Faruk Beşer’in Yeni Şafakta yazmış olduğu “Anlamaya yönelik en öncelikli olandan başlamak gerekir” başlıklı yazıyı ilgilerinize sunarız. Her ne kadar Faruk Beşer İsa’nın göğe çıktığını ve tekrar ineceğini tartışmaya kapatmışsa da, yazısının baş tarafları bu fikrini çürütüyor.
ÖLÇÜLER 2
Bilindiği gibi İslam’ın sahibi Allah’tır, yegâne kaynak da O’dur. O bu dini bize, Resulüne gönderdiği vahiy ile bildirmiş (Kuranıkerim), bunu önce ona yaşatmış (Sünnet), kendi gözetiminde onun eğittiği bir nesil oluşturmuş (sahabe/cemaat), sonra da âlimler vasıtasıyla kitabının o ilk örnekle anlaşılmasının sürdürülmesini istemiştir (ulema/ulül-emr).
Dinin anlaşılması da fıkıh, tefsir, hadis, kelam, hikmet, ahlak yani tasavvuf olarak halka halka genişlemiştir. Merkezde çekirdek olarak Kuranıkerim vardır ve onun anlaşılmasının ilk halkası Sünnet örneğiyle sahabedir/cemaattir. Eğer biz İslam’ı öğrenmeye en geniş halkalardan başlarsak bu anlamayı tamamlayamayız. Çok geniş bir dairenin çemberini düşünün; bir insan bu çemberde yol alırken İslam’ın ancak üç yüz altmış derecede beş on derecelik bir açısına tekabül eden bir mesafe alabilir ve İslam’ın diğer açılarıyla görülenlerini bilemez, söylenirse yabancı bulur reddeder. O halde öğrenmeye en dar çerçeveden başlayıp, çemberi tamamlamak ve daireyi böylece genişletmek gerekir. Önce sahabe ve sünnet örneğiyle Kuranıkerim’i tanımak gerekir. Fıkıhla, kelamla, tasavvufla, felsefeyle başlayan bir İslam öğrenimi bütüncül olamayacağı gibi, birleştirici değil, parçalayıcı olur. Bunda sadece fıkhı mükellefin fiilleri diye anlarsak öncelikte belki bu kadarını istisna edebiliriz.
İSLAM’IN BİLGİ KAYNAĞI TEKTİR VE BUNUN YOLU DA USULDÜR
‘İlim Allah katındandır… O dinini tamamlamıştır’. Dinin birazını Allah (cc), birazını Resulüllah (sa), birazını da ulema tamamlamış değildir. Sünnet Allah’ın gözetimindeki yanlışsız bir anlama ve uygulamadır. Ondan sonraki anlamalarda yanlış olabilir. Ulemanın görevi yanlışsız anlamaya çalışmak, yanlışlar yapılmışsa düzelterek anlama zincirini sürdürmektir. Kıyamete kadar hayatın hiçbir kesitinde bu zincir atlanarak İslam anlaşılamaz. Her şeyin bir usulü olduğu gibi bunu anlamanın da usulü vardır ve bunu İslam Ümmeti ‘usulü fıkıh’ olarak oluşturmuş ve geliştirmiştir. Bu yolla muhteşem bir felsefi düşünce ortaya konmuştur ve Şatıbî’nin dediği gibi, usulde bütün mezhepler ittifak halindedir. Usulü fıkıh, sadece bugün fıkıh denen disiplinin usulü değildir, bütün İslamî ilimlerin, yani bütünüyle İslam’ın usulüdür. Mesela aynı zamanda Sünnetin, Kelam’ın ve Tasavvuf’un, hatta hikmetin/felsefenin de usulüdür. Bu usulden ayrılan her anlama, dinin özünden sapma ile sonuçlanır.
Biz pek çok yolla bilgi edinebiliriz, ama usulü fıkıh miyarıyla onaylanmayan hiçbir bilgi bizi bağlamaz, İslami olarak da görülemez. Rüya, keşif, keramet, ilham, menkıbe gibi bilgiler hep bu kabildendir. Bunlar yok değildir, ama muhkem naslardan ve usulden bağımsız olarak bir kaynak değerleri yoktur. Dine yeni bir şey ekleyemezler.
Bu sebeple usulü fıkıh; anlamanın esaslarını belirleme olması yönüyle İslam’ın yegâne bilgi nazariyesidir.
HAKİKAT KİŞİLERLE DEĞİL, KİŞİLER HAKİKATLE TANINIR
Bir camiaya (cemaate demiyorum, çünkü cemaat İslam’ın merkezidir) müntesip olmak kaçınılmaz olabilir. Ama hedefi kendi camiasını değil, İslam’ı yüceltmek olan hiçbir Müslüman benim grubum, camiam, partim… böyle diyorsa bu böyledir, başkası olamaz diye düşünemez. Düşünürse onun artık İslam’ı doğru anlaması mümkün olamaz, fırkalaşır. Bu söz ilmin kapısı Hz. Ali’nin muhteşem bir sözüdür. ‘Hakikati insanlarla tanıma, önce hakikati tanı ki, insanları onunla tanıyasın’.
TABBUDİ KONULARDA CUMHURDAN AYRILMAMAK ESASTIR
Hep söylüyoruz; dinin bir akılla anlaşılamayan boyutu, bir de aklın müdahale edebileceği yönü vardır. Akılla belirlenemeyecek yönüne dinin taabbudi alanı, sabiteleri, diğerine değişkenleri diyoruz. Sabiteler bütün zamanlar ve mekânlar için geçerlidir, onlar akılla değiştirilemezler. Bunu başka bir yazımızda uzunca anlattık. Burada söyleyeceğimiz şudur. Sabite alanda da naslar kesin/muhkem değilse farklı anlamalar olabilir. Böyle bir durumda eğer tabbudi alanda İslam’ın ana damarında, yani Ehli Sünnet ve’l-cemaat yolunda ittifaka yakın bir görüş birliği, sevad-ı azam, manevi tevatür, ya da manevi icma varsa, dini anlatırken ondan ayrılmamak gerekir. İhtiyatlı olan budur. Kişisel kanaat ise insanın elinde olmayan bir şeydir. İkna olmak için, kişisel olarak her türlü akli ve nakli çabayı gösterebiliriz ama bir avamın bize sorması durumunda biz cumhurun kanaatini söyleriz. Mesela, Hz. İsa Allah’a yükseltilmiştir ve inecektir konusunu tartışmayız. Çünkü bunların birisi Kitap’la, diğeri manevi mütevatir sünnetle sabittir. Ama nasıl yükseltilmiştir, nasıl inecektir konuları tartışılabilir. Bununla birlikte cumhur ölmeden yükseltildiğini ve bedenen ineceğini söyler. Bizim ikna olmak için farklı düşünmemiz normaldir, ama fetva verirken biz cumhurun dediğini söylemeliyiz.
Faruk Beşer