Sovyetler Birliği, 25 Aralık 1979’da Afganistan’ı işgal etmeye başladığında, ABD, yılın ikinci büyük şokunu yaşamıştı. İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevî’nin 1979 başında devrilmesiyle Ortadoğu’da ciddi bir mevziyi kaybeden Washington, aynı şeyin Afganistan’da da gerçekleşmesine izin veremezdi. Sovyetler Birliği’ni Afganistan’dan çıkarmak için hazırlanan ve uygulamaya koyulan plan, günümüze kadar uzanan bir hatalar ve açmazlar silsilesinin de başlangıcı oldu:
1977’de Başbakan Zülfikâr Ali Butto’yu devirerek Pakistan’da iktidara el koyan General Ziyâulhakk’la yakın iletişim kuran CIA, Afganistan’da Sovyetler’e karşı direnişe geçen gruplara para, istihbarat ve silah yardımına başladı. Pakistan topraklarında kendilerine savaş eğitimi de verilen “mücahitler”e, dünyanın dört bir yanından Afgan cephesine koşanlar da eklenmişti. Suudi Arabistan ve Ürdün başta olmak üzere, Arap ülkeleri, kendi vatandaşları içinden gönüllüleri “cihad için” Afganistan’a gitmeye teşvik ediyor, hatta çoğunun yol masraflarını ve harçlıklarını karşılıyordu. Çeşitli ülkelerden gönüllü savaşçılar arasında, atmosfere uyarak kendiliğinden ve kendi imkânlarıyla Afganistan’a gidenler de vardı, fakat ana akım içinde küçük bir azınlığı oluşturuyorlardı.
“Moskof kâfirine karşı cihad” sloganlarının İslâm dünyasında fırtına gibi estiği o yıllarda, elbette tüm bu cepheye koşma sürecinin aslında dışarıdan yönetilen planlı ve programlı bir akış olduğunu fark etmek oldukça zordu. Siyasî ortam, yapılan yüksek sesli yayınlar, basılan ateşli kitaplar ve cami kürsülerinden duyulan heyecanlı vaaz ve hutbeler düşünüldüğünde hele…
ABD’nin stratejisi kâğıt üzerinde oldukça basitti: Afganistan’ı Sovyetler’e kaptırmamak; bunu da kendisini mümkün olduğunca denklemin dışında tutarak başarmak. Afganistan’daki “mücahitler”e yardım ve destek sağlamak suretiyle, Sovyet işgali sonrasında Amerikan yanlısı bir yönetim kurabileceğinin hayaline kapılan Washington, İslâm dünyasındaki “radikaller”in Afgan cephesine kanalize edilmesi ve orada yok olup gitmesi suretiyle, özellikle Ortadoğu ülkelerinde kendisine sorun çıkarabilecek dişli unsurları temizlemek derdindeydi. Petrol zengini Arap ülkelerinin de coşkuyla benimsediği bir plandı bu, çünkü iç siyasette epey kullanışlı bir malzeme elde etmiş olacaklardı: “İslâm düşmanı moskof kâfiri”ne karşı açılan topyekûn savaşa destek vermek, halkları nezdindeki kredilerini artıracaktı.
15 Şubat 1989’da son Sovyet askerleri de Afganistan’dan çekildiğinde, hiçbir şey işgal sırasında planlandığı gibi gitmedi. Amerikan yardımlarıyla güçlerini artıran savaş ağaları arasındaki şiddetli çatışma ve Afganistan’ın içine sürüklendiği kaos, 1996’da Taliban Hareketi’nin başkent Kabil’i zaptederek ülke yönetimine el koymasıyla sonuçlandı.
Eliyle beslediği grupları kontrol edemeyen ABD, 2001’de, Taliban’ı devirmek için Afganistan’ı bu defa kendisi işgal etti. İşgalden bu yana geçen 18 yılda Afgan cephesine milyar dolarlar saçan Amerikan yönetimi, fiilen devirdiği ama gücünü bir türlü kıramadığı Taliban’la, şu anda barış müzakereleri yürütüyor. Birçok kaynağın bildirdiğine göre Afganistan topraklarının yarıya yakınında hâlâ kontrolünü sürdüren Taliban, bir zamanlar “terör örgütü” olarak yok edilmek istenirken, şimdi “Afganistan’a kalıcı barışı getirmek için vazgeçilmez bir siyasal aktör” konumuna yükseltilmiş durumda. ABD açısından bakıldığında, durum, sadece bu açıdan gülünç değil: Siyasal anlamda sürekli yatırım yapılan merkezî Kabil yönetimi, Taliban’ın ana muhatap alınması nedeniyle giderek silikleşmiş ve etkisizleşmiş vaziyette. Dahası, İran ve Rusya da Afganistan satrancına dâhil olarak tam saha presi sürdüren iki güçlü rakip. Hepsinin üstüne, Taliban’ın Afgan halkının önemli bir kesiminde sahip olduğu güçlü desteği koyduğumuzda, Amerika için Afganistan’da “kolay çözüm” mümkün görünmüyor.
Tamamen “yerli ve organik” bir hareket olan Taliban’ın Afgan halkına ne verebildiği, yıllar içinde ülkedeki istikrarsızlık ve şiddet eylemlerindeki rolünün derecesi, finans ve silah kaynakları, iletişim ve ulaşımın gelişmesiyle hareketin içine dışarıdan sızmaların boyutu, mensuplarının uyuşturucu ticareti başta olmak üzere illegal işlere kayma oranı… gibi noktalar, Taliban bağlamında sağlıklı bir şekilde irdelenmesi gereken ana konuları oluşturuyor.
Taliban’ın Batı medyasındaki “mutlak şeytan” imajıyla, taraftarlarının çizdiği “tertemiz bir direniş hareketi” tablosu arasında, oldukça geniş bir gri boşluk var. Bu boşluğu objektif verilerle doldurmak, Afganistan’ı daha yakından tanımamıza da yardımcı olacaktır.
Yeni Şafak / Taha Kılınç