Sosyal Kontrol
“Bugün canın ne yapmak istiyor?” dedi yüzünü yeni yıkamış olan. “Bilmem, henüz telefonuma bakmadım” diye cevapladı onu henüz afyonu patlamamış olan.
Yapmayı istediğimiz şeylerin ne olduğuna karar verirken kendi başımıza mıyız? Yoksa içinden aktığımız süreçler, o süreçlere etki eden başkaca etki ajanları, propaganda unsurları, sinsi kışkırtıcılar, küresel ve yerel trend oluşturucular da en az bizim kadar, hatta belki daha da fazla söz sahibi oluyor mu seçimlerimizde? Hayatımızın gidişatını kendi içsel yönelimlerimiz mi belirliyor; yoksa o etki ajanları o içsel yönelimlerin oluştuğu içsel merkezlere kadar sızmayı başardı mı? Daha keskin soralım; bugün herhangi bir insan için ‘içsel’ herhangi bir şeyin varlığından söz edebilir miyiz? Yoğun, yaygın ve buyurgan dışsal yönlendirmeler karşısında, teoride kendi doğal ve yalın halimizden hayat bulması gereken içsel yönelimlerin gerçekten bir söz hakkı kaldı mı hâlâ?
“Bilim ve teknoloji artık giderek tekelci sermayenin kârını ve sosyal kontrolü artırma aracı olarak, insanı ve doğayı sömürmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Yeni teknolojilerle işçiler vasıfsızlaştırılmış veya ayıklanmış, tüketiciler ve seçmenler büyük bir ustalıkla yönlendirilmiş, gezegen bozulmuş ve kirletilmiştir. Modern bürokrasi ve teknik uzmanlar bütün planlama ve karar alma biçimlerini ellerine geçirmiş; bireyi bir ‘çelik kafes’e kapatılmış, soyutlanmış ve engellenmiş halde, kişisel ilişkilerden uzak -görünüşte rasyonel ancak aynı ölçüde ‘yüz-süz’ ve baskıcı- bir sistem karşısında güçsüz bırakmışlardır” diyor Martin Slattery, ‘Sosyolojide Temel Fikirler’ kitabında.
Slattery kitabının satır aralarında ‘sosyal kontrol’ diye bir şeyden söz ediyor. Okuyup geçmememiz gereken bir kavram bu, insan nesli için hayati derecede önemli bir kavram… ‘Sosyal kontrol’ diye bir şey varsa -ki bendenize göre hiç şüphesiz var- hayatın maksatlıca biçimlendirilen bir kurguya dönüşmüş olduğunu ve hepimizin bu kurgunun gönüllüsü ve aynı zamanda kurbanı olduğumuzu kabul etmemiz gerekir. Hayatın, kendi işleyişine, insanî çeşitliliğin farklı ve heyecan verici tezahürlerine, ucu açık sürprizlerine, beklenmedik ve öngörülemeyecek zenginliklerine tamamen kapalı bir hale gelmesine, mekanik, şablonik, ezber üzerinden yürüyen yarı otomatik bir döngüye dönüşmesine izin vermişiz demektir. Hemen herkesin aynı şeyi, şeyleri yaşadığı bir dünya olur bu! Kişilerin, sosyal kontrol merkezleri tarafından belirlenen normlara göre tercihler yaptığı, bireylerin neyi seveceğine, neyi giyeceğine, neye güleceğine, neye ağlayacağına, ne okuyacağına, ne seyredeceğine, nelerden etkileneceğine, nelerden korkacağına ve hangi hayalleri hangi ezber üzerinden kuracağına, neyi savunup neye isyan edeceğine, neye nasıl hangi sınırlar içinde inanacağına karar verdiği bir kapalı dünya… Böyle bir dünyada yaşıyorsak, bunun olmasına nasıl için verdiğimizi, bu kahır verici hikayenin nerede nasıl başladığını, nasıl geliştiğini ve bugünkü ürkütücü haline geldiğini sormalıyız kendimize. Sorabilirsek eğer, sormamıza başkaları ve kendi güdülenmiş zihinlerimiz izin verirse!
Çok şey söylenebilir belki bu dramatik manzara hakkında ama en can alıcı nokta şu cümlede gizli bence: Bu dünyanın varoluşunu garanti eden şey, bizim yeni dünyanın, bu yeni insanlığın adeta ‹inanan›ları haline gelmiş olmamızdır. Bu karanlık kurguya yönelik itiraz ve tereddütleri acınası bir yenilmişlik, müstehzi bir yabancılaşma ve yaygın bir zihin boşalmasıyla küçümsüyor ve elimine ediyor olmamızdır.
Yeni Şafak / Gökhan Özcan