anadolu insanı değil midir? On yıl gibi kısa bir zaman diliminde ne olmuştur da Anadolu’nun fedakâr, cefakâr, mazlum, kimsesiz ahalisi, böylesine adi bir kimliğe bürünmüştür? İşte bu sorunun cevabını yine kendisi vermeye çalışır. Türk aydını bu memlekete gerekli hizmeti yapamamıştır. Yani Müslüman Anadolu insanını gâvurlaştıramamıştır.
‘Türk aydını bu ülke için ne yapmıştır?’
Ahmet Celal kendince öz eleştiriye yönelir. Bunun nedeni, Türk aydınıdır. Türk aydını bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yapmıştır? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde bulmaktadır. Türk aydını, Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedi. Bir kafası vardı, aydınlatamadı. Bir vücudu vardı, besleyemedi. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedi. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktı. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmiş. Ne ekti ki ne biçecek? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? (s.111)
Ahmet Celal, Türk aydınına yönelik eleştirilerini böyle dile getirir, fakat en nihayetinde yaşananların bütün vebali, Anadolu insanının boynunadır. Bu sebepten olsa gerek, Türk aydınının bütün kahramanları, eski Yunan medeniyetine ait mitolojik kişilerdir. Cephede savaşan askerler, Homeros’un ünlü destanlarında yer alan mitolojik varlıklardır. Kendi tarihine ait hiçbir kahramanı, yapılan savaşa müdahil etmez. (s.136)
‘Milleti yeni baştan yapmak gerekmektedir’
Türk aydını Ahmet Celal bu milletten umudunu kesmiştir. Eğer bir zafer nasip olursa, kurtarılacak olan tek şey bu ıssız topraklar, bu yalçın tepelerdir. Millet ise henüz ortada yoktur. Milleti bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağalar, bu Zeynep Kadınlar, bu İsmailler, bu Süleymanlarla yeni baştan yapmak gerekecektir. (s.153) Gerçekten de Ahmet Celal’in görmediği millet nerededir? Sakın çoluğuyla çocuğuyla, öküzüyle kağnısıyla cephe hattında olmasın? Ahmet Celal de bunu bilmektedir fakat kendi halkını cahil ve hakir gördüğü için, ona yeniden şekil ve kimlik kazandırıncaya kadar asla sahiplenmeyecektir. Nitekim de öyle olmuştur.
Türk aydını, İstanbul entelektüeli Ahmet Celal, şimdi içinde yaşadığı kendi milletiyle bir aidiyet duygusu yaşamadığı gibi geçmişine de bir aidiyet duymaz. Zira o yeryüzünde iken de arafta gibi yaşamıştı. Hangi cinsten Tanrıya kulluk ettiğini bilmedi. Bir yabancı imparatorluk namına yıllarca dövüşüp kanını döktü. Yıllarca, meçhul bir vatanın, bir ideal yurdun hasretiyle yanıp tutuştu. Elle tutulmaz, gözle görülmez bir sevginin peşinden yıllarca koştu. Onun yoluna ağladı, güldü, söyledi ve öbür dünyaya göçeceği gün bildi ki, meğer hepsi yalanmış. (s.161) Ahmet Celal, Yakup Kadri için Osmanlı sahiplenilecek, aidiyet duyulacak bir yapı değildir. Zira başka bir düzen, yeni bir inşa, öncelikle geçmişle bağın koparılmasını gerekli kılmaktadır.
‘Düşmana yardım eden ağa ve imam’
Ahmet Celal’in yaşadığı köyü düşman askerleri işgal eder ve kendilerine yol gösterecek rehber ararlar. Düşmana rehberlik edecek olanlar ise Ahmet Celal’in hedef tahtasında olan Salih Ağa ve köyün imamıdır. Düşmana yol gösterip rehberlik yapmayı kabul ederler. Yeni düzen, feodal yapıların ve dini temsillerin aşağılanmasını ön şart olarak ileri sürmektedir. Türk aydını bunu layıkıyla yerine getirir.
Ahmet Celal arada bir vicdan yapmayı da ihmal etmez. Samimidir değildir bilemeyiz. Fakat bunca laf ettikten sonra vicdani duyarlılık göstermesi, samimiyetten başka bir sebebe dayansa gerek. “Bu insanların bu kadar cehalet içinde kalmalarının kabahati kimindir?” diye sorar Ahmet Celal. Ve kabahati kendi ve kendisi gibi düşünenlere bulur. Bu ahali yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak zevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakılmıştır. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları, her yanından örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.
‘Kendi yuvasında bir kunduza dönen Anadolu insanı’
Bu zavallı insanlardan, sevgi, şefkat ve insanlık namına artık ne beklenebilir? Bu iklimin çoraklığı, ruhlarını kurutmuştur. Bu ıssızlık ve bu gurbet onlara müthiş bir egoizm dersi vermiştir. Onun için her biri kendi yuvasında bir kunduza dönmüştür. Türk aydınının, Anadolu insanını egoizm ile vasıflandırması, yapabileceği en büyük hatalardan biri olsa gerek.
Daha önce köyü işgal edip ileri geçen düşman, tekrar köye geri döner ve etrafı talan etmeye, yakıp yıkmaya başlar. Fakat köyün ağası ve imamının malına mülküne dokunmazlar. Bu ikisi düşmanla anlaşmıştır ve ellerinde anlaşma belgeleri vardır. Cumhuriyet aydını her fırsatta feodal yapıya ve dini temsile saldırmaktan geri durmaz. Bu iki varlık, yeni düzenin inşasında büyük engeldir, dolayısıyla ortadan kaldırılmalıdır.
Köyü işgal eden düşman askerleri bütün ahaliyi köy meydanında toplar ve çeşitli işkenceler yapmaya başlar. Ahali arasında Ahmet Celal’in göz koyduğu evli Emine de vardır. Gece karanlığında Emine’ye yaklaşarak, kendisini kaçıracağını ve peşinden gelmesini söyler. Emine ve Ahmet Celal yaşanan kargaşadan ve gece karanlığından yararlanarak ormana doğru kaçmaya başlar. Fakat bu kaçışları sırasında Emine yaralanmış, kendisi de hafif bir kurşun sıyrığı almıştır. Güç bela menzilden çıkıp takipten kurtulurlar. Mezarlığa sığınarak, sabahı beklerler. İkisi de birbirinin yaralarını sararlar. Bu birliktelikle, Türk köylüsü ile Türk entelektüeli arasındaki acıklı davadan hiçbir eser kalmamıştır.
‘Sevdiğini bırakıp giden Türk entelektüeli’
Sabah olduğunda Türk entelektüeli Ahmet Celal, yola devam etmek için Emine’ye seslenir, lakin Emine’nin yarası ağırdır ve yerinden kımıldayamaz. Ayartıp kaçırdığı ve yaralanmasına sebep olduğu Emine’yi, yaralı haliyle orada bırakır ve kendisi yol devam eder. (s.198) Türk entelektüelinin kendi milletine karşı vefasızlığının somut örneği, Ahmet Celal’in şahsında ete kemiğe bürünmüş olarak kendisini gösterir. Kandırıp kaçırdığı kadını, ne olursa olsun yanında götürmeyi, götürmenin bir yolunu bulmayı aklına dahi getirmez. Ahmet Celal gibi bir Türk entelektüelinden de, iğrendiği bir köylü kızı için böyle bir zahmete katlanması beklenemezdi. Kendi tabiatına en uygun davranış, terk edip gitmekti. Türk aydını Ahmet Celal de böyle yaptı.
Sonuç yerine:
Cumhuriyet aydınının, Türk entelektüelinin genel karakterinin, bu milletin malı olmayan ve dışarıdan ithal edilmiş değerlerle yoğrulduğu, kendilerinin ifadelerine dayanan tespittir. Bu sebepten Türk aydını, kendi insanıyla, kendi insanının değerleriyle, gelenek göreneğiyle, inancı ve yaşama tarzıyla sürekli bir çatışma halinde olmuştur. Bu çatışmada Türk aydını, sürekli tepeden bakan, halkını aşağılayan, küçük gören, insanını insan yerine bile koymayan karakteri temsil etmektedir.
Cumhuriyet aydınının yüzünü döndüğü, kıble edindiği istikamet Batı dünyasıdır. Bütün güzelliklerin, sevgilerin, aşkların, refahın var olduğu yer, Paris’tir, Londra’dır, Roma’dır. Buralardaki insanlar ileri görüşlü, çağdaş yaşam standartlarını yakalamış, tam bir medeni (!) hayat kurmuş insanlardır. Bunların hiçbirisi Anadolu’da yoktur ve kısa zamanda da olması mümkün görünmemektedir.
Cumhuriyet aydınının esas vazifesi, aşağıladığı, tepeden baktığı milletini, geçmişinden soyutlayarak tepeden tırnağa yeniden üretmekti. İşte on yılda her yaştan on milyon genç yaratan bu cumhuriyet aydınıdır. Tek adam rejiminin ideolojik idaresine bedeni ve ruhuyla biat etmiş olan cumhuriyet aydını, iktidarın yol vermesiyle çalakalem romanlar neşrederken, aynı zamanda iktidara da sürekli yaranma duygusunu, satır aralarına kazımıştır. Cumhuriyet aydını, kendi başına varlığını ortaya koymuş ve devam ettirmiş bir sınıf olma özelliğine hiçbir zaman sahip olamamıştır.
Yaşadığımız zaman ve mekânda bile, cumhuriyet aydınının kendi milletiyle nasıl husumet içinde olduğu gözlerden kaçmayacak kadar aşikârdır. Halkının değerlerine, gelenek ve göreneklerine, inançlarına, dinin sembol ve şiarlarına olan hasımlıkları, seleflerinin kokusu üzerlerine sinmiş olarak devam etmektedir.
İktibas Dergisi/Yakup Döğer
[1] Kaynak eser: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim Yayınları, 75. Baskı, 2016 İstanbul