Bir Hayalim Var

„ Gecenin bir yarısı uyanıyorum ve yatağımın başucunda oturan bir peri görüyorum.  Ondan bir virüs diliyorum: Televizyon  Virüsü…“ Susanna Tamaro´nun 2002 yılında bir alman gazetesine yazmış olduğu bir hülyasıdır. Gerçekleşmesini diliyoruz.

Susanna Tamaro, 11.07.2002- Die Zeit Gazetesi

Tercüme ve Fotoğraf : M.Akif Coşkun

„ Gecenin bir yarısı uyanıyorum ve yatağımın başucunda oturan bir peri görüyorum.  Ondan bir virüs diliyorum: Televizyon  Virüsü…“

Aslında  hayal görmek mizacıma uygun bir eylem değildir. Çünkü mizacen kötümserim ve daha çok gerçeğe odaklanırım.

Okul yıllarımda kız arkadaşlarım gökkuşağı, efsanevi kahramanlar ve beyaz atlı prensler  çizerken, ben bir böceğin ayaklarını sayıyor, o çenesinin kudretinden,  yaşam için yaratılmş o vahşi donanımlarından dehşete düşüyordum.

Ölümü düşünüyordum mesela, ve biraz da başka şeyleri…

Bu yüzden bir şeyi tasavvur ederken töhmet altında kalmaktan kendimi alamıyordum -hala öyleyimdir- .

Bugün bile hayallerimi sıkıcı buluyorum.

Üşüyorsam eğer, kuzeykutbunda üstsüz bir şekilde hayal ederim kendimi.

Acıkmışsam, terkedilmiş, aşcısı ve garsonu olmayan bir lokantayı tahayyül ederim.

Yani anlıyacağınız, siz dinleyicilerimin nefesini kesecek olağanüstü hayallerim yoktur benim.

Fakat tüm bunların  ötesinde hayal etmekten vazeç(e)mediğim bir hayalim olduğunu söyleyebilirim.

Gecenin bir yarısı uyanıyorum ve yatağımın başucunda oturmuş bir peri görüyorum. Yusufçuk kanatlı, elinde sihirli değneğiyle yatağımın başucunda beni süzmekte olan bir peri…

Lafı uzatmadan sadede geliyor,

‘Bir dileğin var mı?’

‘Nasıl olursa olsun öyle mi?’  diye soruyorum,  karşımda  dileğimi gerçekleştirmek üzre bekleyen periye.

‘Tabii ki , yoksa nasıl bir peri olabilirdim ki ?’

‘O halde  bir virüs diliyorum. Çok sıradışı bir virüs. Televizyon virüsü. Televizyonun sesini ebediyyen kesecek bir virus.’

Sihirli değnek anında o ahengiyle raksetmeye başlıyor havada, ve apansızın içi virüslerle kaynayan yeşilimtrak bir sıvı tutuyorum elimde.

Pencereyi açıyorum ve bir şampanya gibi sallamaya başlıyorum. Şişenin kapağını patlatıyorum.

Pandoranın kutusu açılıyor.

 ‘Uçun benim şirin ve küçük virüslerim. Yüreğimin götürdüğü yere uçun, o muhteşem etkinizi gösterin.’

Önce hiçbir şey olmamış gibi görünüyor, fakat daha sonra virüsün o muhteşem etkileri kendini göstermeye başladığını farkediyorum.

İnsanlar yekvücut halinde  televizyon kanallarını arayıp şikayet ediyorlar:

‘Neler oluyor? Hiçbir şey duyamıyoruz.’

‘Her şey yolunda! ‘, diyor hattın diğer ucundaki durumdan habersiz görevli, ‘sorun cihazınızda olabilir.’

Fakat virus antenleri, telsiz kulelerini ve televizyonları etkisi altına almıştır çoktan. Yok edilmesi gereken ne varsa yok etmiştir.

Bir telaş kopuyor sonra. Tekniklerler , ustalar cağırılıyor. Geliyorlar, bakıyorlar çaresiz geri dönüyorlar.

Günler böyle geçiyor, spikerler sessizlik içinde devam ediyorlar dudaklarını oynatmaya.

Yarışmalar luzumsuz ve sıkıcı olmaya başlıyor.

Dansözler tüm hünerleriyle manasızlaşmaya mahkum olmuş bir vaziyette raksetmeye calışıyorlar hala.

Programın birinde biri ağlıyor. Başına üzücü bir  vukuat geldiğinden midir, yoksa ekran karşısında olmaktan arlandığı için midir bilinmiyor.

Diğer taraftan siyasilerimiz istiflerini bozmadan konuşuyorlar.Nefesleri tükenircesine, gözleri yuvalarından oynarcasına, o enstantane el kol hareketleriyle tartışıyorlar meseleyi.  Bu televizyon sessizliğine karşı vaadlerde bulunuyorlar, Birbirlerine ateş püskürüyorlar. Teraryumdaki kertenkelelerin birbiriyle kavga ettiği gibi….

Reklam ajansları  kanalları mahkemeyle tehdit ediyor, ve anlaşmaları bir bir iptal ediyorlar.

Yıllardır kabalıkla, bilgisizlikle, bedensel ve ruhsal pornografiyle dolup taşan, toplumun edeb şuurunu  yok eden bu kirli kutular şimdi yavaşca  kendiliğinden yok oluveriyorlar.

Ekranlarda sürekli aynı altyazılar geçiyor :

“ Teknik nedenlerden dolayı yayınımıza ara verdik. “

Önce telaş, endişe ve nihayetinde  huzur.

Komşu sakinleri evlerinin köşelerinde aptalca duran bu aygıtlarla neler yapılabıleceğine dair yarışmalar düzenliyorlar.

Kimileri çiçekleri için bir sera, kimileri balıkları için bir akvaryum olarak kullanıyorlar.

Bazı kıvrak zekalar, altına dört tekerlek monte edip alışveriş arabası niyetine kullanıyorlar.

İnsanlar yavaş yavaş  evlerinden çıkıp  birbirleriyle sohbet etmeye başlıyorlar.

Köylerde o eski sinemalar tekrar hayat buluyor.

Sofralarda  artık tartışmalar sohbetler ve gülüşmeler  kendini göstermeye başlıyor.

Çocuklar sokaklarda buluşup kendilerine yeni yeni oyunlar düşünüyorlar.

Anneler merdiven başında  oturmuş dertleşiyorlar.

Derken aylar sonra tuhaf bir şey oluyor. Bir sabah, çocuklarının  yatağından siyah kırıntılar buluyor anneleri.

Bu da nesi ? Zifte benziyor ve iğrenç kokuyorlar.

Cocuk doktorları alarma geçiyor. Yine bir telaş kopuyor…

Fakat birkaç araştırma nihayetinde  her şey ortaya çıkıyor.

O siyah kırıntılar, yıllardır çocukların  hayatını ve ahlakını  zehirleyen  televizyonun  atıklarından , zehrinden başka bir şey değildir.

Yaşlıların da öksürükleri ve bronşitleri yer yer  azmaya başlıyor.

Bronşitten ya da gripten mi dersiniz?

Hayır hayır. Onlar sadece geçen yazdan kalan o iğrenc programların atıklarıdır.

Toplumun artık sağlığına kavuşma temayülüdür.