Cemaat

Son günlerde dershanelerin kapatılması nedeniyle sıkça gündeme gelen cemaat kavramınını Kur'an'ın ortaya koyduğu esaslar üzerinden nasıl anlaşılması gerektiğini açıklamaya çalıştık. Kur'an'ın tanımladığı Cemaat'in neye karşılık geldiğini yazımızdan okuyabilirsiniz.

 Ce-me-a fiili toplamak, derlemek, birleştirmek, bir araya getirmek, biriktirmek, birlik oluşturmak gibi anlamlara gelir. Bu fiilin pek çok türevi Kur’an’da zikredilmiştir. Cami, cemaat, cuma, mecmua, ictimâ, ictimâiyye gibi bazıları da Türkçeleşmiştir. Kur’an’da “yevmu’l-cem”, kendisinde asla şüphe olmayan, insanların bir kısmının cennete, bir kısmının cehenneme gideceği ahiret günü anlamında kullanılmaktadır. (42/Şura, 7). Biriktirmek, yığmak anlamında insanın malı cem etme tutkusu eleştirilir. (104/Hümeze, 2).

Cemaat kelimesinin sözlükteki karşılığı topluluk, grup, zümre, ekiptir. Terim olarak insan topluluğu; toplu halde bir imamın arkasında namaz kılanlar; bir mezhebin takipçileri; bir fikir ve inanç etrafında toplanmış kimseler demektir. Kur’an’da bizzat ‘cemaat’ şeklinde bir kullanım mevcut değildir. Fakat Kur’an’da cemaat olmayı yücelten; dağılıp ayrılmamak, tefrikaya düşmemek, Allah davasının etrafında tek bir ümmet olarak kenetlenmek anlamında cemaatleşmeyi teşvik eden çok güçlü bir vurgu vardır. Bu anlamda ‘cemaat’ sözcüğüne de yakın olarak ‘cemîan’ kelimesi istimal edilerek Müslümanlara, “topluca/hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunmaları”, parçalanıp ayrılmamaları, tefrikaya düşmemeleri emredilir. (3/Âl-i İmran, 103). Ayetin devamında, “hani sizler birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz” denmektedir. Bu ilahî açıklama, cemaat olmanın temel şartlarını ve olamamanın sebeplerini öğretmektedir. Anlamsız, değersiz düşmanlıklar cemaat olmaya manidir. Cemaat olmak, insanların birbirlerini kardeş olarak görebilmeleri ve kalplerinin birbirine ısınması ile mümkündür. Cahiliye hayatı bayağı kin, nefret, bencillik ve düşmanlıklar üretir. Bu üretimi ayet, “ateş çukurunun kenarında olmak” diye tanımlamaktadır. Akıllı insanlar ateş çukuruna düşmekten korunurlar (takvâ).

İlahi Kitap, ilk Kur’an neslinin kardeşlik örnekliğini büyük bir hayırla yâd eder. Mekke’den hicret ederek Yesrib’e gelen mü’minlere kucak açan, onlarla her şeylerini paylaşan Evs ve Hazrec’li mü’minleri över. (59/Haşr, 9). İman edip hicret eden, malıyla canıyla Allah yolunda cihad eden mü’minlerle, hicret eden kardeşlerini barındırıp yardım eden (ensar) mü’minleri birbirlerinin velisi sayar. (8/Enfal, 72). Gerçek mü’minler iman edip, Allah yolunda hicret ve cihad edenlerle, onlara kucak açıp yardım edenlerdir. (8/Enfal, 74). Ve Kur’an şu çok önemli ilkeyi vaz eder: Kâfirler de birbirlerinin velisidirler. Şayet mü’minler kendi aralarında velayet bağını gerçekleştiremezlerse, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat (bozgunculuk) meydana gelecektir! (8/Enfal, 73). İlahi Kelam’ın bütün bu uyarıları, tamamen müminlerin yekpare bir İslam cemaati oluşturmalarına yöneliktir.

Bu anlamda Mekke’de üç yıl boykota tabi tutulan, Ebu Talip vadisine sürgün edilen Müslümanların, kendilerine reva görülen sosyal ve ekonomik tecride rağmen gösterdikleri sabır, metanet ve tahammül, cemaat olmanın en güzel örneğidir. Bir anne-babanın en zayıf tarafı olarak, Müslümanların çocukları açız diye ağlaşıyorlardı ama onlar, hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunmakta hiçbir zafiyet göstermiyorlardı. Kureyş, şuurunda olmaksızın, Müslümanların gerçek bir İslam cemaati teşkil etmelerine ön ayak olmuştu…

Kur’an ayrıca müminleri, dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılan ve bundan da memnuniyet duyanlardan olmamaları hususunda uyarır. (30/Rum, 31-32). Mü’minlerden, birbirine kenetlenmiş tuğlalar misali, yekpare bir İslam cemaati (kardeşler: 49/Hucurat, 10) olarak Allah yolunda savaşmalarını (61/Saf, 4) ister.

Sözün özü, İslam’ın kaynağı Kur’an’da cemaat olmayı olumsuzlayan bir tek işaret bile bulunmazken, aksine, cemaat/birlik olmak her halükarda yüceltilir. Bununla beraber terimin Kur’an’da hiç kullanılmamış olması da, dikkate alınması gereken bir durumdur. Buna karşın, müminleri toplumsal olarak tanımlamak zımnında ‘ümmet’ kelimesi adeta omurga işlevine sahiptir. Terimin (çoğul formuyla birlikte) altmış kadar ayette zikredilmiş olması, bu işlevi dikkatlere sunmaya yeterlidir. Kur’an müminlere, “İnsanlık için çıkartılmış en hayırlı bir ümmet” (3/Âl-i İmran, 110) payesini vermekte; “hayra çağıran, marufu emredip münkerden nehyeden bir ümmet” olmayı (3/Âl-i İmran, 104) müminlere görev olarak yüklemektedir.

Cemaat kelimesi Kur’an’da yoksa da, hadislerde sıkça rastlanmaktadır. Ancak hadislerde kullanılmış olması, Peygamber (a.s)’ın ve müminlerin bu terimi inşaî anlamda kullandıklarına kesin delil teşkil etmez. Nedenine gelince, hadislerin ekseriya mana olarak rivayet edildiği, mevcut hadis metinlerinin, hadislerin tedvin edildiği dönemin dilini yansıttığı hatırdan çıkartılmamalıdır.

Meşhur hadis kitaplarının (kütüb-i tis’a) namaz, ezan ve Cuma gibi bahislerinde cemaat kelimesine fazlaca rastlanmaktadır. Bu hadislerde namazı cemaatle kılmanın önemi ve fazileti, cemaatle kılınan namazın yirmi beş ya da yirmi yedi derece daha sevap olduğu; evinde namazı tek başına kılıp da cemaate yetişenin cemaate uyup yeniden namaz kılmasının gerekliliği; cemaat dışında evde namaz kılmayı da ihmal etmemek gerektiği; yağmur gibi, mescide gitmeyi engelleyen doğal sebepler; iki kişi ve daha fazlasının cemaat sayıldığı ve benzeri birçok bahis anlatılırken ‘cemaat’ terimi zikredilmiştir.

Bazı hadislerde cemaat terimi, cami cemaati gibi nispeten teknik anlamının ötesinde, tam da kavramsal anlamda kullanılmaktadır. Mesela İbni Abbas’tan mervi bir hadiste, “Allah’ın eli cemaatin eli üzerindedir” (Tirmizi, Fiten) denmektedir. İbni Ömer’den gelen bir rivayette Peygamber (a.s)’ın, “Allah ümmetimi (ya da ümmeti Muhammed’i) dalalet üzere toplamaz. Allah’ın eli cemaatle beraberdir. Kim kendini cemaatten ayırırsa cehenneme ayrılır.” dediği ifade edilmektedir. Hadise cemaat kelimesi ile ilgili olarak not düşmek gereği duyan Tirmizî, cemaati fıkıh, ilim ve hadis ehli olarak açıklamaktadır.

Ömer İbnül Hattap’dan gelen bir rivayette ise, “Cemaatle birlikte olmalısınız, sizi tefrikaya düşmekten sakındırırım. Şeytan tek kişiyle beraber, iki kişiden de uzaktır. Kim cennetin ortasında olmayı isterse cemaatle olsun.” denmektedir. Yine Ömer’den gelen bir rivayette, “Yemeği topluca yiyin, parçalara ayrılmayın; zira bereket cemaat iledir.” (İbni Mace, Et’ıme) sözleri yer almaktadır.

İslamî düşüncenin teşekkül devrinde “ehlisünnet vel cemaat” diye bir terkibin üretilmiş olması önemlidir. “Ehlisünnet” deyimi ile birtakım uç tartışmalardan kaçınan, o günkü iktidarın ve genel hak yığınlarının kolayca kabul edeceği bir ‘sünnet’ anlayışı (ortodoksi) kastedilmiş; “ve’l-cemaat” ile de, aynı şekilde, “fırak-ı dâlle” (sapık fırka) olarak nitelenen siyasî fırkalara rağbet etmeyen, ana yapı kast edilmiştir. Oysa bu ana yapının ne kadar “sünnet ehli” olduğu tartışmaya açık olduğu gibi, iktidarların gölgesinde oluşan ‘cemaat’ın da her zaman hakkı temsil ettiği doğru değildir. Kur’an, sayısal çoğunluk (ekserunnâs) neredeyse, hakikat de ordadır zehabını kesinlikle yanlış bulur ve sıklıkla uyarır. (2/Bakara, 243; 6/En’am, 116; 7/A’raf, 187; 11/Hûd, 17 v.d.). “Ehlisünnet ve’l-cemaat” denilen din yorumunun birçok yanlışı, hem de akide olarak benimsediği, bu tanımın dışında tutulup, adeta “sapık fırka” muamelesine tabi tutulan birçok mezhebin de birçok doğruyu kavramış olduğu, gün gibi aşikârdır.

Bununla beraber, “ehli sünnet vel cemaat” terkibindeki ‘cemaat’ teması, ‘cemaat’ terimine yüklenen anlam açısından oldukça önemlidir. İçeriğin eleştirilir olması ayrı bir bahistir.

Din sosyolojisinde cemaat (comunity/gemeinschaft) terimi, birbirinden farklı birçok anlamda kullanılmaktadır. En yaygın anlamı şudur: Belli bir coğrafi bölgede oturan ve aynı kültüre bağlı, aralarında akrabalık ya da manevi dayanışma gibi sıkı bağlar bulunan; aynı inanç, değer ve davranış kalıplarını benimsemiş, karşılıklı olarak yakın, içten, yüz yüze ve samimi ilişkilerle birbirine bağlı homojen bir insan topluluğuna cemaat denmektedir. Cemaat, toplumun geneline oranla küçük, mütecanis bir zümredir. Toplumsal bağ çok güçlüdür ancak küçük ölçekli ve yerel özelliklere sahiptir. Ortak değerler ve inançlar çok kuvvetli bir şekilde paylaşılır. Üyeler ortak amaçlarını aynı araçlarla gerçekleştirirler.

Cemaat ve cemiyet terimi arasında ayrım yapan, ikisi arasındaki farklılıkları 1887’de yazdığı ünlü, Gemeinschaft und Gesellschaft (Cemaat ve Cemiyet) adlı eserinde ortaya koyan Alman filozof Ferdinand Tönnies’dir. (ö. 1936). Tönnies’in kuramına göre cemaat, organik bir iradeye sahip fertlerin birleşmesiyle oluşur. Bu birleşme, dayanışma ve kan bağı gibi bir tabiat kuvvetinden kaynaklanır. Yani cemaat tabiatın bir ürünü, bir çeşit tabii organizmadır. Fertler sosyal bir bedenin üyeleridir. Aralarında ahenkli bir ilişki söz konusudur. Cemaatte şahsi irade yoktur. Çünkü fert tam anlamıyla topluluk tarafından kuşatılmıştır. Cemaati meydana getiren psikolojik cevher, birbirlerine olan hissî bağlılık, sadakat ve sevgidir. İlişkiler yüz yüze, samimi ve süreklidir.

Tönnies cemaat ve cemiyet kavramını sanayi toplumları ile sanayi öncesi toplumların, başka bir ifade ile kırsal hayat tarzı ile şehir hayatının farklı özelliklerini belirtmek amacıyla geliştirmiştir. Tönnies’in cemaat-cemiyet ayrımı İbni Haldun’un bedevî-hadarî kavramsallaştırmasına benzemektedir. İbni Haldun bedevî hayat tarzını ilkel, kırsal kesimde çadırda yaşayan, yerleşik hayata geçmeyen, dayanışma özelliği çok güçlü, geçinecek kadar üreten ve hadarîlerin (medeniyetin/sanayi toplumunun) ihtiyaçlarının ham maddesini temin eden, yazılı kanunları olmayan insanların yaşam biçimi olarak tanımlar. Hadarîler ise yerleşik hayat yaşayan, yazılı kanunlarla (mülk) yönetilen, genellikle ticaretle uğraşan, zengin olmak, ihtiyaçtan fazlasını elde etmek için didinen insanların oluşturduğu toplumdur. İbni Haldun’a göre asıl olan bedeviliktir, hadarîlik sonradan ortaya çıkmıştır.

Tönnies’in cemaat tanımında, grup üyelerinin (komünal toplum) ayrı ayrı menfaatleri değil de, ortak hayatın temel şartlarını paylaşacak biçimde, şahsiyetlerinin bütünüyle katılarak bir arada yaşamaları teması öne çıkar. Bu tanımda iki özellik belirginleşmektedir:

Bir: Ortak bir hayatın bütün şartlarını bir arada yaşama zorunluluğu (mekân şartı).

İki: Ortak hayat tarzından haberdarlık (cemaat duygusu / biz şuuru).

Bunun dışında cemaat’in özelliklerini şu şekilde özetlemek mümkündür:

Cemaatte ilişkiler yüz yüzedir; yakın temas, kişisel ilişkiler esastır. Sosyal görevlerin (fonksiyonların) yerine getirilmesinde fert duyarlı ve duyguludur. Grubun yüce ve önemli gördüğü değerler, yani inanç vardır. Geleneksel değerlere ve davranış kalıplarına bağlılık çok güçlüdür. Grubun diğer üyeleriyle dayanışma duygusu oldukça gelişmiştir. İşbölümü ve uzmanlaşma ise gelişmemiştir. Herkes benzeri işleri yapar. Aile bağları çok güçlüdür, cemaat aile merkezlidir. Toplum yazılı (resmî) kanunlarla değil, yazılı olmayan örf ve adetlerle yönetilir. Dış dünya ile temas azdır. Kapalı toplum denebilir. Dikey ya da yatay sosyal hareketlilik azdır. (Bedevilikte ise esas olan yatay hareketliliktir). Sosyal tabakalaşma oldukça zayıftır.

Cemiyet ise cemaatin özelliklerinin tersini gösterir. Cemiyete sanayi toplumu, karmaşık toplum, modern toplum, açık toplum da denir. Orada aile küçülmüştür. Cemiyet insan davranışını özgürleştirirken, sınırlandırır. Bir taraftan karşılıklı yardımlaşma imkânı verirken, diğer taraftan gruplaşmalara ve bölünmelere yol açar. Tönnies’e göre cemiyet fertlerin sözleşmeler ve çıkarlarla, soğuk münasebetlerle birbirlerine bağlandıkları zümrelerdir. Mekanik ilişkiler, kişisel çıkarlar (bencillik) ön plandadır. Modern/endüstriyel toplumlar geliştikçe cemaat ilişkileri, yerini cemiyete bırakacaktır.

Köyler cemaat tanımına en yakın sosyal birimlerdir. Kabileler toprağa yerleşerek oba ve köyleri meydana getirirler ve cemaat olurlar. Pratikte kültürel ve iktisadi bakımdan kapalı -kendi kendine yetebilen- köylerin cemaat özelliği gösterdikleri söylenebilir. Ama genel anlamda köy cemaat değildir. Günümüzde köyler artık cemaat özelliğini yitirmiş bulunmakta; cemaat özelliği gösteren yerleşim merkezlerinin sayısı hızla azalmaktadır. İçinde yaşadığımız ülkede tam olarak cemaat özelliğini gösteren bir köy kalmamıştır. Cemaat özelliği ancak dünyanın fakir bölgelerinde görülebilmektedir. Yine de köy-kent (cemaat-cemiyet) sürecini kesin hatlarıyla birbirinden ayırmak mümkün değildir. Geleneksel yapıdan modern yapıya geçildikçe cemaat özellikleri azalarak cemiyet özellikleri belirginlik kazanmaktadır.

Günümüzde cemaat olgusu mekân ve şekil değiştirmiştir. Cemaat artık şehirdedir. Büyük bir şehirde yaşadığı halde bütün ilgileri küçük bir gruba ait olan kimseler, klasik anlamda cemaat üyelerinin özelliklerine benzer ilişkiler içinde olabilmektedirler. Bu, sosyologlar tarafından “cemiyet içinde cemaat oluşması” şeklinde tanımlanmakta ve adına da cemaatleşme denmektedir. Cemaatleşme, herhangi önemli bir sebepten dolayı gitgide daha sıkı bir temas ve birlikte bulunmaktan doğan veya birlikteliği doğuran kader ve ülkü birliğinin meydana getirdiği bir ilişki biçimidir.

Cemaatte üyelerin iradesi yok denecek düzeydedir. Kişi zaten cemaat içinde doğmaktadır. İçinde doğup büyüdüğü topluluk onun için bir zorunluluktur. Cemaatleşme ise iradî bir durumdur. Üyelerin iradelerine yer verilir, onların rızası ile cemaatleşme ortaya çıkar. Cemaatte bir üyenin “ben ayrılıyorum” demesi vaki değildir cemaatleşmede ise herhangi bir üye, dilediği zaman cemaatten ayrılabilme imkânına sahiptir.

Tönnies tarzı tanıma göre değil ama sözcük anlamında İslam’ın bir cemaat dini olduğunu söylemek durumundayız. Kesin olarak bilinir ki İslam sadece fertleri değil, bütün bir cemiyeti/toplumu (komünü) ve bütün insanlığı değiştirip dönüştürmek, Allah’a kullar yapmak üzere inzal edilmiştir. Böyle olunca İslam tam olarak toplumcu bir Din’dir. Bu, elbette ferdi ihmal ettiği anlamına gelmez. Fert, bir binayı oluşturan tuğlalar gibidir. Binanın sağlamlığı, tuğlaların sağlamlığından geçer. İslam’ın hemen her ibadeti ya doğrudan toplumu hedef almakta, ya da toplumu bir şekilde alakadar etmektedir. Mesela namaz, tek başına da kılınabilir ama en gerçek anlamına, cemaatle kılındığında erişir. Bilhassa Cuma namazı, cemaat mefhumunun en ihtişamlı biçimde tezahür ettiği bir ibadettir. Cuma ismi cemaatle aynı köktendir ve toplanmak, cem olmak demektir. ‘Cuma günü’ (yevmu’l-cumua) ‘toplantı günü’ demektir ve mü’minler cemaatinin, haftanın en önemli siyasî kulluk eylemi için toplanmalarını ifade eder. Cuma günü namaz için toplanma çağrısını duyan mü’minlere, çarşıyı pazarı kapatıp Allah’ı zikretmeye koşmaları Allah’ın emridir. (62/Cum’a, ). Cuma namazının İslam ümmetinin ne muhteşem bir toplumsal/siyasî ibadeti olduğunu, onu çağımızda yeniden ete-kemiğe büründüren İran İslam Devrimi göstermiştir.

Müslümanların namazlarını topluca ifa ettikleri mekâna mescid dendiği gibi camî de denir. Cami, ‘toplayan, bir araya getiren demektir. Cami İslam toplumunun kalbidir. Toplumun atar ve toplar damarları bu kalbe bağlıdır. Cami aynı zamanda İslam medeniyetinde ilmin merkezidir. İlk üstadlar camide yetişmişler, öğrencilerini de camide yetiştirmişlerdir. Camisiz İslam toplumu düşünülemez. İslamî hareketin merkezi camidir.

Oruç tek tek fertlerin tuttuğu bir ibadet ise de, toplu hareketi en ideal biçimde yansıtan bir boyutu vardır. Hac, cemaat (biz, ümmet) ruhunun zirveye çıktığı bir ibadettir ve dünyada benzeri yoktur. Zekât, sadaka gibi infak ahlakı, toplumsal dayanışmanın en mükemmel bir örneğidir.

Günümüzde artık din sosyolojisindeki anlamıyla bir köy hayatı mümkün olmadığı gibi, İslam da böyle bir hayatı emrediyor değildir. İslam, kendimizi bir gettoya hapsetmemizi, çadır hayatını ‘ihya’ etmemizi istemez. İslam’ın istediği, birbirine kenetlenmiş tuğlalar gibi olmak ve Allah yolunda ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaktır. Açların doyurulmasını, yetime şefkatle yaklaşılmasını, fakirlerin gözetilmesini öğütleyen; para, altın ve gümüşü biriktirip de muhtaçlar için harcamayanları, ahirette ateşte kızdırılan o paralarla böğürleri dağlanacak olmakla inzar eden; kendi öz yakınlarımızın aleyhine bile olsa adaletten ayrılmamayı emreden; zayıf bırakılmış erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmayı vazife sayan; Müslümanları birbirlerinin velisi olan büyükçe bir aile gibi gören bir Din’in ‘cemaat dini’ olduğundan kuşku duyulabilir mi?

Günümüzde toplumbilimsel anlamda ‘cemaatleşme’ hem bir vakıadır hem de gerekliliktir. Ancak bu, tıpkı Rum suresinin 32. ayetinin vurguladığı anlamda fırkalaşmayı ve her fırkanın yeni bir dine dönüşmesini, sözde Müslüman adını taşıyan irili ufaklı bir yığın ‘cemaat’in birbirini küçümsemesini, aralarında kin, nefret ve düşmanlığı yaymalarını tasvip etmek olarak anlaşılmamalıdır. Aslında tek bir İslam cemaati olmalıdır, Allah’ın istediği budur, O bundan razıdır. “İşte bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin.” (21/Enbiya, 92). “İşte bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin rabbinizim. Öyle ise benden sakının.” (23/Mü’minun, 52). Bizim için din olarak İslam’ı seçmiş, onu tamamlamış ve kemale erdirmiş Rabbimizin, o Din’i yüzlerce bölerek çoğaltmamızdan (bir nevi çoğulculuk) razı olması mümkün müdür?

İnsanlığın hikâyesi oldukça yalındır, felsefi ve toplumbilimsel teoriler bu yalınlığı örtmekten başka bir işe yaramamaktadır: İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak elçiler görevlendirdi. Elçiler, insanlar arasındaki ihtilaflarda Allah’ın hükümleriyle hükmetsinler diye onlara Kitap (vahiy) gönderdi. Kendilerine elçi gelmiş, Kitap verilmiş kavimler sırf haddi aşmalarından dolayı bitmez tükenmez ihtilaflara düştüler. Buna karşın Allah, kullarını hidayete sevk etmeye devam etti. (2/Bakara, 213).

İnsanlardan istenen, bir tek ümmet, bir tek cemaat, mütecanis bir İslam toplumu olmalarıdır. İlim ehli bunun için talim etmeli, mü’minler hayra çağırmalı, marufu emredip, münkerden nehyetmeli; fitne ortadan kalkıncaya ve Din tamamen Allah’a has kılınıncaya kadar mücahede ve mücadele etmelidirler.

İslam, tabi ki din sosyolojisi terimiyle bir ‘cemaat dini’ değildir. Çünkü cemaat daha içe kapanık, yerel ve küçüktür. İslam ise küresel, çağlar üstü, bütüncül ve kapsayıcıdır. İslam bütün kavimlere, erkek ve kadın cinsine, bütün zamanlara ve bütün coğrafyaya hitap eder. İslam her çağda yeniden ve yeniden insanlık için Nuh’un gemisi olmaya namzettir. Cemaatler kendilerini İslam’la tanımlayabilirler, her cemaat İslam’da kendilerinden bir parça bulabilir. Ama hiçbir cemaat tek başına İslam’ın temsilcisi olamaz.

Herhangi bir topluluğa İslamî manada ‘cemaat’ denecekse, öncelikle İslam’ın izzeti, Allah adının îlâsı, Müslümanların batının kölesi olmaktan kurtulması, yeryüzünde vahyin egemen olması için çalışmayı, iman derecesinde benimsemiş olmalıdır. İslamîlik iddiasındaki bir teşkilat bunun için çalışmalı, hedefi, ülküsü, amacı bu olmalı, metodu da bu genel çerçeveye uygun düşmelidir. Aksi takdirde İslamîlik, bir kuru iddiadan öteye geçmeyecektir.

Dindar kesimler arasında, “Müslümanlar birleşmelidir; vahdet olmalıyız; neden bütün Müslümanlar bir araya gelmiyorlar?” tarzında naif bir yakınma hep süregelmiştir. Bir çağrı olarak algılanması gereken bu yakınma, öncelikle ‘müslüman’dan ne anlamamız gerektiğinden başlayarak cevaplanabilir. Müslüman kimdir? Sosyal hayatta kendini İslam’a nispet eden her kişi ya da zümre Müslüman mıdır? Ardından, Müslümanların, üzerinde birleşecekleri temel prensipler belirlenmelidir. Mesela, fırkalara ayrılıp, her fırkanın da kendi katındaki ile övünmesinin anlamı mercek altına alınmalı, bu temel kriterler muvacehesinde gerekirse bütün ‘Müslüman cemaatler’ masaya yatırılmalıdır. Bu uğurda aceleci de olunmamalıdır.

Bu işten netice alsak da almasak da, kendini mü’min olarak tanımlayan herkes, Allah’ın razı olacağı bir İslam cemaati, bir İslam kardeşliği oluşturmak için bütün gücüyle çalışmak zorundadır.

Kendini cemaat olarak ifade eden birçok toplumsal teşkilat, bir nevi STK olarak göz dolduran işler yapmaktadır. Eğitimden sağlığa, ekonomiden sanata, iletişimden eğlenceye varıncaya kadar hemen her alandaki bu faaliyetler, doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine hemen bütün dünyanın beğenisini kazanabilmektedir. Fakat iyi bilinmelidir ki, dünya toplumlarının beğenisini kazanmak, bir ‘cemaat’in faaliyetlerinin İslamî olduğunun ölçütü olamaz. Tam tersine, gayrı Müslim bir dünyanın, yapılan bir işten razı olması, o işten Allah’ın razı olmadığına dair önemli bir uyarı niteliğindedir. Çünkü Allah, onların dinlerine tamamen tabi olmadıkça Yahudilerin ve Hristiyanların Müslümanlardan razı olmayacakları hususunda (2/Bakara, 120) boş yere uyarmamıştır.

Her türlü tartışma bir tarafa, Müslüman bir ‘cemaat’in dostu, velisi, sırdaşı, gönlünün aktığı kesimler kesinlikle Müslümanlar olmalıdır. Müslümanlar ancak kendileri gibi Müslüman kardeşleriyle velayet bağı kurabilirler. Kâfirler hiçbir zaman Müslümanların evliyası olamazlar, olmamalıdırlar. Müslüman bir cemaatin hedef ve amaçları, plan ve projeleri Müslümanlar ve İslamî ilkelerle mutlaka uyuşmalıdır. Müslüman adını taşıyıp da İslamî hedeflerle çatışan bir cemaat faaliyeti olamaz.

Günümüzde İslam’ın, nebevî dönemdeki evsafından arındırılıp, toplumun tevhidî dönüşümü ve vahiy merkezli bir hayat kurulması yönünde hiçbir talebi olmayan sıradan bir inanç sistemine dönüştürülmesi için büyük projeler üretilmektedir. Bu projelerin işlerlik kazanabilmesi için ‘içeriden’ yani Müslüman görünümlü kişi, grup ve yapılardan destek alınmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ihtiyacı gidermeye hazır grup ve cemaatler mevcuttur. Bu ‘cemaatler’ tabi ki işbirliklerinin karşılığını almakta, destekleri oranında ihya edilmekte, kendilerine büyük imkânlar sunulmakta, her türlü kolaylık sağlanmaktadır. Bütün dünyaya da, bu cemaatlerin, iyi yolda oldukları için böyle büyüdükleri fikri telkin edilmektedir. Bu telkin hayati önemdedir, çünkü nebevî stilde gerçek İslam cemaatinin inşası ancak bu fırsatçı/işbirlikçi ‘cemaat’lerle engellenebilir.

Müminleri velî edinmeyen, dünyevi birtakım kazanımları kendi indî yorumlarıyla Allah rızasının önüne geçiren, gayri Müslimlere Müslümanlardan daha fazla hoşgörülü davranan, Müslümanların değil de, kafirlerin rızasını kazanmayı önceleyen, İslamî değerlerin sulandırılması, hafife alınması ve değersizleştirilmesi uğrunda önemli bir misyon yüklenen bir cemaat -çapı ne olursa olsun- İslamî cemaat olamaz. Mescid-i dırar fonksiyonunu icra eden kuruluşlara ‘İslamî cemaat’ denemez. Küfür sisteminin bekası uğruna, imza atmadığı hiçbir gayrı İslamî teklif bulunmayan yapılar Müslümanlarla alakalı olamazlar.

Şayet Müslümanlar, bu tür grupların göz dolduran faaliyetlerinden etkileniyorlarsa, ilim, tefekkür, tezekkür, tedebbür ve tetebbû eksikliği var demektir.

Sözün özü şudur: Müslümanlar, çerçevesini tamamen Kur’an’ın ve Allah Rasulünün sünnetinin çizdiği bir zeminde Müslüman cemaat / İslam ümmeti olmak için çalışmakla yükümlüdürler. Bir taraftan, İslamî olduğuna inandığımız başka cemaatlere şefkatle yaklaşmaya, yanlışlarımızı kardeşlik hukuku içerisinde düzeltmeye talip olurken, diğer taraftan da, İslam görüntülü ama küresel sistemin hizmetindeki sözde cemaatlere karşı müslümanca bir tavır takınmalıyız. Allah’ın, Peygamber (a.s) dönemindeki İslam cemaatini bir kere daha çağa tanık kılması, bizim çabalarımıza bakmaktadır. Mescid-i dırar misyonundaki, milyonları cem etmiş bir grup, İslamî bir cemaat olmayabilir ama Allah’ı razı edici ölçülere sadık kalan iki kişi bile İslam cemaati sayılır.