‘Asrın İdraki’ Meselesi

Akif’in bahsettiği şey o idrake bulduğu haliyle İslam’ı uydurmak değildir, ona İslam’ı söyletmektir. İslam’ı söyleyen idrak, Müslümanlaşmadan söylemeyecektir, yani değişecektir. Ve neticede İslam’ı söyleyecek idrak bu asrın idrakidir. Yoksa bizim başka asırlarla ne işimiz olabilir ki?

İslam dünyasının modern dünyada maruz kaldığı ataletin hem teşhisi ve tespiti hem de o ataletten çıkış için 19. yüzyıldan itibaren çok sayıda Müslüman çok şey söyledi. Bu söylenenler arasında teşhis ve tedavi yolu konusunda çok ufuk açıcı, çok isabetli olanları da oldu. Ancak muhtemelen hiçbirisi Mehmet Akif Ersoy’un şu meşhur “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizelerinden daha fazla iddialı ve daha fazla Müslüman kalbine dokunanı, hatta silkip uyandıranı olmamıştır.

Akif bu dizelerin öncesinde “Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ, İhtiyâcâtını kâbil mi telâfı? Aslâ” derken, sonrasında da, “Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister; Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?” de diyordu. Bununla aslında teşhis ve tedavi yolunu bilmenin bir şey ancak bunun uygulamasının başka bir şey olduğunu, neticede bir irade, bir inisiyatif ve bir liyakat gerektirdiğini söylüyordu, böylece kuru bir teşhisin de hiçbir zaman yetmediğini.

Tabi Akif’in bu sözleri yıllarca Türk İslam düşüncesinin önemli sloganlarından biri haline gelmiş, kimilerini de tabii ki bir sloganın ötesinde ciddi anlamda düşündürmüş, motive etmiştir.

Bir çok kesim ise “asrın idraki” deyimine takılmıştır. Akif “asrın idrakine İslam’ı söyletmekle” ne demek istemiş olabilir? Bu soruyu bir şüpheyle, bir entelektüel tecessüsle soran bir kesim var ki, neredeyse Akif’i asrın malum idrakini baz alıp İslam’ı ona uydurmaya çalışmakla suçlayacak noktaya getirir işi.

Doğrusu kim ne derse desin, idrak meselesi aslında çağdaş İslam düşüncesinin etraflıca yüzleşmesi gereken önemli bir konu. Farklı asırların farklı idrakleri var mıdır? Bu idrakler arasındaki fark İslam’ın söyleminde de bir farklılaşma oluşturmak zorunda mıdır?

Akif’in bu dizeleri ise, sadece edebi değeri dolayısıyla değil, aynı zamanda Akif’in şahsının ve mücadelesinin, çağdaş İslamcılık için temsil ettiği bütün konumlar dolayısıyla beşer idraki ile vahyin karşılaşmasının mahiyetine dair tartışmalar için önemli bir başlangıç noktası olabilir. Mehmet Akif’i asrın idrakine gereğinden fazla prim vermekle, hatta böylece reformist olmakla eleştirenler, muhtemelen onun Abduh ve Efgani’ye olan yaklaşımlarını da bilerek, bu sonuca varıyorlar. Oysa Akif sözkonusu şahısların her görüşüne körü körüne uyacak bir şahıs değil, üstelik onlara atıf yaptığı yerlerde bile onları eleştirmekten geri durmuyor, ama bu ayrı bir mesele ve ayrıca ele almak lazım.

Asrın idraki meselesine gelince, bu konudaki eleştirilerin zımnında şu kabul vardır: Asrımızın idraki, Kur’an’ın nazil olduğu asra hem zaman olarak uzak hem de dini anlayış olarak uzaktır ve bir idrake Kur’an’ı söyletmenin tek yolu o idrake uymaktır.

Oysa “idrake bir şey söyletmek” demenin neden zorunlu olarak o “idrake uymak” olduğu düşünülüyor sorusu sorulmuyor bile. Kaldı ki Kur’an indiği dönemde farklı bir şey mi yapmıştır? O dönem de mesela önce Mekke halkının sonra Medine ve bilahare geniş alemlerin idraklerine İslam’ı söyletmiş olmadı mı? Neticede Kur’an’a muhatap olan bir insan idraki vardır. İnsanların Kur’an’la muhatap olduklarında ilk anda idraklerinden feragat etmelerini mümkün kılan bir iletişim biçimi veya bir anlama süreci yok ki. Her neslin, her asrın hatta bir yere kadar her bireyin kendi fani idraki vardır ve Kur’an neticede bu fani idrake muhatap olur. Neticede Kur’an’da “her kavme o kavmin diliyle” hakkı söyleyen bir elçinin gönderildiği buyurulur. Bu, hakkın veya hak kelamının değiştirildiği anlamına gelmiyor, o dil ve idrak içinde de o sözün karşılığının en uygun dilde ifade edilmesi, anlamına geliyor.

Bu değişim payı bilinmediğinde bir dönem hak kelamının beşeri yorumları başka zamanlar için kutsallaştırılmış ve onun yerine geçirilmiş olur. Bu açık gerçeği görmek için tarihselcilerin Kur’an’ın bir çok içeriğinin tamamen indiği tarihsel dönemle mukayyet olduğunu ve şu an için bize bir şey demiyor olduğu yönündeki iddialarını elbette kabul etmek gerekmiyor. Ancak Kur’an’ın zamanla, tarihle, toplumsal bağlamlarla mukayyet olmayan mutlak ilim sahibi Allah tarafından vahyedilmiş olması, onunla muhatap olanların hepsinin de mutlak bir idrake sahip oldukları anlamına gelmiyor.

İşin doğrusu, ilk dönem Müslümanları arasında bile Kur’an’a muhatap olan farklı bireysel idrakler arasında tam bir eşitlik varsaymak mümkün değildir. Tabii ki, Kur’an’ın muhatap olduğu zihinlerde ve kalplerde bir etki farkı o zaman da olmuştur ki, arada yaşanan onca tarihsel fark içinde çok daha fazlası olmuştur. O yüzden Kur’an’a muhatap olan ve neticede İslam’ı söyleyecek olan idraklerin tarihsel koşullarına vurgu yapmak, tarihselci yaklaşımdan farklı bir şeydir ve bunun ehemmiyeti asla gözardı edilemez.

Aslında ilginç bir biçimde “asrın idrakine İslam’ı söyletme” misyonunu eleştirenler, muhtemelen farkında olmadan, Kur’an’a her zaman muhatap olmaya hazır tarihsiz, toplumsuz, tabula rasa (algıladığını olduğu gibi kaydeden boş levha) gibi işleyen veya bir tür “süper idrak” varsaymış oluyorlar. Bu durumda kendilerinin bu idraklere İslam’ı kabul ettirmek için hiçbir çaba sarf etmeleri gerekmeyecektir. İslam’ı idraklere kabul ettirme konusundaki bu tuzu kuruluğun İslam adına kaçınılmaz bir siyasetsizlik ve eylemsizlikle de buluşması mukadder oluyor. Bir nevi mutlak bir bilgi kaynağı olan İslam adına beşerce üstlenilen haksız bir mutlaklık konumu.

Oysa Akif’in bahsettiği şey o idrake bulduğu haliyle İslam’ı uydurmak değildir, ona İslam’ı söyletmektir. İslam’ı söyleyen idrak, Müslümanlaşmadan söylemeyecektir, yani değişecektir. Ve neticede İslam’ı söyleyecek idrak bu asrın idrakidir. Yoksa bizim başka asırlarla ne işimiz olabilir ki?

Yeni Şafak / Yasin Aktay