Bir Vadinin Kucağında Uyanmak

Medenileşmiş olmak insanın bir barbara dönüşebileceğini bilmek demektir.  (Pascal Bruckner)

Bir Vadinin Kucağında Uyanmak

Kendimizi Aramaklar Yolculuğu 14

(Bu Yazı İktibas Dergisi Ekim 2022 Sayısında Yayınlanmıştır)

Yolda olmadığımız sürece, içerisinde olduğumuz nesnel duruma, mekansal bir sabiteye teslim olur, bir oluş(um) halinde olmaktan uzaklaşırız. Bizi kendisine uyruklaştıran iktidar ağlarından, sürüden, sosyolojiden, Şeriati’nin deyimiyle insanın dört zindanından kopmak, sıradanlıktan ve bir meta haline gelmişlikten çıkmak için bir savaşım vermekten başka çaremiz yoktur.

(Ümit Aktaş)

Medenileşmiş olmak insanın bir barbara dönüşebileceğini bilmek demektir.

 (Pascal Bruckner)

 Denizde yelkenlenen bir sandalın sessizliğiyle, parsellenmiş betonların soluğumu kesen aralıklarından süzülüp gittikçe sarsıntılarını artıran, betonların yerini mağaralara ve ağaç kovuklarına bırakan toprak yolların bizi en nihayetinde götürdüğü limanın en kirli ve ışıktan mahrum kalmış, nem kapmış en kuytu tarafıma verdiği esinti, şimdi bunları o betonların arasında hatırlamaya zorlayan zihnimi bir mahcubiyete tütsülüyor.

Sahip olduğum kelimelerin izahta zorlandığı bu utangaç halinden kendimi alamıyor oluşuma aldırış etmeden bir çocuğun masum şımarıklığıyla çimenleri olanca hırsıyla yolup havaya savuşturduğu gibi ben de zihnimden önüme gelen kelimelere bakmaksızın yolup savurma iştiyakındayım. Çünkü dile getirmezsem günahın sırtıma kamçıladığı acıya alışırım diye korkuyorum. Çünkü dile getirmezsem dilimin veremeyeceği hesaba umarsızlaşırım diye korkuyorum.

Gözlerimi arabanın penceresinden vadinin sere serpile uzandığı, eteklerini tüm hicabıyla etrafa serpiştirdiği en uzak noktalarına mıhlarken, betonların arasından usulca uzaklaşırken üzerimizdeki medenileşmiş ne varsa parça parça etimizden nasıl sıyırdığımızı düşünüyordum aynı zamanda. Sanki bir anda zamanın en pespaye halinden zamanın en berrak haline yolculuk ediyordum. Böylesi bir düşünceye sahip olduğum için ayrıca da kızıyordum kendime. Zamanın bu her iki halinin kıyasıya mücadelesini vadinin bu en zirve noktasında bedenimin tüm uzuvlarında hissedebiliyordum. İletişim aygıtlarımın ve tüm sahip olduğum medeni ünsiyetlerimin aciz kaldığı bu vadide biri galip gelecekti ve ben kendimi ona teslim edecektim biliyordum. Kendimi hiç bu kadar salıverdiğimi hatırlamıyorum. Vadinin alınabilecek bu zor ve tehlikeli yollarında korkumun göz yuvalarıma nasıl hakim olduğunu da hissedebiliyordum. Gözlerimin zihnime yankıladığı şeylere isim vermede zorlanıyordum çünkü. Çünkü biliyordum isim verebilirsem eğer kendimde içselleştirebilecektim ve o artık benim bir parçam olacaktı. Güzel yahut çirkin de olsa artık bana ait olduğu bilinci korkumu hafifletecekti. Fakat vadinin bu derinliğinde sahip olduğum tüm güçlerim bir anda etkisini yitirmiş gibiydi. Nefes alabilmenin o tatlı hissi ile korkum birbirine karışmıştı. Aldırış etmiyordum ve zihnimi yoklamaya devam ediyordum. Gelin kelimeler avuçlarıma. Nasıl ve ne şekilde olursa olsun çekinmeyin ve yolunun avuçlarımda. Sizi israf etmenin bile boşa gitmeyeceği bir vadinin ucunda bir nokta kadarım ve farkındayım kullandığım bu cümlenin saçma hali pür melalinin. Yine de gelin çekinmeyin, sorumluluğunuzun olmadığı bir yerdeyim ve size yapabileceklerimin sorumluluğundan ben bile kendimi azad ediyorum.

Vadinin zirvesinden kucağına doğru yol alırken bu kucakta yuva yapmış yayla sahiplerinin bu dünyaya nasıl bir gözle baktıklarını merak ediyordum. Bizler, yani şehirde yaşadığını sanan zavallılar onca olanakların yoğunluğu arasında gözlerimizin körleşmiş derinliği ile yaşama sebeplerimizi şırmartırken, bu yayla sahipleri tüm bunlardan damıtılmış halde, bu zorlu yolları onca yükleriyle nasıl ve hangi cesaretle yuvalamışlardı kendilerini bu vadiye. Bir yandan zihnimden yolunmuş kelimeleri azad ederken vadiye, sanki vadi de inadına cevabını bilmediğim bu soruları zihnimde kelimelerden boşalan yerlere dolduruyordu. Vadinin kucağına indikçe zirvenin sert havası gittikçe ılık bir esintiye bırakıyordu kendini.  Toprak yolların yerini irili ufaklı taşlı yollar alıyordu. Vadinin kucağı biz şımarık çocuklarını olanca şiddetiyle sarsıyordu sanki. Yeterince uyumuş olmanın vermiş olduğu tembelliği hangi ana kucağı kabul ederdi ki? Kendimizi kucağına teslim ederek ve dahi kabahatimizin kabuluyle yolun sonu bizi o yayla sahibinin dizlerinin dibine kadar getirmişti. Burdan öteye artık yol yoktu. Arabanın gidebileceği en son yere menzilini kurmuş yayla sahibi hasretle beklediği, uzun yolları ve uzun yılları aşıp da gelmiş evladı gibi karşıladı bizi.

Ey yayla sahibi, ver elini öpeyim, dedim. Müsade et de kurtulayım kalan yüklerimden de. Zorla elini öperken aynı zamanda zihnimdeki kelimeleri özenle tarıyor ve bulabildiklerimi de ürkütmeden avuçlarıma çağırıyordum. O kelimeleri ürkütürsem ve kaçırırsam yahut yolarsam yayla sahibinin evlat diye baktığı yakınlıklarından da mahrum olurum diye endişeye kapılıyordum.

Evlatlarına kavuşan bu yayla sahibi ve eşrafı bir yandan bizi soluklanmaya davet ederken bir yandan da ziyadesiyle ağırlamanın telaşındaydı. Bağdaş kurmuş bir halde çevremi soluklanırken hala şehirden getirdiğim telaşlarımla boğuşuyordum. Vadinin dışına itilmiş öte dünya ile tüm bağlantım kopmuştu. Orada aceba ne olup bitiyordu? Şimdi burada yeni yeni farkına vardığım sılamın o ılık rüzgarıyla tatlanırken bunun bir önemi var mıydı? Az ötede derenin sesi, vadinin ucsuz bucaksız eteklerinde kanatlanan kuşların sesi, ve etrafımı çepeçevre kuşatan o derin sessizliğin sesi karşısında hala utanmadan öte dünyanın telaşına düşmek de neyin nesi?

Ey yayla sahibi, zor olmuyor mu buraya gelmek?, diye sordum ihtiyatlanarak. Bilgece bir gülümseme belirdi çehresinde. Oluyor elbet, diye karşılık verdi, zor olmasına zor tabi, fakat bu vadiye geldikten sonra yaşadığımız tüm zorlukların gözümüzde pul kadar değeri kalmıyor. Biz her ayrıldığımızda burada kendimizi bırakıp da ayrılıyoruz. Tekrar geldiğimizde kendimize tekrar kavuşmanın mutluluğu zorlu yolların verdiği cefaları unutturuyor bize.

Anlam vermekte zorlanıyordum fakat tüm kalbimle de söylediklerine  inanıyordum. Yayla sahibi bizi misafir ettiği süre boyunca dizleri üstünde otururken ben bağdaş kurmuşluğumdan utanarak kendimi toparlıyor takatim yettiğince dizlerimin üzerinde oturmaya çalışıyordum. Misafir karşısında ev sahibinin dizleri üzerinde oturması misafire olan hürmetinin nişanesiymiş. Yine de zaman zaman misafirliğimi kabullenerek vaziyetimi bağdaşa eviriyordum.

Muhabbet aralarında zaman zaman yayla sahibinin gözleri vadinin derinliklerinde kayboluyordu. Sonra o derinliklerde bulabildiği ne varsa anlatıyordu. Vakti zamanında yine şehirden bir evladını misafir etmişti yaylasında. Yorgun, aç ve susuz bir halde hanesini şereflendiren bu misafir sormuş yayla sahibine

“Bey amca, burada nasıl yaşıyorsunuz anlamıyorum?”

“Asıl siz nasıl yaşıyorsunuz şehirde ben de onu anlamıyorum” diye karşılık vermiş.

Sahi ya, bizler nasıl yaşıyoruz bu şehirde? Yayla sahibinin bu sorusu zihnimde çatallanan sorulara evriliyordu. Vadinin tüm ayrıntılarında gözlerimi gezdirirken bu soruyla mücadelem de o denli artıyordu.

Yayla sahibi tüm yorgunluğumuzu, açlığımızı, susuzluğumuzu üzerimizden alarak tekrar geldiğimiz şehire yolcu ederken bizler de aynı zamanda orada kendimizden bir şeyler bırakabilmenin mutluluğunu yaşıyorduk. Dönüş yolunda üzerimizden sıyırdığımız medenilerimizin tekrar üzerimize yapıştığını hissediyor olsak da bunun artık bir önemi yoktu. Her ne kadar bedenimizde sancılanıyor olsa da en azından sancı verdiğinin bilincindeydik. Her ne kadar şehirde nasıl yaşıyor olduğumuz sorusu dönüş yolculuğu boyunca zihnimizi meşgul etse de artık eskisi kadar rahatsız etmiyordu. Artık bizim de kendimizin en arsız tarafını bıraktığımız bir sılamız vardı. O tarafımız bizi bekleyecek ve bu tarafımız da yine kirlenmiş yorgun ve pasaklı haliye o tarafımızın yolunu tutacaktı. Şehirden kopamayacağımızı biliyorduk fakat bir tarafımızı artık sağlam bir limana emniyetlemiş olmanın şükrü içindeydik.  Bu da şimdilik bize yeterdi. Şimdilik..

(Yazıda anlatılan yer Kayseri – Yahyalı Aladağlar mevkiinde bulunan Aksu Vadisidir.)