Kur’an Günlüğü
Siz ey iman edenler! Allah için, hakkı ayağa kaldırarak adaletin timsali olun ve birilerine olan nefretiniz sizi adaletten sapmaya sevk etmesin! Adil olun, bu Allah’ın koruması altına girmenin en kestirme yoludur: Artık Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! Şüphe yok ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Maide 8)
Hiçbir duygu saf değildi, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumdaydı. George Orwell – 1984
Bizim dünyamızda ilerleme, daha fazla acı verme konusunda ilerlemedir. Eski medeniyetler sevgi ya da adalet üzerine kurulduklarını iddia ettiler. Bizimki nefret üzerine kurulmuştur. Bizim dünyamızda korku, öfke, zafer ve kendini aşağılamadan başka duygu yoktur. Geri kalan her şeyi yok edeceğiz – her şeyi. Çocuk ile ebeveyn, erkek ile erkek, erkek ile kadın arasındaki bağları kopardık. Artık kimse karısına, çocuğuna ya da dostuna güvenme cesaretini gösteremiyor. Ama gelecekte kimsenin karısı ya da dostu da olmayacak. George Orwell – 1984
Biz bir insandan nefret ettiğimizde, kendi içimizde yuvalanıp bu insanın görüntüsüyle karşımıza çıkan birinden nefret ederiz. Bizim kendi içimizde olmayan şey, bizi kızdırmaz. Hermann Hesse – Demian
İnsanın adaletten sapmasının en başlıca sebeplerinden biridir nefret duygusu. Sadece adaletten uzaklaşmıyor aynı zamanda insan olma vasıflarına da müdahele ediyor. Düşüncelerimize, bakışlarımıza, tavırlarımıza ve kararlarımıza nüfuz ediyor. Kendimizce haklı gerekçeler bulmakta zorlanmıyor ve bu nedenle de nefretimizi meşru görüyoruz. Çoğu zaman öfke ile karıştırabiliyoruz bu duyguyu. Meşru görmemiz belki de bundan. İnsan nasıl öfkelenmesin, nasıl karşı koymasın, sesini çıkarmasın öyle değil mi? Öfkelenmemizde haklı sebepler vardır ve olmalıdır da. Öfke, insanın savunma melekelerini ayakta tutan bir duygudur. Yaşanan adaletsizliğe, zulme, haksızlığa, dayatılan bir yanlışa karşı insani vasıflarımızı yitirmeden (nefrete dönüştürmeden) bir duruşun sert yansımasıdır. Öfke, kendi içinde adaleti barındırır. Adaletli bir öfke ile tüm bu yaşananlara sert tavrımızı gösteririz. Öfkemizde adaletli olmadığımız zaman nefrete kayar ayağımız. Nefret, içinde adalet olmayan, tabiatı inhirafa uğramış öfke diyebiliriz. Her şeyde orta yolu tutma öğüdü geliyor aklıma. Orta yolun belirleyici faktörüdür adalet .
Farkında olmadan her şeyimize bulaşabiliyor nefret. Gizlice ve sinsice sarıyor her yanımızı. Nefret edilen her şeyi yok etmeyi hedeflediği gibi nefret eden insanı da yavaş yavaş yok ediyor.
İnsanın vicdan, merhamet, ve sevgi damarlarından beslenir adalet. İnsanı insan yapan bu vasıflar olmadığı zaman bir canavara dönüşür. Kendinden başka kimseyi görmez ve hatta kendinden bile nefret eder hale gelip en son kertede kendi yaşamına son verir. O bakımdan vicdan, merhamet ve sevgi damarlarımızı ne kadar çok beslersek kendimizi bu ifsad edici duygulara karşı o kadar korunaklı kılarız. Buraya bir dipnot düşmeliyim; Önce eğriyi doğrudan ayırt ederek bir gerçeğin farkına varıp vicdan sahibi oluruz. Vicdan köken itibariyle ‘bulmak’ kelimesinden türemiştir[1] (Neyi bulduk da vicdan sahibi olduk?). Vicdan, merhameti doğurur, merhamet ise sevgiyi. Bu üçü arasında daima bir etkileşim (korelasyon) sözkonudur. Sevgi azaldıkça merhamet de azalır. Merhameti olmayanın vicdanı da olmaz. Sahip olduğu vicdan için arayıp bulduğu o hikmetleri de kaybetmiştir.
Yeri gelmişken değerli bir ağabeyimin teyzesinden bahsetmeliyim. Anlattığına göre osmanlı terbiyesi almış bu teyzemizin en ufak yıkıcı bir davranışına şahit olunmadığı gibi tam aksine her davranışı inşa ediciymiş. Yerde bir kağıt görse alır, üzerinde ola ki bir ayet yazılıdır hassasiyetiyle duvarda boş bulduğu bir deliğe sıkıştırırmış. Yolda bir taş görse alır kenara koyarmış. Ağaçta kırık bir dal görse eline bir çaput alıp elinden geldiğince sararmış. Mahallede yetişebildiği her ihtiyaç durumunda elinde var mı yok mu diye düşünmeden, elinde olanıyla tutarmış bir ucundan. Ağacın dalına sarılan o çaputun o kırık dalı tedavi edip etmemesinin ne önemi var? Önemli olan bu incelik değil midir? Ayağına taş değmesin deriz de, o taşa ayaklar değmesin diye ayaklarımız yerinden oynamaz. Teyzemizdeki bu hassasiyetin özü, içindeki sevgiyi alevlendiren merhametin anakucağı vicdan değil de nedir. Bu ince hassasiyetleri nasıl oldu da kaybettik biz. Neden Tahammül edemiyoruz artık birbirimize. Gençlerimizin yüzündeki bu umutsuzluk, sabırsızlık, nefret neden çoğaldı? Nasıl oluyor da yarım asırlık dostluklar, evlilikler, aynı yolun yoldaşları bir anda düşman oluyorlar birbirine? Nerde o kusurları örten ahlaki düsturumuz?
İnsanın vicdan, merhamet ve sevgi damarlarının neyle beslendiği üzerinde düşünmemiz bu yüzden önemlidir. Adaletin varlığı ve nefretin yokluğu buna bağlıdır çünkü. Her ne kadar müslüman olduğumuzu iddia etsek de, sahip olduğumuz inancımızı pekiştirecek bir kaygı gütmediğimiz sürece vicdanımızın bir yanı daima eksik kalacaktır. Zaten hep o eksik yanımızdan fırsat bulmuyorlar mı? İrili ufaklı fark etmiyor her bulduğu boşluktan karışıyor kanımıza bu müfsid duygular.
Dostoyevski’nin sözleri geliyor aklıma,
“Bizler günümüzde yaşam denen şeyin ne olduğunu ve nerede hüküm sürdüğünü ve hatta hangi adla çağrıldığını bile bilmiyoruz. Elimizdeki kitapları bile alsalar, bir anda şaşkına döneriz. Artık hangi yolu seçeceğimizi, kime tutunup kimden kendimizi sakınacağımızı,neyi söyleyip neye karşı nefret duyacağımızı, kime saygı duyup kimi hor göreceğimizi bilemeyiz. Bize insan olmak, yani etiyle kanıyla insan olmak bile yük geliyor. Bundan utanıp ayıplıyoruz kendimizi. Soyut insan diyebileceğim tuhaf varlıklar olmak için adeta can atıyoruz. Bizler ölü doğmuşuz! Çoktan ölmüş olan ahmakların soyundan geliyoruz. Bu halimizi zamanla daha çok beğeniyor, bundan büyük haz duyuyoruz” [2]
Hangi çağın insanı olursak olalım, daima soyut olma tehlikesiyle karşı karşıyayız. İnsanı kendinden soyutlayan araçlar her çağda farklıdır. O nedenle sürekli yeni bir yüze kavuşan bu araçlara karşı uyanık olmak zorundayız. Geçmişten ders almak boynumuzun borcudur. Geçmişte insanı soyutlayan bu araçların eski yüzlerine karşı kendimizi korumak kolaydır. Geçmişte kendini korumayı başarmış kimselerden aldığımız dersler bize yardımcı olabiliyorlar. Fakat gözden kaçırdığımız asıl sorun şu ki, biz o eski yüzlü araçlara karşı kendimizi koruyor olduğumuza insansak da aslında o araçlar bu çağda yeni bir yüzle bizi farklı yollardan soyutlamanın peşindedirler.
Dostojevski, elimizden kitapların alınmasından bahsederken aslında, insanın yalnızlaştırılmasının nasıl vahim sonuçlar doğuracağına işaret etmektedir. Her çağda kitaplar ve bununla beraber kitapların insanda oluşturduğu sosyalleşme ve güzeli görme algısı insanı soyutlanmaya karşı korumaktadır. Kütüphaneler dolusu kitap okuyup sorumluluk duygusu ve güzeli görme yetisi kazanamamış bir insan aslında hiç okumamış demektir. O sadece kendi kibrine odun taşımıştır. Bilgi sahibi olmak yetmiyor, bildiğine inanmak da yetmiyor. Kur’anın o muhteşem ifadesiyle bu kimselerin kitap yüklenmiş merkepten[3] farkı yoktur.
Yalnızlaştırılan, yani etrafındaki tüm güzelliklerden ve nimetlerden soyutlanan insan, içinde kendi elleriyle açtığı o boşluğa, bu çağın yeni yüzlü araçları dilediği fücur ile doldurma gücünü elde edecektir ve ediyor da ve etti de.
Eşler arasındaki tahammülsüzlük, ebeveyn ile çocuklar arasındaki çatışma, çevremizle olan sürtüşmeler tüm bunlar kendi içlerinde giderek azalan adalet ve giderek artan nefretle , onarılması güç durumlar doğurmaktadır. Eşimize, evladımıza, dostlarımıza ve çevremize göstermediğimiz adalet sebebiyle onlarda bir nefret duygusunun uyanmasına ve onlardan gördüğümüz nefret ile de kendi içimizde de bir nefret duygusunun uyanmasına sebep oluyoruz. Başkalarından esirgenen adalet, nefret olarak geri dönüp insana mezar oluyor. Öte taraftan adaletten esirgenmiş kimsenin içinde oluşan nefret de yine kendi bilinçsizliğinden kaynaklanmaktadır. Yukarıda değindiğim gibi haklı olarak sahip olduğu öfkesini dengede tutamadığı için kolayca nefretin kurbanı olabilmektedir.[4]
Günlüğün başında zikredilen ayet buna ikaz mahiyetindedir. Hakkı ayağa kaldırarak adaletin timsali oluvermemiz öğütleniyor bize. Hakkı ayağa kaldırmak sanıldığı kadar kolay mı? Ne kadar ilimde derinleşmiş olursak olalım, farketmiyor. Her halde ve durumda adaletsiz davranabiliyoruz, adaletsizliğe uğrayabiliyoruz. Her halde ve durumda öfkemizin ayağı nefrete kayabiliyor. Sözlerimizde, bakışlarımızda, işittiklerimizde ve davranışlarımızda adaleti korumanın tek yolu bediiyat’tan (estetik) geçtiğinin ne kadar bilincindeyiz? Hakkı ayağı kaldırmaktan ne anlıyoruz? Hakkın hakk olduğunu bilmek yetmiyor, onu ağaya kaldırmak için tüm hassalarımıza güzelin meyvelerini tattırmamız şarttır. Çevremizle kurduğumuz sosyal bağlar, doğayla kurduğumuz ünsiyet, elimize aldığımız bir saz, dilimize gelen bir türkü, fırça darbeleriyle tuvale döktüğümüz hüznümüz gibi tüm bunlar bize kim olduğumuzu hatırlatmakla kalmıyor, bizi bu soyutlamalara karşı da güçlü kılarken vicdanımızı da hayatta tutuyor. İnandığımız, uğruna kendimizi feda etmeye hazır olduğumuz Hakk’ı ayağa kaldırmak bu şekilde mümkündür. Ancak bu şekilde adaletin timsali olabiliriz.
Ey Adaleti sonsuz Rabbim, bizi adaletin timsali olacak, bu çağın yeni yüzlerine kavuşmuş fesadına karşı öğütlerine sımsıkı sarılacak kullarından eyle ve bizi hakikate şahitlik yapanlar ile bir tut[5].
Ey Allah’ım, bize rızkımızı ver, zira sen rızık verenlerin en iyisisin.[6]
[1] Ar. vcd- buldu.
[2] Dostoyevski – Yer Altından Notlar S.152, Librum Kitap
[3] Cuma Suresi 5.
[4] Yaşadığımız bu çağda insanın tabiatını bozan, insanı soyutlaştıran ve sanallaştıran en büyük bela sosyal medya denen fücur yuvasıdır. Öyle ki artık ulemalarımız! bile bu mecralarda önü arkası kırpılmış ufak cümlelerle içtihatlarını yapmakta bir beis görmemektedirler. Bu yapılan sözde içtihatlar bu mecralarda ne kadar ihya edicidir? Anlık yorumlar ve paylaşımlarla çok kısa sürede küfür ve nefret söylemleri kartopu gibi büyümekte ve arkasına yığınlarca bu nefretin kurbanı kitleleri de peşinde sürüklemektedir.
[5] Maide 83.
[6] Maide 114.