Cumartesi sabahı, İstanbul’dan dört saatlik rahat bir uçuşun ardından, Özbekistan’ın başkenti Taşkent’teyiz. Akşam yağan yağmurdan kalan son bulutların arasından süzülerek indiğimiz Taşkent’i -tıpkı bize söylendiği gibi- yemyeşil ve pırıl pırıl bulduk. Şehrin dört bir yanında yaptığımız ziyaretler, uğradığımız camiler ve medreseler, sokakların genel görünümü…
Gerçekten de insanı rahatsız ve huzursuz edecek hiçbir şey yoktu. Öğleden sonra bize ünlü Özbek pilavından ikram eden Özbek dostlarımız, “Ülkemizi nasıl buldunuz? İlk intibalarınız nasıl?” diye merakla sorduğunda, cevaplarımız da tamamen aynı kelimelerden oluşuyordu: “Tertemiz, yemyeşil, huzurlu, gözümüze ters gelen hiçbir şeyin olmadığı bir ülke…”
İlk intibalar önemlidir. Ancak söz konusu Özbekistan olduğunda, ziyaretçileri kapıda karşılayan bu huzur ikliminin, siyasi bir açıklaması da var: Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, 1991’de Özbekistan’ın yönetimini eline alan ve 2 Eylül 2016’daki ölümüne kadar ülkeyi demir yumrukla yöneten İslam Kerimov’dan sonra, yeni Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev, atmosferi gözle görünür biçimde değiştirecek adımlar atmış. Özbekistan’ı hızla dışarı açan, Türkiye başta olmak üzere İslâm dünyasıyla bağları sıkılaştıran, özgürlüklerin önündeki engelleri kaldıran, dinî eğitim-öğretimi teşvik eden ve kolaylaştıran Mirziyoyev iktidarı, Özbekistanlılar için “acaba bütün bunlar hayal mi?” dedirten günlerin başlangıcı olmuş. İslâm’la ve İslâm kültürüyle sağlıklı bir ilişkinin kuruluyor olması, halk arasında sevinç dalgalarının yayılmasına yol açmış. Her şeyin kısa süre sonra yeniden eskiye döneceğinden korkanlar bulunsa da, Özbeklerin geneline iyimserliğin hâkim olduğunu gözlemledik.
Taşkent’te teşehhüt miktarı ‘eğlendikten’ sonra ülkenin en doğusuna, Nukus şehrine uçtuk. Burası, İslâm tarihindeki ünlü Harezm bölgesi sınırları içinde. Harezmî ve Birûnî ile tanınan bölge, konumu itibariyle tarihin hiçbir döneminde önemini yitirmemiş ve her zaman hedefte olmuş. Nukus’tan Ürgenç’e, oradan da seyahatimizin en önemli duraklarından Hive’ye (Özbek kardeşlerimiz buranın ismini ‘Hiva’ olarak telaffuz ediyor) geçerken, Cengiz Han’ın bütün Harezm’i nasıl darmadağın ettiği sıklıkla aklıma geldi. Hem de, Harzemşahların Otrar (günümüzde Kazakistan sınırları içinde) Valisi İnalçuk’un ahmakça cüreti yüzünden:
1218 yılının yaz aylarında, Cengiz, Harzemşahlarla münasebetleri geliştirmek amacıyla Orta Asya’ya 500 develik bir kervan göndermişti. Buhara ve diğer şehirlerde dostça karşılanan kervan, Pekin’e dönüşte Otrar’da konakladığında Vali İnalçuk, Harzemşah Sultanı Kutbeddin Muhammed’den aldığı işaretle, kervanın bütün mallarına el koydu. Ancak burada durmadı: Tamamen kendi inisiyatifiyle, ajanlıkla suçladığı kervandaki Moğol elçi heyetinin başını vurdurdu, tüccarları da kılıçtan geçirtti. Haber Cengiz Han’a ulaştığında, Moğol tarafı Harzemşahlarla temasa geçerek İnalçuk’un kendilerini iadesini istedi. Kutbeddin Muhammed Harzemşah’ın bu teklifi reddi, İslâm medeniyet tarihinin şahit olduğu en büyük yıkımlardan birinin önünü açacaktı.
Aynı yılın eylülünde 150 bin kişilik bir orduyla Otrar’a inen Cengiz Han, yolunun üzerindeki bütün şehirleri iki yıl içinde yerle bir etti: Buhara, Semerkand, Ürgenç, Hive, Hucend, Tirmiz, Nişâbur, Herat, Merv… Büyük bir coğrafyada, sadece az sayıda eser ayakta kalabildi. Kimi şans eseri, kimi kuma gömüldüğü için fark edilmeyerek, kimi de ahalisi teslim olunca… Buhara’da Karahanlılar döneminden kalma Kalyan Minaresi’nin kıyımdan sağ çıkmasının hikâyesi ise enteresan: Rivayete göre, 47 metre yükseklikteki minarenin önüne gelen Cengiz Han, en tepeye kadar bakmak üzere başını kaldırınca, börkünü yere düşürmüş. Bunun üzerine, başından börkünü çıkaran bu abideyi ‘bağışlamaya’ karar vermiş.
Mekânları ve şehirleri, bağırlarında sakladıkları tarih öbekleri ve katmanlarıyla birlikte okuduğumuzda, karşımıza çıkan hakikat sarsıcı: Aslında biz, şu anda, defalarca yıkılıp yeniden yapılan, sakinleri sayısız defalar değişen, tabiî ve gayri tabiî yıkımların ardından sayısız kerelerce onarılan ve değiştirilen yerleri ziyaret ediyoruz. Örneğin, insanın soluğunu kesecek mükemmellikteki Hive ve Buhara’yı adımlarken, buraların tarihte muhatap olduğu kıyım, katliam ve saldırıları düşününce, tarih daha da çarpıcı hale geliyor. Yaşadığımız dönemin “en iyi” veya “en kötü” olduğu hakkındaki yüzeysel yargılarımız anlamını tamamen yitiriyor böylece. Aslında hepimiz, bize takdir olunan zamandaki rollerimizi oynamaktan öte bir şey yapmıyoruz. Ve, Cengiz’in askerlerinin nalları altında ezilen Orta Asya’ya değil, uçakla ve trenle bir şehirden diğerine kolayca geçiverdiğimiz Orta Asya’ya şahit olmak da, bizim verdiğimiz bir karar değil.
Siz bu satırları okurken, Semerkand’ı adımlamaya başlamış olacağız, nasipse. Topraklarında ağırladığı tarihin başrol oyuncularının etkileri üzerinden, Özbekistan’ın Anadolu’yla irtibatını, oraların buralara verdiklerini ve bölgeye dair diğer izlenimleri de cumartesi bu köşede konuşalım.
Yeni Şafak / Taha Kılınç